Pages

21 Aralık 2009 Pazartesi

Çukurnot:

Son günlerde yaptığım en kötü şey; Hakan Günday- Zargana okumaya başlamak.

Ha dedim doğru zamanda okumak lazım, her ruh halinin harcı değildir bu adam, sonra kendini içkiye verip, Kinyas'ıyla Kayra'sıyla bakıyorsun dünyaya. Ama aylardır kitaplıkta okunmadan süzülmesine gönlüm el vermedi...

Son günlerde yaptığım en iyi şey; Across The Universe izlemek (bilmem kaçıncı defa).

Beatles şarkılarının güzel güzel insanlar tarafından yorumlanıp bir de üstüne bunların hippi hippi karşıma çıkıp tatlı tatlı rollerini yapmalarına bayılıyorum bu müzikalde. Akabinde izlenen Taking Woodstock etkisiyle de birleşince, tüm hafta boyunca "Işınlayın beni, Woodstock kızı olucam ben!!" diye şımarık şımarık gezineceğimin sinyallerini an itibariyle vermiş bulundum, saçlarımı da ördüm...

19 Aralık 2009 Cumartesi

Üç yapraklı yoncanın bir yaprağını ikiye ayırıp yarattığımız suni şansa sevinip eğlenmek de bir tercihtir...

Son yarım saatimi yatağıma oturmuş, sırtımı kalorifere dayamış, kendimi dışarıdaki şiddetli rüzgarın uğultusuna mı yoksa Hight Hopes 'un çan seslerine mi versem diye düşünerek ve yeni blog düzenimin ne kadar güzel olduğunu yüksek sesle defalarca dile getirerek geçirdim.

Kimya dersinde, sıkıntının beraberinde getirdiği ilham perisiyle göz göze gelmiş bakışırken, bu kısıtlı alanda duygularımı nasıl ifade etsem, iki göğsümün arasına ara ara yerleşen yoğun sis kümesini ve akabinde beliren nedensiz mide ağrısını (kahveye bağlamıyorum gördüğün gibi) nasıl yok etsem diye düşünürken, sakin sakin sıranın üstündeki tükenmez kalemi elime alıp, yazıya dökmezsem unuturum korkusuyla bir anda aklıma, daktiloda yazılırmışçasına sert sert, harf harf oluşan ve o an hislerime başarılı bir şekilde tercüme olabilen cümleyi sanki ortada hiç kağıt yokmuş gibi kazıdım sık sık terleyen avuç içime.

"Bu kadar sıkılacağımı bilseydim, Godot'yu beklemeye giderdim ben de..."












(Olga Bokareva)

Böyle durumlarda "neyse ki odam var, sıcacık, mis..." der geçerdim ama sanırım artık bu da pek işe yaramıyor. Aslında hala, yaşadığım şehirdeki en eğlenceli ve samimi mekanın odam olduğunu düşünmüyor değilim (Bedava kahve servisi, kulağa çalınan sakin müziği ve kahverengi tonlu mobilyaları, kitaplıkları olan başka bir yer yok zira benim bildiğim...). Ama sanırım bunun bile yetersiz geldiğini hissettiğim anlar sıklaşmaya başladı. Alışılmışın verdiği güven yerini, taze duygulara olan ihtiyaca bıraktı.

Kıçını sıcak koltuğuna yerleştirip elinde kahvesiyle sanki hiç değişmeyecekmiş, her daim böyle sabit kalacakmış gibi görünen, ben ve tanıdığım bir iki yaratıcı kişiliğin derin ihtiyacı aslında değişiklik. Kalıbımız aynı aslında, bir araya gelsek yine geniş koltuklara yayılıp, pembe battaniyelerimizi üstümüze çekip, dibimizde filtre makinesi, elimizde kitapla günlerimizi geçirecek olmamız muhtemel bile denilebilir. Ama olsun, dışarı çıkıp görmek gereken yerler, insanlar var, değişime alışıp ona sırtını yaslayıp tembelliğe devam etmek güzel birşey...

Yağmurlu hava keyfini çabuk tüketip "kış gelse de sıcak şarap yapıp Tori Amos-Winter dinlesek" dırdırlarına başladım. Yakın zamanda bu çenenin kapanmasını; yağmur tanrısının, kar tanrısının, yer tanrısının, gök tanrısının ve hava durumuyla ilgi alakası bulunan tüm tanrların görevlerinin başına geçmelerini umut ediyorum. Gerek ağız ve diş sağlığımın, gerekse çevremdeki insanların sinir sistemlerinin altüst olmaması adına alınması gereken ufak bir önlem için ufak bir çağrı sadece...

(Çiş molası)

Az önce aynanın karşısında gözlerimin altındaki çizgileri inceledim. Neden 18 senelik hayatımda kendimi bildim bileli gözlerimin altında çizgiler vardır bilmiyorum.

Annem: Cildin babana çekmiş senin, kuru kuru, sürekli gülüyorsan ondan çizgi çizgi olmuştur. (Geçiştirme cevap)

Babam: Zihninin olgunluğu yüzüne yansımıştır, heh heh hee... (Politik cevap)

Ara sıra ayna karşısında inceleyip ileride nasıl görüneceklerini düşünmek kafamı bozmaktan çok rahatlatıyor aslında. Garip bir şekilde o çizgiler güvende hissettiriyor, karşına çıkan herşeyi doğal kılıyor, kendi etrafına çizdiğin çemberin içerisinde hiçbir anormallik yokmuş hissi uyandırıyor. Bir bunun için, bir de kızıl kanatlı karatavuklar için yaşlanmak lazım işte...

30 Kasım 2009 Pazartesi

Ailecek Bekliyoruz (Serge Gainsbourg, Vie Héroïque)

Serge Gainsbourg rolü için Eric Elmosnino'yu, Jane Birkin için Lucy Gordon'ı (çekimler sırasında mı yoksa çekimler bittikten sonra mı ölmüş bilmiyorum ama oyuncu listesinde hala ismi geçtiğine göre yerine birini geçirmemişler -ki bu da Lucy Gordon 'ı son filmiyle izleyeceğimiz anlamına gelir), Bambou için Myléne Jampanoï'ı (filmde çıktığı her sahnede aklıma Martyrs gelmese bari), France Gall için güzeller güzeli Sara Forestler'ı ve daha birçoğunun yanında Boris Vian için Philippe Katerine'i seçersiniz de, midemizde uçuşan sevgi, sevinç kebelekleriyle heyecan içinde beklemez miyiz biz bu filmi?! (Ayrıca imdb'de karakter listesine göz atıp Charlotte Gainsbourg ve Anna Karina 'yı göremeyince içerlemedim değil.)



imdb
resmi sitesi

28 Kasım 2009 Cumartesi

Katıldığım Çok Zaman Oldu;

"...Üniversiteye gitmişler, çünkü üniversitelerin çok önemli sayıldığı bir zamanda birisi onlara bu dünyada yükselebilmek için diploma sahibi olmak gerektiğini söylemiş. Ve bu yüzden de dünya, bazı olağanüstü bahçıvanlar, fırıncılar, antikacılar, heykeltıraşlardan ve yazarlardan yoksun kalmış."

20 Kasım 2009 Cuma

Haftaiçi Karalamaları

İkinci bir emre kadar maymunlu pembe çoraplarım, uğurböcekli yeşil şalım, turuncu berem ve Norah Jones 'la akşam akşam ışıklı şehir merkezinde boş boş tur atma döneminin açılışını yapmış bulundum. Gün be gün daha da bir kanım ısınıyor bu bayana. Ve bence bir şehrin "akşam aydınlığı" manzarası yorucu bir günün ardından insana pek güzel geliyor. Ve yine o akşamlarda sokakta dolaşan insanlar tanışıklığınız olmaksızın gözünüze (kameranıza) takıldıklarında daha güzeller. En azından sadece sokaktaki insanlardır onlar. Şu adam, bu kadın, dıdısının dıdısı, bilmem kimin oğlu değil, sadece sokaktaki insanlardır. Ve bu gibi zamanlarda yapacak işin yoksa, başıboş yürüyorsan, kulaklığında mutlaka birşeyler çalmalı. Tercihen Brazzaville, David A. Brown, Norah Jones, Nina Simone, Sade diye uzar liste, böylesi daha makbuldür. Akabinde 20 dakikalık cam kenarı otobüs yolculuğu iyi gider. Anahtarların arasında kaybolduğu bir karışıklığa sahip ağır, şıngır şıngır sallanan anahtarlığını çıkarırsın çantandan, eve girer, odana çıkarsın.

Akşamın Nescafe Alta Rica kavanozunun içindeki Jacobs Monarch eşliğinde bir fransız filmiyle (yine tercihen) devam eder. Maymunlu çoraplar kalmalıdır, kompinasyonu bozmayalım, iyiyiz. Kitaplığından çıkardığın herhangi bir kitabın ikinci sayfasına siyah/lacivert mürekkepli tükenmez kalemle adını, soyadını ve tarihi yazarsın. Yıllar sonra yapraklar sararıp solduktan sonra üzerlerinde ayrı bir anlamı oluyor bunun, anne ve babamın kitaplarından edindiğim bir izlenim... Diğer kitaplardaki imzalarını inceler, karşılaştırma yaparsın. Bir dahaki sefere "S" nin kuyruğunu biraz daha dolgun ve afili yapma kararı alırsın...

O herhangi bir kitabın birkaç sayfasını çevirip meşhur cümlelerini hatırlamaya çalışırsın. İyi kötü, neredeyse okuduğun her kitapta vardır zaten unutulmaması gereken, yastık altındaki kağıda not edilip uyumadan önce göz gezdirilen cümleler. Beni haksız çıkarmaman için iyi kötü bir kitap okuyucusu olman yeter zaten.

"Bir arada olmaktan nefret ettikleri ama yalnız kalmaktan da korktukları için insanlar telefon denilen aleti kullanıyorlarmış."

Gündelik tüketici zihniyeti her kitabında taşa tutmuş, son zamanlarda da sivri dilli bir kitap yazarı olmanın getirdiği yan etkilerden bolca etkilenmiş, yavaş yavaş okuyucu kitlesini yeraltı zihniyetinden popüler zihniyete genişletmekte olan bir beyefendinin (ki gizem yaratmaya gerek yoktur * ) güzel bir kitabından çıkarılmış kendim için oldukça anlamlı bulduğum bir cümledir.

*

Ayrıca tavsiyeme kulak vermende de yarar var;

Charlie Hunter & Norah Jones- More Than This
Nina Simone- Just In Time

13 Kasım 2009 Cuma

Une Femme Est Une Femme












(Alfred cebinde beş kuruşu olmadığını farkedince barmenin yanına sokulur..)

Alfred Lubitsch: Size bir soru soracağım. Sadece evet ya da hayır diye cevaplayabilirsiniz. Cevap evetse size 10.000 frank veririm. Ama cevap hayırsa siz bana 10.000 frank verirsiniz.

Barmen: Tamam.

Alfred Lubitsch: İşte soru.. Bana 10.000 frank borç verir misiniz?

Barmen: Hayır.

Alfred Lubitsch: Öyleyse bana borçlusunuz. Ben de size gelecek hafta veririm..

(Ve Alfred hızlıca kapıdan çıkar.)

7 Kasım 2009 Cumartesi

Çukurnot:

Sevgili blog sayfamın bünyesinde barındırdığı template'ini değiştirme kararı almış, lakin gönlüme göresini bulamadığımdan bu değişimi ertelemiştim. Bu haftasonu yoğun template arayışlarımın sonunda huyu huyuma, suyu suyuma uygun bir düzen bulabilirsem yeniden yapılandırma işlemine başlayacağım. Yok, hiçbirşey beğenmemezlik edersem, kırmızı vintage blog düzenimden af dileyip, kursağımdaki hevesi başka bahara bırakacağım..

6 Kasım 2009 Cuma

Aşırı Dozda Farkındalık ve Varoluşsal Çelişki

Yalan değil, oturdum yarım saat boyunca nereden başlayabilirim diye düşündüm. Başlığım pek şık oldu ama yıllarca "önce kompozisyonunuzu yazın, tamamladıktan sonra başlık atın" diye diye başımızın etini yiyen edebiyat öğretmenlerinin bu sefer sözünü dinlemeyerek, yazının; başlığın gölgesinde kalıp kalmayacağını hesaba katmadan saldırdım klavyeye. Belki bir kitaptan alıntı ve onun hakkında iki paragraflık afili bir yorum.. Yapmadığım şey değil, sanki kötü birşeymiş gibi gösterip sivri dilli bir cümle kurmak değildi amacım. Yine de o izlenimi veren bir cümle kurmuş olmam o şekilde düşündüğüm anlamına gelemz. Sık sık yalan söylediğim gerçeğini göz önünde bulundurursak (bunun da bir yalan olup olmadığı sorusu sonsuza kadar sürebilecek bir tartışmanın girişi niteliğindedir, zamanımızın olmadığından değil belki ama üşengeç insanlar olduğumuz yalanlanamaz bir gerçek.), bence affedilebilir bir yargı (olmaz öyle şey diyenler için bknz. Existential Angst -ve başlığın hakkını vermek :1) ...

*

Tabi ki yargıyı bir kenara bırakır, dikkatleri bugün derste yarım saat boyunca tuvalette kilitli kaldığım konusuna çekersem başlığımın hakkını tam anlamıyla verebilirim. İlk beş dakikamı kapıyı isteksizce tıklayarak geçirip, geri kalan zamanımı 10 yaşında kafama takılmış soruların cevaplarını arayarak, tuvaletin; insanın kendini güvende ve yalnız hissedip kafasını dinlediği, zihnini kurcalayan yüz bin milyon baloncuk düşüncelere rahatça odaklanabildiği ender mekanlardan biri olduğunu düşünerek ve bir de Frank Zappa 'yla aynı fikirde olmanın mutluluğunu yaşayarak geçirdim. Oldukça verimli bir yarım saat olduğunu söyleyebilirim.. (ve başlığın hakkını vermek:2)

*

"Bir zamanlar hayat verecek kadar yetenekli bir mucit varmış. Olağanüstü bir adam. Karısı ve çocukları olmadığı için onları laboratuvarında yapmaya karar vermiş. İşe karısıyla başlamış ve onu dünyanın en güzel prensesi olarak tasarlamış. Ne yazık ki kötü bir genetik perisi öyle bir büyü yapmış ki prenses üç karıştan fazla uzayamamış. Sonra kendi görüntüsünden altı çocuk klonlamış. Vefakar, çalışkan, o kadar benziyorlarmış ki kimse onları ayırt edemezmiş. Ama kader onu yine aldatmış, hepsine uyku hastalığı vermiş. Bir arkadaş özlemi içerisinde, akvaryumda bir beyin yetiştirmiş ama onun da migreni varmış. Ve nihayet en büyük şaheserini yaratmış. Dünyadaki en zeki adamdan daha zeki. Ama ne yazık ki mucit ciddi bir hata yapmış. Adam zekiymiş ama onun da bir kusuru varmış. Asla ve asla rüya görmezmiş. Öyle mutsuzmuş ki, ne kadar hızlı yaşlandığını bilemezsiniz. Sonra zavallı şaheserin gözü o kadar dönmüş ki bir damla gözyaşının onu kurtarabileceğine bile inanmış. Ve o kadar zulümden sonra rüya görmenin ne olduğunu asla öğrenemeden korkunç bir şekilde ölmüş." (ve başlığın hakkını vermek:3)

29 Ekim 2009 Perşembe

Fotoğrafın Alasse Üzerinde Bıraktığı Etkiye Bağlı Olarak Çağrışım Yapan Güzide Parça Vol.1

Jason Mraz- I'm Yours

(Fotoğrafçı: Barry Denton)

10 Ekim 2009 Cumartesi

Ayı hatırlamıyorum. Gün hepten yok. Bir şey var.. Ama onun da ne olduğu belli değil...*

Bugün trafik ışıklarının dibinde beklerken karşıya geçmek için yanıma gelen ve akabinde hapşuran ( 'ı' değil, inadına 'u') bir bayana bilinçsiz bir şekilde, tamamen ağız alışkanlığı sonucu "iyi yaşa" dedim. Aldığım tepki, suratıma malca bakan mal bir surat oldu. Oysa ki tanımadığın bir insanın sana böyle güzel bir dilekte bulunmasına vereceğin tepki aynı güzellikte bir "hep beraber efenim" olmalıdır, mal surat değil. Hayır, normalde sokaktan geçen insanlara Pollyanna style gülücükler saçan ve her hapşurana mendil uzatan biri değilim blogger, sen de biliyorsun. Boş bir anıma geldi ve söyleyiverdim, niye adamı pişman ediyorsun ki odun karı? Çok kızdım amk..

*

Geçen gün kuaför koltuğunun dibindeki saç tutamlarına bakarken abimin saçlarının artık benimkilerden daha uzun olduğu gerçeğiyle yüzleştim, yüzsüzce ve bir cevap beklemeksizin bu haberi ona mesaj aracılığıyla ilettim. Eminim okuduğunda yüzüne o çok tanıdık, sinsi gülümseyişi yerleştirmiştir (bir abi-kardeş benzerliği-örnek 1). Otobüs beklerken yine elimi kısalmış saçlarıma götürüp akabinde "Bowie-kuaför-kırık saçlar" içerikli melankolik bir mesaj da Mimi Wodka 'ya attım. Bir buçuk senedir kuaför yüzü görmemiş saçlarıma bakarak, kuaförsel terimleri alfabetik sıraya göre sayabilecek potansiyele sahip olmadığımı rahatlıkla söyleyebilirsin, fakat, "let your hair down" mantığına can ı gönülden bağlı bir kişiliğe sahip olduğumu da anlayabilirsin, saçlarım makasla tırt tırt kesilirken suratımdaki içi giden ifadeyi göz önünde bulundurarak...

*

Senenin dinlenilen en güzel albümlerini özene bezene sıralamıştım. İçim rahattı çünkü herbir albümü en az 5-10 kere dinlemiş ve her seferinde gayet de doğru seçimler yaptığımı tekrar ve tekrar farkedip kendimi takdir ediyordum. Yılın en süpsüper albümler yazısını da senenin sonuna bırakıyorum, albümleri geniş geniş ele alır karalarım yine birşeyler tabi ki ama bir konuya parmağımı basıp durmadan geçmemeliyim, çatlayabilirim, belli olmaz.. Herneyse, ne diyordum, evet, en beğendiğim albümleri seçmiştim ve içim rahattı.. Ta ki o geceye kadar.. Mimi Wodka 'dan gelen o şaşırtıcı olduğu kadar da sevindirici haberle işler değişti.

-Son albümleri pek bir güzel Turşucuğuum, hemen edin!

O gece indirdim albümü ve ertesi sabah dinlemek üzere mp4e attım. Sabah okul yolunda dinlemeye başladığım albümü gün biterken 5.-6. postasıyla dinliyordum. Her ne kadar son dakka gollerine karşı artık daha hazır, daha tedbirli bir Alasse insanı olsam da, Deathstars- Night Electric Night albümünün 2009 'un en cano albümleri arasında ilk 3'e oynadığını gönül rahatlığıyla söyleyebilirim -ki an itibariyle söyledim.


"Bana hareketli, gürültülü, sabahları soğuk duş etkisi yaratacak birşey lazım olm, eskittim playlistleri!" isyanlarımın ortasında, İsveç'ten gelen sert industrial rüzgarıyla mp4üme misafirliğe gelen Night Electric Night 'ı baya baya geç dinlediğim için (albümün 30 Ocak'ta yayınlandığını belirtirsek suratıma isabet edecek olan tükürükler daha afili gelebilir) Whiplasher 'dan defalarca özür dilerim bu blog aracılığıyla, başka bir zaman başka bir platformda değiniriz yine bu konuya kendisiyle...

Ayrıca albümü birkaç kere dinledikten sonra kulağımın yoğun isteği üzerine "evet, sen o'sun" diyerekten albümdeki favori parçam ilan ettiğim Death Dies Hard 'ın klibini de günde üç öğün izlemeden geçmiyorum...




Deathstars- Death Dies Hard

(* Gogol Amca'ya göndermeler..)

Şu kısıtlı zamanda kitaplara, filmlere, albümlere, blog ahalisinin yazılarına vs zaman ayırmak güç iş, tatilde zıbara zıbara geçirdiğim günleri özledim sanki lan.. Ve bu yüzden an itibariyle film izlemeye kaçıyorum blogger, öptüm..

26 Eylül 2009 Cumartesi

Günün Posası


Sabah 8'den akşam 6'ya kadar dershanedeydim ve ingilizce-sözel dersler arasında sadece 1 saatlik öğle yemeği arası vardı. 10 saat boyunca ders dinlemek, deneme sınavı olmak bünyeme hiç ama hiç iyi gelmedi. Tenefüslerde aklımdaki yegane şey, sırt çantamdaki iki adet buz gibi biraydı. Eve gelince pijamalarımı çekip, yemeğimi odama çıkartıp, sevgili bira eşliğinde Jim Jarmusch'dan nağmeler "Night On Earth" izleme hayalleri kura kura geçirdim tüm günümü. Otobüs durağında beklerken yorgunluk ve erken kalkmanın verdiği uykusuzluk yüzünden kendimi zor taşıdım. Otobüse binip kendimi tek koltuklardan birine attığımda bir parça huzur bulmuştum. Yann Tiersen- Les Retrouvailles albümü eşliğinde güzel bir yolculuk geçireceğimi umarak kurulmuştum o koltuğa. 2 durak sonra binen "altın gününden geldik biz, çok yedik çok oynadık, gençleşelim diye de dedikodunun kralını çevirdik" teyzelerinden bir düzinesi doluştu otobüse. Ve evet tahmin et blogger ne oldu, sen de ben de çok çok iyi biliyoruz ki bu teyzelerden (akabinde amcalardan) kaçış pek mümkün değil. Kıçını onlara döndürüp camdan dışarıyı izler havası takınmak da yetmiyor çoğu zaman, ordan bir aklı evvel fırlıyor "hadi gençsiniz biriniz yer verin teyzenize" lanetini okuyor ve yine köşesine pısıyor. Sana iki seçenek kalıyor; ya ayrım gözetmeksizin insanoğlunun doğasına uygun olarak gençlerin de yorulabileceğini, hatta altın gününde dedikodunun hat safhasına varan teyzelerden çok daha fazla yorulabileceğini karşındakine kavratacaksın ya da içinden güzel güzel sövüp ayağa kalkacaksın. Ve genelde yorgunsan kılını kıpırdatmak, ağzını açmaktan daha kolay bir iş gibi görünüyor o zamanlar. Dibime sokulup gözümün içine sinsi bakışlar fırlatan altın günü teyzesine kıçımla bir güzel ısıttığım yumuşacık koltuğumu verip ayakta beklemeye başladım ben de. Otobüsten indiğimde gerçekten bitkindim ve eve giden kısa yolu tepiyordum. Bir üstümüzdeki sitelerin evlerinin birinde her geçişimde havlayıp asabımı bozan köpeğin yanından geçtiğim sıralarda köpeğin zincirinin olmadığını farkettim. Bozuntuya vermeden yürürsem belki havlamaz, ısırmaya falan kalkmaz düşüncesiyle devam etmek istedim, devam da ettim. Dinlediğim şarkı bitmeye yakın sesi azalınca arkamdan gelen zincir şıngırtısını duydum. Ne olmuş ne bitmiş kimmiş o demeden ani bir dönüşle, elimin tersiyle de osmanlı tokadı atacak pozisyonu yaratarak sesimin yettiği kadar, gayet vulgar bir biçimde "hooşşşt!!!" diye böğürdüm. Yine şımarık şımarık havlayarak keyfimi kaçıracağını sanan nalet yaratık, alçak köpek "viyk viyk viyk" diye inleyerekten geldiği yöne ani bir dönüşle döndü, koşarak kafesine girdi. Tüm günün yorgunluğunu, sinirini üzerimden attığımı hissederek devam ettim yoluma. Devasa bir huzur kapladı içimi, midem kıpır kıpır oldu, kahkaha ataraktan gittim evime, mutlu oldum sanki...

24 Eylül 2009 Perşembe

Maybe we could express ourselves more fully if we say it without words...

Telefonlar 06.45 'e kuruldu ve ben eylül boyunca bloga adam gibi yazı koymamış, yazılan hiçbir taslağı beğenmeyip kaydetmeden silmiş, boşverip diğer bloggerların yazılarını okumuş bir blogger mahluku olarak her sabah aynada kendime bakıp, doğru açıyı yakalayıp suratıma iki tane geçiriyorum sırf bu yüzden. Kişisel hesaplaşmada sınır tanımayan zihniyetler olduğumuz su götürmez bir gerçektir aynı zamanda. Ancak dediğim gibi, insanın yaşayacak kayda değer birşeyleri olmayınca anlatacak kayda değer birşeyleri de olmuyor. Bak bu cümleyi unutma, not al bir yerlere, afili oldu baya. Bundan 20 yıl sonra posası çıkmış mühim entel insanlardan falan olursam yaparsın yorumunu "artık yaratıcılık mevzusunda bir esprisi kalmadı, gençken söylediği şeyleri ısıtıp ısıtıp önümüze koyuyor, biz bunun cücüklüğünü biliyoruz" falan dersin (tabi ki demezsin öyle birşey, lafın gelişi söylüyorum ben).


06:45 'te uyanıp okula gitme dönemleri, evet, yarın sabah itibariyle başlıyor ve ben yine an itibariyle Les Champs-Elysées dinleyen bir blogger mahluku olarak eylül boyunca boş kalmış bu kalbim kadar temiz bloga son birşeyler karalayıp öyle kaçayım dedim. Bu kararı almamda sabah ayna karşısında geçirilen 1 dakika 20 saniyelik yüz kızartıcı kişisel hesaplaşmanın da etkisi olmadı değil.


Natural Born Killers izledikten sonra akıllarda kalması olası birçok sahneden ziyade, akabindeki 2 gün boyunca yılan korkum üzerinde yoğunlaştığımı belirtmek isterim. Jim Morrison 'ı çok seviyorum ama doğaya bir kızılderili bilge gözüyle bakmak için ya fazla dejenere oldum ya da yılanlarla bitmemiş -hatta muhtemelen daha başlamamış- bir iç hesaplaşmam var. Yine ileride birgün Buddha misali mühim bir adam olursam da bu konu üzerinde iki çift laf ederim, not almak lazım.


Annemin, Stewie 'nin "Louis Louis Louis, mum mum mum mum mum, mummy mummy mummy, mother mother mother mother..." repliğinin bulunduğu Family Guy bölümünü izlediğine dair içimde garip bir şüphe belirdi nedense. Otomatiğe bağlayıp insanı çileden çıkartma tekniğini başarıyla pratiğe döktüğü için kendisini tebrik etmeliyim bir ara, bunu da not aldım.


Hazır çileden çıkmışken burdan müyap 'a seslenip öyle gideyim. Bir çeşit bezdirme tekniği midir bu anlamıyorum. Bilgisayarın dns ayalarlarıyla oynamayı bıraktım çünkü, bir süre sonra bayıyor. Yuutub yasağını bile hala sindirememiş olan bloggerların myspace ve lastfm 'lerini birgünlük de olsa engellediniz, aferin lan, tebrik ettim, hayret ve hayranlık karışımı duygularla takip ediyorum. Son 1 haftadır bloga erişimde süpsüper sıkıntılar da yaşıyoruz, onu hala anlamış değilsem bile nedeni ne olursa olsun onun suçunu da sizin üstünüze atmak istiyorum. Tamam beybi öptüm..

4 Eylül 2009 Cuma

Hastayım, 2 Metreden Fazla Yaklaşma!


(Bir iki hafta öncesi...)

Anne şahsı: bak kızım, kafanı koyduğun yerde zıbarıyorsun birşey demiyorum ama üstüne birşey ört öyle uyu, hasta olucaksın sonra!
Turşu şahsı: yaaaa tamam anne yaaaaaaa (Sıdıka 2)

(Birkaç gün öncesi...)

Anne şahsı: Bak yine uyuyup kalmış ya, sabah 5e kadar oturup 9da dershaneye gidersen böyle olur işte..
Turşu şahsı: ...
Anne şahsı: Turşucuğum uyan artık hadi bak hem üstün açık kalmış hem de incecik giyinmişsin..
Turşu şahsı: Hiyaaaaauuh (esneme efekti), yaaa tamam anne yaaaaaaa...

(Bu sabah...)

Anne şahsı: Günaydıın..
Turşu şahsı: Ya ne aydını yaaa! Dün gece kustum zaten, şuan tüm vücudum dökülüyor, her tarafım acıyor anne yaaa... Üşütüyorum sanırsam...
Anne şahsı: ...
Turşu şahsı: Bu konuda tek bir şaka bile istemiyorum, çok ciddiyim! Hadi sen bana çorba yap bence...


Aslında suç benim değil, dün akşamüstü bir iki saatlik kestirme sırasında gördüğüm rüyadır tüm bunların sebebi. Zaten içinde bol bol egzantirik olay vardı, Richard Linklater beni tanısaydı Waking Life 'ı tekrar çekmek isterdi, eminim bundan. Ama kesik sahnelerden oluşan rüyalar bütünümün bir bölümü vardı ki, şuan sırtım vikis yüzünden yanıyorsa, bu, o bölümün suçudur.

Otobüs durağında sevgili kuzenimle otobüs bekliyoruz. Gelmiyor bir türlü beklenilen taşıt. Sonra dayanamayıp telefonumu çıkarıyorum ve otobüs şoförünü arıyorum (belediye otobüs şoförünün telefon numarasının bende işi ne sorusu apayrı bir platformda tartışılmalıdır diyorum ben). Telefonu bol bol söverek açıyor kendisi, benim sesimi duyduktan sonra "anaa karıymış lan bu" diyor. "Ulan ancak otobüs gecikti mi ararsınız zaten siz karılar, birinize de farklı bi ortamda denk gelemedik amk" diye de devam ettiriyor ben suratına telefonu kapatmadan önce. Sonra otobüs şoföründen mesajlar gelmeye başlıyor efenim (bakma öyle rüya bu!), aklımda kalan sadece son mesajdı ama sırtımdan terler akıtarak uyanmama yetti de arttı. "Bak karı, ben Oscar Wilde okuyan entellektüel bir insanım, benimle beraber olucaksan kültürlü biri olmak zorundasın, cahil sevmem ben..." Sen şimdi soruyorsun "ulan tamam baya geyik bir rüyaymış ama ne alaka korkunç falan" diye. Seni temin ederim blogger, o rüyanın içinde olsaydın sen de kendini Teksas Katliamı vari filmlerde ölmek üzere olan sarışın hatunlar gibi hissederdin, öyle temin ediyorum yani düşün... E ben o rüyanın içinde sıkışıp kalmışken Mimi Wonka'nın sevgi dolu mesajıyla uyanınca bir anda kendime gelemedim, "uyandım dimi lan dimi dimi" diyerek şoku üzerimden attıktan sonra gayet de arka taraflarımın açıkta kalmış olduğunu farkettim, ayrıca korkudan terlemişim, işte burdan da konuyu neden hasta olduğum sorusuna bağlarım. Herşey Oscar Wilde okuyan belediye otobüs şoförünün yüzünden. Zaten ya çok geç geliyorsunuz ya çok erken, bir de rüyamda sardınız be amcacım!


En kötüsü de boğaz tahriş olur korkusuyla kahve içememek lan :(

29 Ağustos 2009 Cumartesi

Ne Güzel Bir Tesadüfsün Sen Böyle


Teoman- Mavi Kuş İle Küçük Kız

23 Ağustos 2009 Pazar

Yeni sürüm: Ceronimo Emo 5.0


Dün gece Nikki Hanımla (evet Nikki ruhlu olduğu kadar hanımdır da kendisi, severiz biz o pembe saçlı bayanı) msn başında car car muhabbet ederken konu bir şekilde çocukluktan kalma yara izlerine geldi. Dizlerimi inceledim, kollarımı inceledim, suratıma baktım, "hey gidi lan tarihi belge niteliği taşıyan yara izleri görmekteyim" diye düşündüm. Hayatım boyunca geçirdiğim en ağır hastalık olan suçiçeğini hatırlatma maksatlı yanağımda var bir iz -ki en ağır falan deyince suçiçeğinin çok ağır geçtiği düşünülmesin (iki hafta falan sürdü kanımca), anlatım bozukluğu yapmamaya gayret ediyorum, adam gibi hastalık geçirmedim ben zira. Ortaokulda çantamın içinde ucu açık kalmış Pink Floyd rozetinin güzel bi çizittirdiği koluma falan baktım, "yine de seviyorum ki ben sizi, canınız sağolsun" dedim hayatta kalan beylere.

Bugün de aklıma geldi yara izi muhabbetleri. Manyakçasına izlediğimiz filmlerdeki azılı suçluların suratlarındaki afili yara izleri falan.. Karizmatik bir azılı suçlu olmak için çok gerekli birşey o yara izi. Suratta oldu mu tadından yenmez. Karizmatik azılı suçlulara özendim sonra (hayır hayır Albert Fish 'ten bahsetmiyorum, karizmatik dedim, yamyam değil). Tak güneş gözlüğünü, topla adamlarını, birkaç banka görevlisini falan patakla, o sırada da kasiyere öpücük at gözlüğünü hafiften indirip (banka soyuyorsun, topla kendini, adam ol), dışarıda bekleyen arabaya atla, bassın gaza Corc.. Kendimi düşündüm öyle azılı bir suçlu olarak, yakışmaz mı ama lütfen? Kırmızı çerçeveli hippi gözlüğüm ve kolumdaki yara izi pek etkili olmaz, doğru, katılıyorum ona. Benden ancak torbaya paraları koyan eleman olabilir ama şöyle de bir durum var, aşk adamıyım ben (göndermelerde sınır tanımam => Moonlight-Josef ulan! 2. sezon istiyoruz biz) gelemem öyle silah işlerine falan... Ve ben bugün Public Enemies izledim, evet. Johnny Depp karizmatikti ayrıca, ona da evet. John Dillinger olmak kolay iş değil... Filmin sonunu bile bile izledim, hoştu yani. Dedim arada içimden "Johnny Depp, beybi, Clyde Barrow 'ların, Michel Poiccard 'ların kaderi bu, ölüceksin, kasmayalım bu kadar, 1934 yani..". Filmi izledikten sonra da "ismi çok geçti yahu" bahanesiyle winamp ı Pretty Boy Floyd- i wanna be with you ile süsleyip güzelce dinledim, iyi oldu hatırlattıkları.

*

Bir de dün gece hayatımın anlamını değiştirebilecek nitelikte bir duyum aldım. Bir blogger olmayı geçtim (bknz. blogger insanlarının normal insanlardan farkları# -ki yok öyle bir bağlantı), bir insan olarak hayretler içerisinde kaldım. Kulağıma çarpan haberi kısaca özetleyen şu soruyu sormak istiyorum, tepkilerinizi alırım sonra.

"Karısını döven 'emo' insanı bir fabrikasyon hatası mıdır yoksa yeni sürüm: emo 5.0 mıdır?"

İzmirli emo insanı evlenir, aile kurar (evet evet doğasına aykırı davranarak yapar bunu), çalışmadığı için annesinin evinde yaşamaya başlar taze karısıyla, her ne kadar temelde bir yanlışlık yapsa da doğası gereği çalışmaz bu emo insanı, karısı çalışır onun yerine. Sonra aldatır karısını, döver falan... Şimdiii... Önce gözlerini kapat, sakinleş, derin derin nefes al blogger, iyiliğin için söylüyorum çünkü birazdan bu olaylar dizisinin öznesi yerine o tanıdık yüzlerden birini (emo gencini) koyup olayları kafanda canlandırmanı rica edeceğim...

Çok kötü laan! Hani kalabalık yerde falan aklına gelse koparırsan kahkahayı deli damgası yersin o an itibariyle. Bir kere temelde bir yanlışlık olmuş dedim ya, öyle çünkü. Hani bir emonun elinde rakı, ortada kavun tabağı falan, karısının parasını yediği bir sahne canlanamaz bir insan evladının gözünde. Varoluşuna aykırı, öyle üretilmiyorlar ki onlar. Saçından çektiğin zaman ağlaması en bilindik fonksiyonudur zaten. Beyaz atlet, karı dövmece... o işlere başka tarz insanlarımız bakıyor. Amacımızı, yerimizi, varoluş nedenlerimizi bilelim ona göre davranalım efendim, lütfen!

*

Az önce alışverişteydik anne-baba-turşu üçlüsü olarak. Girişe doğru yürürken babam annemi ani bir hareketle durdurdu. Annem de çığlığı koyuverdi az daha ezmekte olduğu şeyi görünce. Ayaklarımıza dolaşıp duran turuncu renkli, mavi gözlü avuç içi kadar bir kedi yavrusu. Babam anneme bakıp güldü biraz, annem şaşkınlık içinde babama bakıp güldü, ben de o sırada Mimi Wonka'nın yolladığı siyah converse imin sağ tekinin üzerine oturan kediyi sevmeye başladım. Ağzımdan çıkan ilk cümleyi duyar duymaz babam kolumdan çekiştirip, kediyi de ayağımın üstünden itti kenara. "Ya bırakmışlar yavrumu buraya, götürelim biz bunu!" demiştim ben. Ama malesef kolumdan içeri sürüklendim "deli misin yahu" tepkileri eşliğinde. İnsanlar garip garip bakıyordu ayaklarının altında dolaşan kediye. "Ulan" dedim içimden, "benim elimden bir bok gelmiyor, ramazan için torbalarca alışveriş yapmayı biliyosunuz da sahip çıkmayı falan geçtim vulgarca iteliyorsunuz hayvanı ordan oraya" dedim ardından da sövdüm fısıldayarak (kanımca bir güvenlik görevlisi duydu). Alışveriş bittikten sonra annemlerin uğraması gereken bir yer daha çıktı, ben de arabaya yollandım orada beklerim diye. Arabaya girdikten 5 dakika sonra "Siktir ulan, birini bulasaya kadar tutarım hiç olmadı elimde" gazıyla çıktım arabadan, orada burada kediyi aradım. Sonunda 20-25 yaşlarında bir hatunun dibinde gördüm, okşuyordu o da kediyi. Gittim yanlarına, daldım direk "merhabalar, evet hımmm, ne insanlar var yahu, lafa gelince herkes iyi insan modeli oluyor ama biri de cesaret edemiyor küçücük kediyi bir veterinere falan götürmeye. Ben kanımca alıcam bunu yanıma" dedim. Hatun merhaba karşılığımı verdi, cümlelerime katılır vaziyette "hıhı, kesinlikle katılıyorum, evet yahu" yorumlarını yaptı ve dedi "arkadaşım bir kutu bulmaya gitti, gelicek birazdan götürmeye karar verdi kediyi". Dedim "canın sağolsun, iyi olmuş, benim hatun evde cehenneme çevirirdi hayatımı, işin o gerçeği de var. Her nefes tıkanıklığında bana küfrederdi, iyi iyi sevindim", sonra oturdum kaldırıma, yine converse imin sağ tekinin üstüne kurulan kediyle oynadım bir süre. O güzelliğe bakıp zırlama eşiğine geldiğimi utanmadan söyleyebilirim herhalde. Mutfak balkonunun altındakileri besledim ben de eve gelince anneme çaktırmadan.

*

Geçen sene bu dönemlerde hatrı sayılır sıklıkta bahsettiğim güzel alerjim geldi yine. Geçen günün sabahı uyanma sebebim olan 4-5 kere arka arkaya hapşuruklar (yanlışım varsa düzeltme, seviyorum bunu) bitip de burun akıntısı başlayınca dibimdeki sehpadan selpak kutusuna uzandığımda ağzımdan çıkan ilk kelime; "Haleluyaa". Nasıl bir hallelujah olabilirse artık bu... En kötüsü de o tam hapşurma anında, bir anlık duraksamayla hapşurma hissinin kaçması, gözlerin sulanması, burnun akması ve "amk laaaan!" haykırışları... Ama yine de inat değil mi lan, olmam aşı falan ("ahanda buraya yazıyorum" efekti vermeye çalışırken "monitör lan bu" farkındalığı").

Son olarak;

http://www.cumhuriyet.com.tr/?im=yhs&kid=12&hn=75740

Derinden bir "yuh!" çekerim ben buna. Taş olursunuz laan!

18 Ağustos 2009 Salı

The Piano Has Been Drinking, Not Me...

(Shot 1)

Uzun süre evden dışarı çıkmayınca insan sosyal hayatın nasıl birşey olduğunu unutuyor, ayak uyduramıyor o alana, sudan çıkmış balık misali bakınıyor çevreye. Her daim içinde bulunduğum durum olduğu için sudan çıkmış balık grubuna dahil etmiyorum kendimi. Ama eve dönüş yolunda "yok yahu ev gibisi yok, kahve güzel, mekan güzel, koltuklar rahat, müzik seçimi süper falan, çekiyorsun şortu tişörtü kuruluyorsun bulduğun en rahat yere, tanıdık mekan, atraksiyona mahal yok, devam.." yorumları yapmak da ayrı bir zevktir ("İnsanlara ayak uyduramadığın gerçeğini gizlemek için güzel bir bahanedir ki bu" tepkilerini görmezden duymazdan gelmek işimin bir parçası).

(Shot 2)

Evet görüldüğü üzere ben bugün evden çıktım ve sohbet etmekten hoşnut kaldığım bir arkadaşımla buluştum. Kahvenin iğrenç tadına, fiyatına, ortamdaki müziğe küfrettim. İnsanlar cıvıl cıvıllar onu farkettim. Ben de cıvıl cıvıl oluyorum birçok zaman ama bugün değildim, kahvenin tadı iğrençti, çok küfrettim. Ayrıca kafam pek bulanıktı, öyle ki, 18 aşısını yaptırıp babasının motoruyla şuan Hindistan'da olması gereken arkadaşımı önümüzden pembe saçlı sevgilisiyle geçerken gördüğümde "emin miyim lan?" düşüncesiyle gerçekten önümüzden geçip geçmedikleri konusunda yanımdaki arkadaşın onayını alma ihtiyacı duydum. İlginçtir ki kendisiyle vedalaşmıştık bir daha ne zaman görüşürüz kim bilir diye.

(Shot 3)

Evde kalsam daha verimli zaman geçirirdim (verimli zaman anlayışımı bu platformda tartışmayalım lütfen Pier, ki evet, malum İzmirli grupların feysbuk sayfalarına dadanmak, ben bu şarkıyı üst üste en fazla kaç kere dinlerim? sorusuna cevap aramak, "Louis Garrel 'la bir Godard filminde oynasak" fikri üzerine les chansons d'amour soundtrack eşliğinde kafa yormak, evet yeterince verimli geçerdi zamanım, hiç değilse kahvemi kendim yapıyorum ve güzel oluyor.) dediğim bir günün ardından Tom Waits dinleyip karpuzlu votkayı koklamak bulanık kafama ferahlık getirdi, cıvıl cıvıl insanlardan oldum an itibariyle.

(Shot 4)

Tom Waits demişken...




" I never told the truth, so i can never tell a lie" demiştir bu adam bir şarkısında da, dinlemesi, eşlik etmesi pek zevklidir. Son haftalarda aklımdaki ve kalbimdeki yerinde bazı değişiklikler yapmış, Coffee And Cigarettes' ın tiryaki elemanı olmayı bırakıp lastfm profilimin en çok dinlenen sanatçısı olmuştur. Bu noktadan sonra Gary Graff'a bırakırım sözü ve oturur Telephone Call From Istanbul dinler, izler, dans bile ederim..

"Sesi, bir fıçı burbonda ıslatıldıktan sonra beş ay tütsülenmiş ve ardından da bir arabanın altında çiğnenmiş gibidir..."


Bugünün 18 Ağustos olduğunu, daha doğrusu Alexander Supertramp 'in ölüm yıl dönümü olduğunu Mimi Hanım sayesinde hatırladıktan sonra kendisini votka eşliğinde anıp yavaştan çekilirim köşeme..

(Shot 5)

Tom Waits- Whistlin' Past The Graveyard
Tom Waits- Telephone Call From Istanbul

8 Ağustos 2009 Cumartesi

Çemkir Be Ablacım

Efes Bira Grubu Türkiye Bölge Başkanlığı Pazarlama Direktörü Dilek Başarır:

"Alkollü içki reklamlarında, içki tüketiminin diğer gıda maddeleriyle ilişkilendirilmesinin yasaklanmasının nedenini anlayamıyoruz. Çünkü bizler, alkollü içkilerin uygun bir yiyecekle birlikte tüketilmesinin çok daha bilinçli bir tüketim yolu olduğuna inanıyoruz. Sinemalara ilişkin yasak ise sanki yasaklamıyor gibi yapıp aslında açık bir şekilde reklamı yasaklamakta. Ayrıca "Coğrafi, tarihi, kültürel, sanatsal değerlerle ilişkilendiren içerik kullanılmamalı" deniyor. Bu da turizm gelirlerine katkıda bulunmak ve daha çok turisti ülkelerine çekmek amacıyla birçok ülkenin kullandığı yöntemin Türkiye'de yasak olmasının ülkemize rekabet dezavantajı getireceği demek. Bu değişikliklerin gençleri alkolden koruma amacıyla yapıldığı belirtiliyor. Oysa tüm dünyada olduğu gibi 18 yaş altına Türkiye'de de alkol satmak ve onların içki satılan yerlere girmeleri yasak. Ancak bu yeni düzenlemeler yetişkinleri de kapsayacak şekilde geniş tutuluyor. Reklama getirilen düzenlemeler yasaklamıyor gibi gösterip yasaklamanın ince bir yolunu oluşturuyor. Üyesi olmayı hedeflediğimiz Avrupa Birliği üyesi ülkelerde piyasayı düzenleyen çalışmalar var, ancak pazarlama ve tanıtım faaliyetlerinin bu derece kısıtlanması hiçbirinde söz konusu değil."

Mey İçki Pazarlama Direktörü Çiçekten Becel:

"Böyle bir yasak neden çıktı bilmiyoruz, anlamıyoruz. Bu sektörde faaliyet gösteren firmaların hepsi belli bir sorumlulukla ve Türkiye 'nin hassasiyetlerine son derece özen göstererek çalışıyorlar. Çünkü zaten Müslüman ülkedeyiz ve insanların belli konularda hassasiyetleri var. Bir de işin sağlık yönü de var. Bugüne kadar bunlara dikkat ederek ve Avrupa Birliği'nde uygulanan normlara uygun olarak işimizi yaptık zaten. Kaldı ki, bu yeni yasa bir takım riskler içeriyor çünkü çok muğlak ifadeler ve tutarsızlıklar var. Nitekim biz de alkol üreticileri olarak şu anda konuyu hukukçularla görüşüyoruz, bir karşı dava açmayı düşünüyoruz. Reklamların sinemalarda gösterilmesine ilişkin yeni durum, sinema reklamı yasaktır diyor aslında. Çünkü +18 kodlu filmler bir yıl içinde çok az vizyona giriyor zaten ve bu filmler şiddet içeren tatsız filmler oluyor genellikle. Ayrıca her sinemaya giden insanın takdir edeceği gibi, kimse film bittikten sonra salonda beklemiyor. 'Sinemada reklam yasaktır, nokta' diyorlar, başka bir yoruma bile gerek yok. Reklamlarda gıda ile ilişki kurulmaması da dünyadaki uygulamalardan farklı. Çünkü Avrupa 'dan Güney Amerika 'ya kadar dünyanın hiçbir yerinde reklamların içeriğine bu biçimde müdahale edilmiyor. Sadece alkol içtiğiniz zaman fiziksel olarak güç kazandırma gibi bir ima ya da telkin olmasın isteniyor. Onun dışında 'Akropol'ü mü yanına koymuşum, yoksa Eyfel Kulesini ya da gravyer peynirini mi' diye bir durum yok. Dolayısıyla bizde şu anda bunun dışına çıkılıyor. Sonuçta alkol ağırlıklı olarak yiyecekle tüketiliyor. Özellikle şarap ve rakı... Bunu bu kadar zorlayarak ayırmak anlaşılır bir şey değil. Tüketmeyin demeye çalışıyorlarsa reklamları tümden kaldırmalılar çünkü reklamın özü zaten insanları tüketime teşvik etmektir. Ayrıca Türkiye 'de pek çok turist var. Biz neden rakıyı dünyaya tanıtmayalım ya da dolaylı olarak da ihracatımızı arttırmayalım? Neden ben rakıyla Boğaz'ı, Galata Köprüsü'nü yan yana koyamayayım? Biz Türkiye 'ye gelen turistlere rakıyı tanıtıyoruz aslında ama şimdi bunu yapamayacağız. Rakıya hem bir taraftan milli içki statüsü kazandırmaya çalışıyoruz, Ouzo ile benzer avantajları almasını istiyoruz, sonra da böyle bir yasak getiriyoruz. Avrupa Birliği uyumu çerçevesinde yapılan çalışmalardan biri buydu aslında. Bizzat Egemen Bağış'ın üstlendiği bir görevdi yani ama şimdi bu yasakla biz Ouzo ile aynı statüde değiliz, Ouzo tüm Yunan kültürünü kullanabiliyor, biz kullanamıyoruz. Yasada gazete reklamlarını düzenleyen kısım da muğlak. Gazetelerin hangi bölümünü gençler okuyor? Kim ekonomi sayfasını hiçbir gencin okumadığını iddia edebilir? Yani ben ekonomi sayfasına ilan verdiğimde yarın biri bana karşı dava açabilecek mi? Bazı tutarsızlıklar var, gösterilen amaca uymayan muğlak kısımlar... Bunları biz gerçekten anlayamıyoruz çünkü ne AB çabalarına uyuyor, ne de yurt dışındaki örneklere... Çok açık uçlu bir yasa... Hatta bizim için devamlı bir tehdit unsuru gibi: 'Acaba bu ilan bir soruna neden olur mu?'"

(kaynak: Cumhuriyet Gazetesi Haftasonu Eki)

***

Rakının yanına balık, beyaz peynir, kavun koymayacaksın. Hele bir de Boğaz manzarası, yok artık. Mazallah 0-12 yaş arası çocuk görür televizyonda, "balık besleyici, Boğaz ise çok klass, içelim güzelleşelim o zaman Mahmut" der, yumulur kadehlere.

Şöyle buz gibi şişede birayı görüp ağzımızın suyunu akıtıp, iki koşu tekelden edinmek için de gazetelerin ekonomi sayfalarına bakmamız gerekecek.

Var ya böyle neler yapıyor bizim koca oğlanlar diye gazeteyi açıp bakıyorum, protesto eden öğrenciler gözaltına alındıktan sonra döner ısmarlayan başbakanı, yüzde yüz artan harç paralarını, balıksız kalmış rakıyı falan görüyorum da, var ya... hani hayranlıkla izliyorum o süpersonik bünyelerin ortaya çıkardıkları işleri.

6 Ağustos 2009 Perşembe

çukurnot: Ağustos'un ilk yazısını Denizli'den döndükten sonra (Cuma gecesine denk geliyor ama sen kafadan haftasonunu da çıkar yani) yazacağımdır. Şimdilerde "Abi'nin Yeri" ndeyim. Güzel mekan.. Çatı katı, vantilatör, hoş bir yer... Kahvaltı için ideal yerlerden biri aşırı nemli ortamını görmezden gelirsek. Neyse öptüm kırmızı temalı blogumun gözlerinden... (Başı ve tüm gözeneklerine sıcak işlemiş saftirik blogger insanının yazdığı küçük notun ağustosun ilk yazısı olduğunu farkedememesi durumu...)

31 Temmuz 2009 Cuma

Bugün kafein mutluluğunun bünyeme yeterli olduğu, nikotine gerek olmadığı gerçeğiyle yüz yüze geldim. Dumansız hava sahası bilmem nesi yüzünden değil. Kafelerin açık alanlarında gayet de içilebiliyor. Çay bahçeleri, parklar vs... Sadece dank etti bir an birşey. Kansere davetiye çıkarma korkusu falan da değil o dank eden. Otobüste gelirken düşündüm. Öncesinde birkaç arkadaş toplanmış çay kahve içip muhabbet ediyorduk, ben de paket taşıyan arkadaşın paketinden otlanıyordum bir iki. Otobüste, kulağımda Stones tıngırdıyordu i tell you love, sister, it's just a kiss away, it's just a kiss away diye diye.. Sonra birileri muhabbete sardı, Phaedrus'udur, Pier'idir (bak bu nereden geldi bilmiyorum, maşallahı var bilinçaltı Andy Warhol fabrikası gibi olunca takip etmiyorsun kim geliyor kim gidiyor -ki benliklere isim takmak çok eğlenceli bir olay vazgeçemiyorum), Alasse malasse başladık.

Phaedrus: ya o değil de, paket almaya alışık değilsin, zaten kıyamıyorsun o paraya gidip çikolata alıyorsun, yazık değil mi paketi yarılamış arkadaşlarından otlanıyorsun falan?

Alasse: ya yok, iyi gidiyor arkadaş muhabbetinde, konserde falan, elin boş kalmıyor, o yüzden..

Pier: bence uzaktan izleyip "zıkkım için lan ahaha" diye gülmek daha eğlenceli..

Phaedrus: hayır biliyorum ben seni, ipini salsak aileden ayrılınca üniversitede kıyarsın paraya devam edersin o şekilde de mesele o değil. sıkıldık lan.

Pier: bi de "sonsuza kadar yaşarım olm ben" diyordu, keko afsdafdas

İsmini vermek istemeyen bir seyirci: ya bi sittir git.

Alasse: ee tadımlık, otlanmaca, parazit olayını bırakıyoruz yani öyle mi? iyiymiş, tamam diyorum bu teklife.

Phaedrus: dumansız hava sahası style..

Alasse: olm çok gevezesiniz lan, sıçtınız gimme shelter a.

Pier: bloga özet geçersin...

30 Temmuz 2009 Perşembe


"-Hayattaki en büyük amacınız nedir?
-Ölümsüzleşmek... Sonra da ölmek."

demiş Sayın Godard, Bay Melville aracılığıyla. Son 1-2 aydır Godard 'a bir saygı yazısı yazıp yazmamak konusunda tereddüt içindeydim. Sonradan vazgeçtim. Üstad diye bellediğin bir sanatçıya olan saygını dile getirmek istiyorsan şöyle iddialı, az ve öz bir giriş cümlesi (ya da kapanış cümlesi ya da tek bir cümle) sarfetmek her zaman iyiydi çünkü. Öyle ya, üstad dediğim o insan bile üstad diye bellediği o insan için bir cümle söylemiştir, tarihe kazınmıştır.

"The cinema is Nicholas Ray."
-Jean-Luc Godard

2-3 hafta önce Travis 'in yazdığı À Bout De Souffle yazısını okuyunca uzun zamandır dinlemediğim bir grup aklıma geldi (cümlede geçen uzun zaman tamlaması yaklaşık 1-2 haftaya tekabül etmekte (evet tekabül etmek karizmatik bir eylem olmakla birlikte konunun akışı gereği ortama vintage bir hava da katıyor (hem tekabül diyerek aklını alır hem de vintage diyerek tuz biber eker, birbirinin içine açılan parantezlerle başladığın yeri unuttururum))). Nouvelle Vague, son albümleriyle en sonunda favori gruplarım arasına girmeyi başarmış pek güzel bir bossa-nova cover grubudur. Kulağımızın hep aşina olduğu o eski parçalara yaptıkları harika coverlar değil tabiki grubu gözümde bu kadar özel yapan. Vokal listesinin Camille 'den Melanie Pain 'e, Phoebe Killdeer 'a, Sophie Delila 'ya kadar uzaması ve bu vokallerin parçaları, orjinallerini daha önce hiç dinlemeden yorumlamaları sonucu ortaya daha özgün şeylerin çıkması da değil (ben bu durumu pek inandırıcı bulmam ama yine de güzel bir fikir olduğu konusunda hemfikirim). Kurucular Marc Collin ve Olivier Libaux 'ın yaptıkları işlerin buram buram Godard kokması asıl heyecan verici olay. Grubun isminin Nouvelle Vague olması ve ilk albümün de aynı adı taşıması bu kanıya varmak için yetersizdir belki. Ancak ikinci albümün adının Bande À Part olması ve Dance With Me parçasına klip olarak Bande à part 'taki pek uzun dans sahnesini seçmeleri (bardağı taşıran son damladır!) N.V. 'nin en sevdiğim gruplar arasına girmesindeki en büyük nedendir. Son albümde Depeche Mode, Talking Heads, Sex Pistols, Echo & The Bunnymen coverlarından ziyade bir Soft Cell- Say Hello, Wave Goodbye yorumu vardır ki, haftalarca winamp listemden, mp4ten, dilimden düşmemiştir. "Marc, Olivier, bir dahaki albümün ismini Vivre Sa Vie istiyorum, ayağınızı denk alın'" içerikli tehdit mailleri gönderme planlarım şimdilik rafa kaldırıldı tarafımdan. Patti Smith teyzemi de oyuncu listesinde gördüğümüz Socialisme 'yi izledikten sonra düşünürüm birşeyler.

Nouvelle Vague- Say Hello, Wave Goodbye


Ve konu değiştiriyorum...

İnsanın çocukluğundan hortlayan anıların birbir yüzüne vurulması gerçekten şok edici birşey. Çünkü çocukken nasılsanız hala öyle olduğunuzu farkediyorsunuz. "Birkaç kitap, birkaç film, biraz müzik" kadar değişmişsiniz ancak, öz yine aynı. Cücüklük dönemlerim memur anne-baba tayinleri vs yüzünden Rize'de geçti. Çalışan ebeveyn durumu klasiği olarak abim de ben de Rizeli bir çiftin elinde büyüdük sayılır. Şuan ikimiz de tam anlamıyla "eşşek kadar" insanlar olmuşsak da, şehir değişimlerine rağmen bakıcılarımızla bağlantıyı koparmadık ailecek. Son görüşmemizin üstünden 5 yıl geçtiği için 2 gün önce atladılar otobüse 23 saatlik otobüs yolculuğundan sonra geldiler yanımıza. Haliyle kahvaltıda, öğle çayında, akşam yemeklerinde konuşulan genel konu çocukluk anılarımız. Hiç hatırlamadığım, duyunca "olur da birgün zaman makinesi falan icat edersem, yapacağım ilk iş "Velet Alasse"yi alnından öpmek olacaktır" diye düşündüğüm şeyler anlattılar. Bakıcı komşuya kadar gittiğinde küçük veletlerin zorla bezlerini değiştirme girişimlerim (direnmelerine fırsat kalmadan halı batıyormuş zaten ota boka), kapıyı çalan bakıcıma "çatladın mı, bekle 5 dakka şu dizi bitsin öyle açayım" çığırmalarım, evdeki 3-5 çocuğun kepazeliklerine dayanamayan bakıcımın bayılması üzerine başına toplanan veletlere "numara yapıyo o, inanmayın, aynısını geçen hafta da yaptı ki" uyarılarım... Şu zaman makinesini bir an önce icat etmek lazım diyorum ben, kahramanımsın Cücük Turşu!

21 Temmuz 2009 Salı

Son zamanlarda eski bir alışkanlığa geri döndüm blogger. Süt içmeye başladım. Günde iki kupa (kupa dediysem 3 su bardağı süt kapsayan cinslerinden yess). Sabah kahvaltısında ve gece Moonlight izlerken. Akşam 10da içilen sade kahve adamı 4e, 5e kadar ayakta tuttuyor. Sabah erken kalkmak istesem de en erken öğleden sonra 1 suları gözümü açtığım için evet akşam içilen kahveden 2-3 saat sonra dikiyorum o sütü. Ha bir yararı oluyor mu diye sorarsan, hayır derim. Yine yatağa girip ninni niyetine Tom Waits hırıltıları dinliyorum, Rain Dogs albümü bitmeye yakın sızıp kalıyorum.
1 ay sonra dershaneler açılacağı için soğuk duş etkisi yaratmasın diye yavaştan ders çalışmaya başladım, erken kalkmak icap ediyor haliyle. Matematiğidir, fen'idir vs gidiyor bir şekilde ama ingilizce çalışmam konusundaki çelişkiler çevremde hala sürüyor. Kimileri "yds bu, oturup test çözeceksin ingilizceden, öyle sabahtan akşama kadar film izlemeyle olmaz bu iş" diyor. Bense hala "How I Met Your Mother ingilizce altyazıyla izlenirse Boğaziçi garantidir hocam" mantığının arkasındayım. O "kimileri" doğru söylüyor ama. Yds hazırlığı yapan bir öğrenciden ingilizce konuşmasını, yazmasını beklemek ayıp olur. O adam bozmuştur kafayı perfect tense lerin formülleriyle (evet okullarda formülle öğretiyorlar ingilizceyi), en çok sorulan phrasal verb lerle vs (Bu noktada 8-12 yaş arası şımarıklığımı ortaya çıkarıp "Çocukluğumdan beri Janis Joplin, Pink Floyd şarkıları söyleyip çeviriyorum, sen karşıma beş şık koyuyorsun, yabancı dil beş şıklı mı konuşulur beybi?" diye sorarım ama adi yds en az 95 net ister, David Gilmour Amca'nın da beş şık konusunda pek bir yardımı olmaz)... Neyse sevgili blog sayfam temmuz ayında sınav sistemi çemkirmeleriyle dolmasın, dönem başlasın bol bol söveriz..

*

Aslında değinmek istediğim konu köpekler. Yapmışımdır belki bu muhabbetin aynısını eski yazılarda ama yazı geçer gider, bu köpekler evin dibinde havlamaya devam eder. Hani seveni vardır ona birşey diyemem ama ben nefret ediyorum o hayvanlardan. Ne zaman yürüyüşe çıksam tasmalarıyla orda burda dolaşan ve gördükleri anda suratıma suratıma bağıran köpeklerle karşılaşıyorum. Kedi insanı, köpek insanı diye bir ayrım yapılır ya, öyle birşey varsa kesinlikle kedi insanıyımdır ben. Kedi karizmatik bir hayvan bence. Her gördüğüne bağırmıyor. Çekiliyor köşesine, "kuul" bir havayla kesiyor gelen geçeni ancak. Sevdiğim köpekler de yok değil. Bazı arkadaşlarımın kendi halinde takılan, sakin köpekleri var, seviyorum onları. Car car bağırmıyor yanından geçtiğinde. Cinsine, o'suna bu'suna göre de ayrım yapmıyorum hepsinden çıkıyor uyuzu, sakini ama o süs köpekleri yok mu.. Hareket eden birşey gördüğü anda otomatiğe bağlayıp rahat 1-2 saat durmadan ciyaklayan başka bir canlı bilmiyorum ben. Kabus gibiler ve heryerdeler. Yaşadığımız mahalle ve çevresi genelde bahçeli evlerden oluştuğu için ipini koparan kulübeyi bahçeye dikip kendine bir köpek ediniyor. O koca koca dobermanlara falan alıştım tamam da (hayır her geçtiğimizde "merhaba cici doberman bugün nasılsın?" tarzı bir alışma değil bu.. Geçmiyorum o evlerin yanından, en fazla o kadar alışabiliyorum), o süs köpeklerinin nereden çıkacağı belli olmuyor. Sahiplerini hiç anlamıyorum. Hadi hırsızlık olayları falan sık sık oluyor diye aldın bir doberman ama süs köpeği lan! Evine girecek hırsız ancak benim kafadan bir eleman olmalı ki o ciyaklamayı duyduğu anda gidip kendi teslim olacak. Hiç sevmiyorum köpekleri, süs köpeklerine istisna bile yapmıyorum. Ki paspasa benzeyen görüntüsü yüzünden birinin üstüne yanlışlıkla basmışlığım bile vardır, o gün de ciyaklamıştı durmadan. Çok güzel kedi- köpek ayrımı yapıyorum biliyorum ama kedi hakikaten başka birşey. Turşu'nun alerjik bünyesi kurban olsun size.

15 Temmuz 2009 Çarşamba

"Modem Canavarı" Dedi Bana Bilgisayarcı Pier.. Canavar Diğilim Ben!


15 gün içinde bir insan şimşek, fırtına vs yüzünden iki kere modem değiştirmek zorunda kalabilir mi yahu?Hani uğraşsan olmaz bu kadar sürede.

Senelerdir kullandığın modem şimşek çakması sonucu elektrikler gidince "şıraak!" diye bir ses çıkararak yanar. Tüh lan der üzülürsün, 50 milyona yenisini alırsın mecburen (ki teknolojik alet edevatlardan anlamayan biri olarak onu da kurmak için günlerce uğraşır (Denizli'de okuyan abiden, tatildeki arkadaşa, Mimi'nin kardeşine kadar herkesi arayıp telefonda modem ayarları çözümlemeye çalışır), akabinde kasayı ve modemi toplayıp bilgisayarcıya götürürsün, orası ayrı bir maceradır (kasasız da kurulabileceğini öğrendiğindeyse boşu boşuna taşıdığına yanarsın vs)). Sonra aradan iki hafta bile geçmeden ikinci bir şimşek gelir akşam vakti. Tam How I Met Your Mother 'ın beklediğin bölümü inmek üzeredir, sende şimdiye kadar inen bölümleri izlemek üzeresindir ve şansa bak ki dibindeki pencerenin panjurları kapalı olduğu için bir anda aydınlanan gökyüzünü çok geç farkedersin. Farkettiğin anda modemin fişini çekme girişimlerinde bulunurken "şıraaak!". Yine aynı sesi duyarsın ve mucize gibi garip garip şeyler beklersin elektrik gelene kadar. Ama anlamışsındır ki cebinde kaşınan yeni bir 50 milyon vardır (Bu sinirle şanssızlığına söverek masaüstüne yeni metin belgesi açar, yazarsın birşeyler ama bu keko durumu sindirememenin verdiği gazla 2. tekil şahıs yüklersin cümlelere).

Hayır bazen düşünüyorum böyle uzaklarda, kimsenin gitmediği, gidip de göremediği, görüp de geri dönemediği yerlerde, hayatlarımızı izleyen ve "abi bu sefer ne ipnelik yapsak bu tiplere nihoahaohaoa evet evet yaşasın sinir krizleriiii" diye coşup doyuma ulaşan birkaç adamın varlığına inanıyorum ben ve bir yakalasam o kemik çerçeveli gözlüklü keltoş herifleri çok pis benzeticem lan! (ki sanıyorum japon bunlar.)

9 Temmuz 2009 Perşembe

Kritikselleştirdiklerimiz-4

Le Premier Jour Du Reste De Ta Vie (2008)

Marc-André Grondin filmlerine göz gezdirmeyi çok uzun zaman önce kafama koymuştum. C.R.A.Z.Y. yi izleyip, en sevdiğim film ilan ettikten hemen sonraydı, evet. Ama üşengeçlik, unutkanlık, zaman bulamama vs yüzünden oturup imdb listesini incelemişliğim yoktu. Geçenlerde Mimi Wonka 'yla bir muhabbet sırasında kafamıza dank etmiş, içlerinden birini seçmeye girişmiştik. İsminin de etkisiyle (Geri Kalan Hayatınızın İlk Günü) indirdim filmi. Aile üzerine dram-komedi serpilmiş bir film. Biraz klişe bir konu ama o kadar samimi işlenmiş ki, türlerinden ayırıp ayrı bir rafa kaldırmamak mümkün değil. Anne-baba-üç çocuk- bir köpek. Köpek ölür, çocuklar büyür, çift yaşlanır. Ergen problemleri, nesil çatışmaları, olgunlaşma, hayal kırıklıkları, yaşlanma kaygısı, kaybetme korkusu ve dağılma eşiğine gelmiş aileyi bir arada tutma çabaları.. İlk cinsel deneyimini yaşama hevesi (korkusu) ile kapıdan içeri adımını atan genç kızın kafasını çevirdiğinde çocukluğundaki haliyle karşılaşması ve kapanan kapının altından sızan kan. Yaşlanma korkusunu taşıyan annenin başarısız aldatma girişimleri, taksi şoförlüğü yaparak para kazanan babanın ise (Jacques Gamblin) başarısız sigarayı bırakma girişimleri. Partide kız kardeşine asılan erkekle tartışan en büyük abinin sinirlenip oğlan kardeşine (Marc-André Grondin) yumruk attığı anda çalmaya başlayan ve bu beklenmedik süprizle kanımı donduran Janis Joplin- Summertime... Yani tamamiyle sıradan bir aile yaşantısının sıradışı bir içtenlikle seyirciye sunulması. David Bowie- Time, Janis Joplin-Summertime, (son sahnede çalan) Lou Reed- Perfect Day... şeklinde giden (ve nedense hiçbiryerde bulunamayan) soundtrack'iyle ve Rémi Bezançon 'un takdire şayan yönetmenliğiyle bir Marc-Andre Grondin filmi yeniden favorilerimin arasına girmiş bulunmakta.

Le Scaphandre Et Le Papillon (2007)

"Bugün bütün yaşamımın bir başarısızlık dizisi olduğunu farkettim. Sevemediğim kadınlar, elimden kaçırdığım fırsatlar, uçup havaya karışan mutlu anlar. Sonucu önceden bilinen ama kaybetmeye mahkum bir yarış. Kör veya sağır mıydım o sıralar? Varlığımın gerçek özünü görebilmem için elim ayağım tutmaz mı olmalıydı?"

"Artık şikayet etmeyeceğime karar verdim. Farkettim ki gözüm hariç felç geçirmeyen iki parçam daha var. Hayal gücüm ve hafızam... Hayal gücüm ve hafızam, dalgıç giysimden çıkabilecek iki yol bana."

"Yıpranmış perdemin arkasındaki solgun aydınlık sabahın ilk ışıklarını çağırıyordu odama. Topuklarım ağrıyordu, kafam çok ağırdı. Sanki bir çeşit dalgıç giysisi bedenimi tutsak ediyordu. Hayatımın şuanki amacı, geçmiş maceralarımla yatalak notlarımı birleştirip yalnızlığa hapsedilmiş kıyılara bırakmak."

Le scaphandre et le papillon; Elle dergisinde editörlük yapan Jean-Dominique Bauby 'nin locked in syndrome adındaki hastalığın etkisiyle bir gözü hariç bedeninin tamamının felç geçirmesiyle değişen yaşamını anlatıyor. İletişim kurmak için Jean-Do 'nun tek yolu gözünü "evet" için bir, "hayır"için iki kere kırpmasıdır. Cümleler kurabilmesi için kelimeler kurabilmesi gereklidir. Kelimeler kurabilmesi için harfleri birleştirmesi, harfleri birleştirmesi için de kullanım sıklığına göre dizilmiş alfabeyi baştan sonra duyması, her doğru harfte gözünü kırpması gerekmektedir. Filmin büyük bir kısmı, Jean 'ın felç geçirmesinden ölümüne kadar uzanan süreçte hayal dünyası, umutsuzlukları ve dış dünya hakkındaki gözlerimleri onun gözünden yansıtılmış. Hem filmi hem de yönetmen Julian Schnabel 'i ve Jean-Dominique rolündeki Mathieu Amalric 'i yakın takibe almanızı tavsiye ediyorum efendim.


Senaryosu, durgun havası, müzikleri ve yönetmeniyle akla geldikçe çıkartılıp izlenecek filmlerden biri la double vie de veronique. Polonya'da yaşan Veronika ve Paris'te yaşayan Veronique 'nın birbirlerinden habersiz ama bir şekilde paralel giden yaşamları (Ki paralelliği çevrelerindeki insanlarda, günlük yaşamlarındaki davranışlarında ve zaten aynı kişi (Irene Jacob) olmalarında görebiliyor insan). Veronika 'nın bir müzisyen olarak ilk performansında öldüğünü söylemekte bir sakınca görmüyorum çünkü zaten filmin büyük bir bölümü Veronique 'nin hiç tanımadığı bu kızın ölümünden sonra değişen ruh hali ve davranışları üzerine işlenmiş. Krzysztof Kieslowski hakkında şöyle harikadır, böyle süpsüperdir demeyeceğim ama filmi izledikten sonra "bu adam başka neler yapmış yahu" diyerekten imdb ye göz gezdireceğinizi düşünmekteyim.

Die Welle (2008)

Die Welle konusunu 1960larda Kaliforniya'daki bir okulda geçen olaydan almış. Filmde ise yer Almanya'da bir okul. Olaylar; araba kullanırken bangır bangır Rockn Roll High School dinleyen, tüm 1 Mayıslara katılan, Ramones tişörtlü beden eğitimi hocası Rainer Wenger 'in okuldaki proje haftasında konu olarak anarşiyi istemesine rağmen otokrasi dersine girmesiyle başlıyor. "Almanya'da bir daha diktatörlük olur mu?" sorusuna verilen "Kesinlikle olmaz, bunun için çok bilinçliyiz" cevabının karşısında Rainer, konuya ilgi göstermeyen öğrencilere aktif bir hafta geçirmek için bir öneride bulunur. Liderleri Rainer olarak bir hafta boyunca derslerde otokrasiyi pratiğe dökeceklerdir. Üniforma zorunluluğu, izin alıp ayağa kalkarak konuşma kuralı ve bu tip hafif uygulamalarla başlarlar deneylerine. Özel hayatlarında ailelerinden baskı, ilgisizlik ve boşverilmiş gören çoğu öğrenci oluşturdukları bu düzeni sevmeye ve benimsemeye başlar. Uygulama ders dışına da yansır, diğer proje sınıflarından öğrenciler almaya başlanır. Tek tip kıyafetler, selamlaşma şekilleri, amblemler, web siteleri derken birkaç günde okuldaki birçok öğrenciyi kendine çeker grup. Durumu birçok öğrenci ciddiye almaya başlar ve işler kontrolden çıkar. Diktatörlük için fazla bilinçli olduklarını söyleyen öğrenciler bu faaliyete kendilerini öylesine kaptırırlar ki, işler gruba katılmayanların dışlanıp dövüldüğü, baskı ve şiddetin kol gezdiği bir safhaya çıkar. Filmin süresi böyle bir konuyu ele alınmak için çok kısa da olsa, film vermek istediği mesajı başarılı bir şekilde veriyor, sıkmadan izletiyor kendisini.

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Bir Böcek Hikayesi

Olay mahalinde ifadesi alınan (resmin altında) zanlının, kurbanın yakınlarının büyük acısı karşısında verdiği şok edici açıklaması: "Öldür öldür bitmiyor piç kuruları!"


"Gece yine bilgisayar başına geçmiş, gün içinde inen filmlerden birini izliyordum. Film başladıktan 15-20 dakika sonra garip sesler duymaya başladım. Önce filmden geldiğini düşünüp üstünde durmadım ama duyduğum sesin filmdeki sahneyle uzaktan yakından ilgisi yoktu. Durdurdum filmi, çıt çıkarmadan bekledim sesin nereden geldiğini anlamak için. En büyük korkularımdan birinin yaklaşmakta olduğunu farkedince ışığı açmaya yeltendim. Ayağa kalkıp ilerlediğimde ayağıma birşeyin çarpıp geçtiğini hissettim. İğrenç sesler çıkarıyordu bu "birşey". İyice tırsıp hemen ışığı yaktım. Yere baktığımda debelenen o iğrenç şeyi gördüm. Bacağıma değmişti o yaratık. Tiksinti ve korku karışımı duygularla izledim başparmağım büyüklüğündeki yaratığı. Elimle dokunamazdım ve onu tutacak birşeyler bakınırken havalandı. Odadaki lambanın çevresinde daireler çizerek uçuyordu uçan yaratık. Işığa olan ilgisinden faydalanıp lambayı bir yaktım bir söndürdüm, yaktım, söndürdüm, yaktım söndürdüm pis pis sırıtarak. Sinirlenen yaratık sonunda kanepenin üstüne kondu. Bu iğrenç görüntüye bir son vermek ve yeniden filmime dönebilmek için elime en yakın yerde duran Victor Hugo 'nun Sefiller kitabını geçirdim. Ön tarafına kıyamayacağım için arka yüzünü çevirdim kitabın. O sırada kanepeden uçup yere konan ve iğrenç sesler çıkarmaya devam eden yaratık, Sefiller' in "ezici" gücünden bir haber çevresine bakınmaya devam ediyordu...

Ve sonra o ses geldi...

-Vıyçk!

Kitabı kaldırıp başparmağım büyüklüğündeki "artık uçamayan" uçan yaratığın içinden çıkan sıvıyı seyrederken, leşine karşı en saygısız üslubumu takınıp utanmadan o iğrenç espriyi yaptım, "İlk okuduğumda ben de böyle hissetmiştim beyb".

Peçeteyle pestilini temizleyip çöpe gönderdim cansız bedenini..."

7 Temmuz 2009 Salı


1 dakikalık saygı duruşuna gerek yok, Shine On You Crazy Diamond yeter...

5 Temmuz 2009 Pazar

Hiçbir insan, yoldan çıkma pahasına aklına tabi olmadı. Sonuç, beki fiziksel bir rahatsızlık olabilir, ama daha yüksek prensiplere uyan bir yaşamdan kimse pişmanlık duyduğunu söyleyemez. Eğer gündüzü ve geceyi neşeyle selamlıyorsan, hayat çiçekler ve hoş kokulu bitkiler gibi güzel kokular saçıyorsa, daha esnek, yıldızlı ve ölümsüzse - işte o zaman başardın demektir. Doğa, bütünüyle sana yapılmış kutlamadır, anbean kendini kutsamış olursun. En büyük kazançlar ve değerler en az takdir edilenlerdir. Varlıklarından kolaylıkla şüphe edebiliriz. Çabucak unutulurlar. En yüksek gerçek onlardır. Belki de en şaşırtıcı ve gerçek şeyler bir insandan diğerine aktarılmaz. Günlük yaşantımın gerçek ürünü, gündüzün ve akşamın çizgileri gibi tarif edilemez ve elle tutulup gözle görülemezdir. Yıldızlardan yakalanan toz zerreleri, gökkuşağının sıkıca kavradığım bir parçasıdır. (WALDEN)

*

Burada tabiat yabani, ürkütücü fakat aynı zamanda da çok güzeldi. Doğaüstü güçlerin neler yaptığını görmek, ellerinden çıkan yapıtın biçimini, üslubunu ve de malzemesini müşahede etmek maksadıyla, üzerinde yürüdüğüm topraklara saygıyla karışık korku içinde bakıyordum. Bu topraklar, Kaos ve Kadim Gece' den mürekkep olduğunu öğrendiğimiz yeryüzünün ta kendisiydi. Ayaklarımın altındaki hiçkimseye ait olmayan topraklardı, sahipsiz yerküre. Ne çayır, ne çimen, ne mera, ne otlak, ne orman, ne tarla, ne de çorak araziydi burası. Bu topraklar, Dünya gezegeninin taptaze, doğal yüzeyiydi; bizim deyişimizle, ezelden beri ve ebediyete dek insan oğlunun meskeniydi. Tabiatın elinden çıkmıştı ve eğer becerebiliyorsa insanoğlu onu değerlendirebilirdi. Gene de insanın onunla ilişkilendirilmemesi gerekiyordu. Madde'ydi o; göz alabildiğine uzanan ve olağanüstü; ayaklarımızla çiğneyebileceğimiz ya da içine gömülebileceğimiz, duyduğumuz, bildiğimiz Toprak Ana değildi; hayır, kemiklerinin orada yatması için bile çok tanıdıktı; Zaruret ve Kader 'in eviydi. Açık bir şekilde, insanoğluna karşı nazik olmak gibi yükümlülüğü olmayan bir gücün varlığı hissediliyordu. Dinsizliğin, putperestliğin, batıl inançların topraklarıydı; kayalara ve vahşi hayvanlara bizim olduğumuzdan çok daha yakın olan türden insanlar tarafından mesken edilecekti... Bir yıldızın yüzeyini, katı bir cismi kendi evinde göstermekle kıyaslandığında, bir müzeye kabul edilmenin, belli şeylerden çokça görmenin anlamı nedir! Kendi vücudumda huşu içinde dikilmiş, mecbur olduğum bu şeyin bana nasıl da yabancılaştığını hissediyorum. Ruhlardan ya da hayaletlerden korkum yok, ben de onlardan biriyim (vücudum bir gün onlara dönüşecek); fakat bedenlerden, onlarla temasa geçmekten ürperti duyuyorum. Benim üzerimde nüfus sahibi olan bu Titan da neyin nesi? Gizemlerden konuşalım! Hayatlarımızı tabiat içinde düşünelim; maddeyle gündelik temas içinde; kayalarla, ağaçlarla, yanaklarımıza vuran rüzgarla! Katı Dünya! Gerçek Dünya! Sağduyu! Temas! Temas! Kimiz biz? Neredeyiz biz? (KTAADN)

Henry David THOREAU

3 Temmuz 2009 Cuma

Birleştirildiğinde bir kitap haline gelme potansiyeline sahip "Şimdi Kaydet" 'ilen taslaklarım "yayınla artık ulaan!" şeklinde bağırırmışçasına gözüme gözüme batarken, bendeniz evdeki tadilat sonrası tiner kokularıyla kendimden geçmiş bir vaziyette Janis Joplin albümleri indirip, Krzysztof Kieslowski (sıkıyorsa telaffuz et) filmleri indiriyordum.

Bir insanın evinde 20 küsür gün boyunca ustalar, çıraklar dolaşabilir mi? sorusunun cevabını bilmeyi geçtik, yaşıyoruz adeta. Bu da yetmezmiş gibi bilgisayarı formata götürmeden önce 6-7 gblık bir müzik klasörünü flash disk in içine doldurma gibi bir halt yedim, flash disk bozuldu. Garantiye gönderdik ama geri geldiğinde içinde Beirut, Yann Tiersen, Janis Joplin, Skid Row, Nick Cave vs. diskografileri olmayacak. Acı gerçeği bir bardak suyla sindirip aklıma gelen kayıpları telafi etme girişimlerine başladım. Tüm bunların üstüne şu layout'umun bozuk, garip görüntüsüne sinirlenip, 20 gündür kokladığım tinerin de etkisiyle çoğu taslağı sildim. Bazılarını kırptım, koydum aşağıya biryerlere. Ne alaka yahu diye sorabilirsin, ki aslında hiçbir alakası yok gerçekten de. Okuduğumda hoşuma gitmedikleri için sildim o taslakları. En son entry nin 16 haziranda girilmiş olmasının nedeni de budur. Akşama kadar dizi izleyip, kitap okuyup, sabaha kadar da film izleyince haliyle adam akıllı yazacak birşeyi olmuyor insanın. Ama seni temin ederim blogger, harika filmler izledim, taslak halinde kaydediyorum kritiklerini (yok silmem artık, tiner falan kalmadı), bir bir tavsiye edeceğim yakın gelecekte!

*

Temiz hava soluma isteği evde geçirdiğim her gün daha fazla artmakta. Dağ esintisi gibi beklentilerim yok tabi ki ama 2 günde bir yarım saat- bir saatlik yürüyüşler yapmak güzel bir fikir gibi görünüyor. Evin dibindeki parkın çevresini insanlar koşsunlar diye düzenlemişler, yapmışlar birşeyler. Kendi kuyruğunu kovalayan köpek misali dönüp duruyorsun, hoş bir görüntü.. Ama yürüyüş yapmak için ya sabahın erken saatlerinde ya da akşamları çıkmalı insan. Her sabah kurmama ve her sabah bangır bangır ötmesine rağmen çalar saatin sesini duymamazlıktan gelme gibi bir adetim var. Güneşin bol bol terlettiği vakitlerde uyanınca haliyle yürüyüşe çıkma fikri pek cazip değil. Akşamlarıysa insanın üşengeç kıçı kalkmaya pek yeltenmiyor. "Zaten akşam olmuş, otur film izle" mantığı her daim. İki durum arasında en makulu akşam yürüyüşleri gibi görünüyor yine de, deneyip görmek lazım.

*

Geçenlerde Kafka'nın bir insana hamamböcekli kabuslardan başka neler katabileceğini kendi gözlerimle gördüm, yaşadım. Isparta denilen gereğinden fazla mütevazı şehirde aradığım kitapları bulmak gülünç ve acınası bir girişim olduğundan belli zamanlarda bir kitap listesi oluşturup, şehir dışına çıkıp listeyi DnR lardan temin etme gibi bir aktivitem var. Geçen haftasonu Antalya bilmem kaç m Migros Dnr'da kitapları toplayıp, görevliye teslim edip, 1-2 saat sonra alacağımı söyledim. Babam kredi kartı eşliğiyle seminerinden dönene kadar oturup, kahve içebileceğim bir yer ararken Starbucks görüp daldım içeri. Ne içeceğime karar verirken, siparişimi bekleyen Starbucks elemanıyla muhabbet etmeye başladık. Önce şehirlerarası kitap alışverişimden, sonra aldığım Kafka ve Krakauer lerden etkilendiğini belirterek kahvemi hazırladı. Çabuk biten ilk fincanın ardından gelen beleş irish cream Kafka 'nın umrunda olmazdı belki ama damağım halinden memnundu...

15 Haziran 2009 Pazartesi

Perry Blake Yaz Akşamı İyi Gider Diyenler


Perry Blake- California
Perry Blake- Broken Statue

2 Haziran 2009 Salı

Velkom Plechti


Efendim oturduğumuz ev şehir merkezinin dışında bulunduğu için pek gürültü, patırtı, araba kornaları vs ile rahatsız edilmiyoruz. Mahalle ahalisi de evinden falan pek çıkmadığı için sûkunet içinde yaşayıp gitmekteyiz. Kitabınızı, hamağınızı kapıp gelebilirsiniz yani, bekleriz. Fakat nisan, mayıs ayları başlayan ve duruma göre ekim, kasıma kadar süren bir durum var bu bölgede. Yaz düğünü! Aklına tek gece sürüp sabaha birşeyin kalmadığı düğünler gelmesin sakın. Sürprizi sona sakladım çünkü. Düğün sahipleri. Esmer komşularımız. Şehir merkezinde adamların işi ne? Gelecek böyle sessiz sakin yerlere, tek gecede alçısını sıvasını atıp yaptığı evine yayılıp oturacak. Seviyoruz biz onları. Biz küçükken genç esmer komşularımızın yol kenarlarında abimi sıkıştırmaması, dışarıda yanlışlıkla unuttuğum agucuk gugucuk papuçlarımın sabaha yerlerinde olmaması; durumu bizim için daha kolaylaştırabilirdi belki ama yine de seviyoruz... Tamam saçmaladım. Sevmiyorum ben kendilerini. Bazen komik ve eğlenceli gelebiliyorlar. Rahatlıkları, küçücük çocukların şubatın ortasında anadan doğma orda burda dolaşıp durması içimde ara sıra "vay be abi olaya bak, hayret ve gıpta ile bakıyorum" şeklinde düşüncelere yol açmıyor değil. Ama komşuluk ilişkilerimiz o kadar toz pembe değil maalesef. Veletlerin yan taraftaki parkı gün boyu işgal edip, yorulup acıktıkça, midelerini bizim hatunun bahçesindeki meyve ağaçlarına dadanarak doyurmaları ve haliyle annemin önce uyarılarla, sonra tehditlerle ve sonra da küfürlerle kışkışlama çalışmaları belki kabul edilebilir birşey. Herkes küçüklüğünde oranın buranın bahçesini talan etmiştir. Ama beni en çok şaşırtan şey o küçücük çocuğun ağzından çıkan küfürler. Ben bile duymadım öyle birşey lan!

-Pişşşt apla bakseynaa ahahauhau... Ne bakıyon laa dıt dıt dıt dıt dırıdıt dıııııt...

Neyse, benim asıl katlanamadığım düğünleri. 1 gece, 2 gece, 3 gece, 4 gece, 5 gece, 6 gece... Biraz daha sıkar 7 gece. Durmuyor adamlar yahu. Adam düğünü bitirdiğinde "para kalmadı lan, olsa bikaç gece daha yaparık" diyor. Bu durumun hep böyle gideceğini öğrendiğimiz zaman abimin lgs gecesiydi. Ertesi sabah sınava gireceksin, millet orada kopuyor, içtikçe içiyor, çaldıkça çalıyor, susmak, durmak bilmiyor. Şikayet etme gibi bir lüksün de yok zira polis kıçını kaldırmıyor böyle durumlar için. Bağışıklığı kapıp, bir süre sonra duymamak mümkün değil. İnan bana, o müziğe karşı hayatta bağışıklık kazanamazsın. Dün gece başladılar bir düğüne. Çok ürüyor bunlar, niye durmuyor, niye bu kadar azgınlar bizim esmer komşularımız? ("Esmer komşu" derim, komşuma çingen dedirtmem!! tribi. afsdafdsaf yok lan çingene style). Hani "yok biz illa da çingeneyiz, illa da çalgılı, gürültülü, deli gibi müzük açarız" diyorsan bari La Caravane Passe çaldırıver, ben de gelip oynayayım. Ah bi çalsan, 1 hafta oturmam, kalçalarımızı vura vura eritiriz senle. Ama gavur çingen müziği sevmiyorsan sen kaybedersin, ben evde çalar oynarım. Times Of Gypsies atmosferini oluşturmak isterdim seninle ey komşu! O zaman veletlerin istedikleri zaman bahçedeki olgunlaşmamış şeftalileri, vişneleri yiyip midelerini bozabilirlerdi. Küfrederdim ama yine de izin verirdim, fazla abartmamak şartıyla. Seninle o atmosferi hiç yakalayamayız değil mi esmer teyze, amca, apla, yiğen, velet?

La Caravane Passe

29 Mayıs 2009 Cuma

I Noticed The Music And I Wanted To Dance...

I noticed the grass, I noticed the hills, I noticed the highways,
I noticed the dirt road; I noticed the car rows in the parking lot
I noticed the ticket takers, noticed the cash and the checks and credit cards,
I noticed the buses, noticed mourners, I noticed their children in red dresses,
I noticed the entrance sign, noticed retreat houses, noticed blue and yellow flags
Noticed the devotees, their trucks and buses, guards in khaki uniforms,
I noticed the crowds, noticed misty skies, noticed the all –pervading smiles and empty eyes –
I noticed the pillows, coloured red and yellow, square pillows round and round –
I noticed the Tori gate, passers-through bowing, a parade of men & women in formal dress –
Noticed the procession, noticed the bagpipe, drums, horns, noticed high silk head crowns and saffron robes, noticed the three piece suits,
I noticed the palanquin, an umbrella, the stupa painted with jewels the Colours of the four directions –
Amber for generosity, green for karmic works, I noticed the white for Buddha, red for the heart –
Thirteen worlds on the stupa hat, noticed the bell handle and umbrella, the empty head of the white cement bell - Noticed the corpse to be set in the head of the bell –
Noticed the monks chanting, horn plaint in our ears, smoke rising from astep the firebrick empty bells –
Noticed the crowds quiet, noticed the Chilean poet, noticed a rainbow,
I noticed the guru was dead,
I noticed his teacher bare breasted watching the corpse burn in the stupa,
Noticed morning students sad cross legged before their books, chanting devotional mantra’s, Gesturing mysterious fingers, bells and brass thunderbolts in their hands,
I noticed flames rising above flags and wires and umbrellas and painted orange poles,
I noticed, I noticed the sky, noticed the sun, a rainbow around the sun, light misty clouds drifting over the sun –
I noticed my own heart beating, breath passing through my nostrils
My feet walking, eyes seeing,
I’ve noticed smoke above the corpse, I’ve noticed fired monuments
I noticed the path downhill, I’ve noticed the crowd moving toward the buses
I noticed food, lettuce salad, I noticed the teacher was absent,
I noticed my friends, I’ve noticed our car, I’ve noticed the blue Volvo,
I’ve noticed a young boy hold my hand
Our key in the motel door, I noticed a dark room, I noticed a dream
And forgot, noticed oranges lemons and caviar at breakfast,
I noticed the highway, sleepiness, homework thoughts, the boy’s nippled chest in the breeze
As the car rolled down hillsides past green woods to the water.
I noticed the sea, I noticed the music - I wanted to dance.

Allen Ginsberg; “On the Cremation of Chogyam Trungpa Vidyadhara” (1987)

20 Mayıs 2009 Çarşamba

Efendim Özlettiniz..


"Come to your daddy!" diye çığırmak istiyorum efendim. 16 gün gecikmeli de olsa "artık elimdesiniz ulan" diye gezindim tüm gün. Nick Cave bizim eve gelmiş de, ben ona bahçemizdeki gülleri gösteriyormuşum gibi sevindim desem yeridir. 2 yılın ardından 2. stüdyo albümlerini çıkarıp koştura koştura geldi sevgili The Horrors gençleri. Strange House 2007 senesinde iliklerimize işlemiş, aylarca peşinden sürüklemişti. Sheena is a parasite, She is the new thing, Jack the ripper bağımlısı gençler olmuş, hergün belli dozlarda alıyorduk kendilerini. Çöp gibi bacaklarından geçirdikleri bileğim çapındaki pantolonlarıyla, Nick Cave & The Birthday Party imajı veren sahne performanslarıyla ilginç tipler bunlar. Primary Colours, Strange House dan baya farklı bir albüm olmuş. Faris'ciğimizin kıçına çimdik atılmışçasına koyuverdiği ciyaklamalara pek rastlayamadım bu albümde. She is the new thing 'deki komik melodiler yerini I only think of you 'daki ağırlığa bırakmış. Sözler de bir garipleşmiş. "If Sheena was buried, no one would care. She hates everyone, she knows no one.." diye anlatırken "Don't go, you know i'll follow, you know, if i lose you i'll go mad.." demeye başlamış Faris. Öncesinde duraksamadım değil. "Noluyor lan? Çıldırın, saçma sapan klipler çekin, bişey yapın" tepkileri verdim ama sonra bir alıştım, bir alıştım sorma. Herşey iyi güzel hoş ama yine de Faris Badwan 'dan daha fazla ciyaklama bekliyordum. Konsere falan gelsinler gelecek sene de, sahneye çıkar, orasını burasını cimcikleriz, iyi olur. Neyse, herşeye rağmen favori parçalar çıkmaya başladı. New ice age şimdilik gönlümüzün birincisi olarak konumunu sabitledi. Onu takiben Who can say ve I can't control myself ile ilk üçü oluşturduk. Şimdi önümüzde aylar var, hasret gidereceğiz sarı sarı Joshua, bebek surat Coffin, ressam Faris, ailemizin klavyecisi Spider ve sempatik Tomethy ile. Kendilerine hayırlı olsunlarımızı blogspot aracılığıyla iletiyor ve sıradaki şarkıyı tüm Jack The Ripper lara, Nick The Stripper lara gönderiyorum, kucak dolusu sevgilerle efenim...

New Ice Age
Who Can Say
I Can't Control Myself
She Is The New Thing

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Sidik Gibisin Gold

Selamlar blogger. Bir kere Jacobs Gold 'un tadı iğrenç, onu belirtmeden edemeyeceğim. Bitsin diye uğraşıyorum, ziyan olmasın, aman atılmasın, en nihayetinde kafein var onda mantığıyla. Ama dayanılacak gibi değil. Sidik gibi kokuyor, tadı desen o sidikten beter. Sidiğin tadını bilmiyorum ama eminim Jacobs Gold dan daha içilebilir bir aroması vardır. Neyse bir selam verip ardından sidik muhabbeti yapmak ayıp oldu. Hal hatır sorgu suali yerine üre ürik asit konuşmak ilk tercihim değildi, aklımdan Mgmt geçiyordu halbuki. Lastfm fotolarına göz gezdirirken bir tanesine rastladım ve Emile Hirsch 'i kaldırıp masaüstü arka planına yerleştirdim fotoyu an itibariyle.


Bu dört mahluk nasıl gerçek olur lan? diye sordum kendime. Andrew Vanwyngarden ve üç kedi oluşturuyor bu dörtlüyü. "Ben Goldwasser tipim deyiiil şekerim!" demeden geçmek istemem. Hani düşünmedim değil zamanında, kedi yerine ev hayvanatı olarak Andrew Bey'i mi alsam diye (Olmaz öyle şey! Olur mu öyle şey? Olmaz tabiki, salla orandan burandan tabi sen! demeden önce bağlantıya bakmandaki yararı hatırlatmak isterim. "Japon yaparsa ben de yaparım, yapabilirim ulen" sendromudur kendisi, eskiden çok eskiden elimize aldığımız deftere nefret ettiğimiz insanların isimlerini, ardından ölüm şekillerini yazmamıza rağmen ertesi gün hala yaşadıklarını gördüğümüzde etkisi göz açıp kapayıncaya kadar geçmişti). Neyse, Andrew, Electric Feel falan güzel şeyler, kediler de öyle...

Son 1 haftadır yoktum bu arada. Haftasonu bir arkadaşı davet ettim eve, geldi o da, yazık (Aile üyeleri topluca gotik olmayabilir ama birçok konuda The Addams Family havası taşıdığımız inkar edilemez bir gerçek). Çabuk uyum sağladı sevgili arkadaş evimize, hernekadar 20 milyon sayıp aldığım Nescafe Cap Colombia 'yı ikram ettiğimde içine şeker ve süt katmak gibi bir hata yapıp tüm aile fertlerini hayretler içinde bıraksa da kendisi (Birincisi, Alta Rica 10 milyon, tamam biri latin işi, diğeri kolombiya (alta rica damağıma yapışmış, cap colombia falan yabancı geldi, alışamadım başlarda) ama 20 milyon lan, enfes kahve keyfi için değer mi diye sormama gerek kalmadı, değdiğini kasadan geçirirken gördük. İkincisi, Cap Colombia 'yı özel günler için saklamıştım, hadi dedim bak bu asosyal yaşamına 1 gecelik de olsa bir yenilik geldi, arkadaşına da koklat kahveden. Ama öyle bir kahveye bol şeker ve bol süt ilave etmen beni hem üzdü hem şaşırttı), olaysız bir akşam geçirdik misafirimizle. Dışarıdan bakıldığında olaysız desek daha doğru olurdu. Zira tek başıma gitmeyi planladığım sinemada peşime takılıp 2 saatimi ziyan eden arkadaşta olduğu gibi, bu şahısta da dişlerimi sıkıp sabahın olmasını bekledim. Gecenin bir yarısı film izliyorduk (Das Wilde Leben) ve o tanıdık hissin yaklaşmakta olduğunu farkettim. Noluyor ulan demeye fırsat bırakmadan o düşünce seline kapıldım (düşünce, sel, tanıdık his? phaedrus ile şiirsel dakikalar). "Şimdi şu kız gitse lan? Hani çantasını alsa, acil işi çıksa sabahın 1'inde. Lan, gitsen sen, hani biliyorum dışarısı soğuk, ceketimi veririm ama hani... hmmm" Neyse ertesi akşam eve geldiğimde odam yine benimdi, başka birinin tişörtü vs yoktu yani, tanıdıktı, kuruldum koltuğa, Chuck Palahniuk okudum. Bundan sonra misafirim olursa salonda yatıracağım kendisini. Ben yine uykuda deli deli hareket edip, yorganı farklı boyutlara sokup, sabah yastık ayağımın dibinde bir şekilde uyanacağımdır, güzel, güzel.

Neyse haftasonu öyle böyle geçti, haftaiçi de ders çalışıyordum blogger. Yine arada girip yeni yazılara yorum yapıyorum falan hiç değilse. Gelecek sene nadir görürsün beni, ultra duracell gücünde çalışıyor olurum büyük ihtimal. İşin ucunda Mimi, Nikki, Smoky üçlüsüyle kesintisiz muhabbet, şarap, caz varsa kasmak lazım tabi duracell i ("Güzel bir gelecekmiş, yok süpsüper üniversiteymiş, dereceymiş, güzel mesleğe açılan kapıymış, peh, şarap diyosun, caz diyosun" demezsin sen gerçi de, diyen arkadaşlar var... Demeyin lan! Çalışıyorum vallahi, içki miçki de içmiyorum haftaiçi, yds + öss olmeca etkisi yapıyor zaten. Neyse yeni yazı yaz blogger, haftaiçi takılıyorum buraya yazı yazmasam da. Sen yaz, okurum ben. Şimdi Mimi Hanım'ın gönderdiği dvd yi açmış bulundum. Brazzaville mi dizsem playliste, Nina Simone mı diye düşünüyorum (En kötü ikilemimiz böyle olsun hehey). Görüşürüz, bloguna iyi davran, öptüm yanacıklarından (yanacık, yanak denen bölgenin fazla öpülüp ısırılma ile hafifçe şişmesi halinde oluşan tepecik olup, yaygın olarak anne mahluklarında bulunmaktadır)...

çukurnot: Geldiği günden beri giyiyorum ve artık yıkanmalı o tişört Mimiciğim, çamaşır makinesine göndereceğim en yakın zamanda. Converse ler botların yerini aldı iyice, Richard Amcanın kitabına da geçiyorum yarından sonra, sevgiler, bol kahve sonrası Antik'ler ve phaedruslar...