Pages

30 Nisan 2009 Perşembe

Les Fleurs Du Mal

Sosyete meditasyoncularından nefret ediyorum, onu farkettim bugün. Bir hatun geldi konferansa, sınav öncesi nefes teknikleri öğretmek için. "Hee ben biliyorum bebeğim onları" dedim, okula yastık getirmiştim evden, onu arkadaşın omzuna koydum, zıbarmak üzere kapattım gözlerimi. Kadın nefes egzersizlerinden girdi, çakralardan çıktı. Uyuyamadım, sinir oldum. Hani anlattığı konuya değil, anlattığı konuya niye sinirleneyim ki? Ben hatuna taktım kafayı. Hani evde dergisini okuyup, ojelerini kuruturken sıkılan ve "hadi meditasyon yapalım" diye fırlayan sosyete karısı. Sonlara doğru "toplu meditasyon yapalım hadiiii" diye atıldı ortaya, onu da bok etti zaten. "Eveeeet sakinsiniiiiz, eveeeet üniversiteyi kazanıcaksınıııız, siz bu soruların cevaplarını biliyorsunuuuuuzz eveeeet, eveeeet" Hayır cırtlak da bir sesin var zaten, arkadan gelen su şırıltısı sesini falan bastırıyorsun farkında değilsin, odun...

Şimdi bahar geldi, playlistime en alakasız sanatçı girdi. Anna Varney, daha doğrusu Sopor Aeternus. Dışarıdaki kuşları ağaçtan düşürebilecek, çiçekleri soldurabilecek, börtü böceği sonsuza kadar yer altında tutabilecek bir gotik duruş var o bayanda. Transeksüel kendisi, bayan diyorum ben. 20 yıllık depresyonunun ardından sadist idine söz geçirememiş, "bu depresyon halini müzik dinleyebiletisi olan her mahluka bulaştırayım" deyip albüm falan yapmış. İyi yapmış, hoş olmuş da ağlıyor bu bayan şarkılarda (bknz. No One Is There). "Some men are like chocolate, but most of them are like shit" derken bile ağlayabilme potansiyeli var zaten. Saygı duyuyor, hayret ve hayranlıkla izliyorum. Aralık, ocak, şubat yetmezmiş gibi nisanda bile dinletebiliyor kendisi. Hala Sopor dinlerken sırıtabiliyorsam bunun tek nedeni o ağlak sesin arkasındaki şahane melodilerdir. 20 yıllık depresyona değmiş midir? kanımca evet.

Bir de geçenlerde ciddi ciddi bitlendiğim düşüncesine vardık annemle. Denizlide saçımı yıkadıktan sonra bitmek bilmeyen bir kaşıntı tutmuştu. Ama Denizli'nin suları zaten kireçlidir diye üstünde durmamıştım. Döndüğümde 1-2 kere saçımı yıkamama rağmen kaşıntı geçmedi. Dayanamayıp annemin önüne oturdum, "birşey var mı hatun baksana, bulduğunu hiç acımadan gebert" şeklinde. Bu kadar kararsızlık görmedim ben. "Yok kızım yok kepek bu, su değişimi, şampuan değişimi vs yüzünden olmuştur... Ama dur ya, kepek olsa böyle yapışmazdı, ayy bit yavrusu buu. Kesin o küçük çocuklardan kaptın geldin tüh... Ama yok ya bit yavrusu olsa, anası da olurdu, cık değil bu değil, kepek olsa gerek... Ama kepek yapışmaz kii, ayyy bit mi ki?" Tekrar duşa girip babamın önüne oturdum bu sefer. "Kepek bile yok ki burda, alerjiden kaynaklanıyor olmalı" yorumundan sonra bir an bir ışık hüzmesi... Yok yani gitti kaşıntı falan. Alerji reaksiyonlarımı hem garipsiyor, hem onlara saygı duyuyorum. Bir nedene ihtiyaçları yok varolmak için, sadece oluyorlar..

Bir kere daha "bir de", şu blogun layoutunu değiştirenler ahalisine ben de katılayım diyorum. Sıkıldım hep bunu görmekten. Hani değiştirince bir süre alışamayacağım, her açtığımda "neresi burası, ben kimim?" durumları olacak ama yenisine de alışırım, sever, benimserim. Şöyle hoşuma gidecek vintage style birşey bulsam an itibariyle yapıştıracağım ama bakınmak lazım biraz..

Sopor Aeternus- Les Fleurs Du Mal

22 Nisan 2009 Çarşamba

Bakkala Kadar Gitti, Gelicek

Dün gece itibariyle yarın sabah Denizli'ye gidiceğimi öğrendim anne-babadan. Önce bir sevindim "oy oy yola çıkıcam uzun bir süreden sonra süpsüper birşey buuuu" haline büründüm. Ama sevgili blogger bilirsin sen, benim hangi otobüs yolculuğum süpsüper geçti? Kusan teyzeler, nineler cam kenarını elimden mi almadı? Bağırıp çağıran bebeklerin sesleri mp4ümün son sesini mi bastırmadı? Bu sefer yanıma arkadaş(lar) verdiler. Annemin gencecik resim hocası ve onun 7 aylık bebeği. Yol boyunca benden hoş bir sohbet bekleyen gencecik öğretmen yetmezmiş gibi, sürekli zırlayacak olan 7 aylık agucuk gugucuk şey yetmezmiş gibi, cam kenarını onlara vermek zorundaymışım, annem öyle buyurdu. "Kadın nerde rahat ederse orayı vericeksin, bebeği tutmanı isterse tutucaksın, rahat ettiriceksin kadıncağızı". "Peki bunun karşılığında para vericek mi?" demek istedim ama diyemedim, annem abim için su böreği yapıyordu, elindeki oklava orama burama gelsin istemedim. Ulan 3 tane kitap aldım be! Hangisini alıcağıma karar veremeyince üçünü de kattım çantaya. On The Road 'u 3. kez olmasın diye okumayacağım büyük bir ihtimal ama yanımda bulunmalı, yoksa içim rahat etmez kanımca. Sonraaa hediye gelen Robert Pirsig - Lila 'yı aldım ama o 7 aylık çocuktan nasıl fırsat bulup okurum hiç bilmiyorum. Bir de E.L. Doctorow - Caz Dönemi 'ni aldım. "4-5 gün için bu kadar kitapla napıcaksın ulan?" diye sorarsan cevap veremem. "Olsun yanımda bulunsun, belki lazım olur." diye geçiştiririm ancak. Denizli yolunda olmicak sadece, abicanla İzmir de yapıcakmışız. İzmir yolunu da sayarsan bence okurum ben Lila 'yı falan. Az önce de mp4ü düzenleyeyim, yolculuk playlist i hazırlayayım diye geçtim ama Eddie Vedder- Into The Wild OST attıktan sonra kaldım böyle mal mal, daha ne atıcam ulan dedim kendime. MGMT attım birazcık, Raphael- Caravane koydum mutlu mesut giderim belki de o arada açarım diye. Bir de Steppenwolf- Born To Be Wild koydum, o olmazsa olmazı yolculuk playlistinin. Of be Easy Rider izlemek var şimdi.. Biraz da Skid Row serpiştirdim, yolda güzel gidiyor i remember you, 18 and life vs. Bir de Until June- Sleepless koydum, bir aralar yol playlistimin vazgeçilmeziydi de sıkılmıştım. Tabi yarın otobüste bunların hiçbirini dinleyememe ihtimali de var -ki yüksektir kendileri. Aslında çantaya Alta Rica kavanozu atmıştım, bu çocuğun evinde adam gibi kahve yoktur şimdi diye düşünerek. Ama 3 kitap yüzünden yer kalmadı çantada geri koydum, babam bitirmese bari lan ben gelene kadar, kokusu çeker adamı kendine piç kahvenin..

15 Nisan 2009 Çarşamba

Staj Mode : On

Bitlendim de geldim sanırım ben. Daha stajın ortasındayız, hocalar uyardı "bazı öğrencilerde bit var dikkatli olun" diye. Ama "bende bağışıklık var bite karşı sokak kedilerinden, ellerim ulen çocukları bıcır bıcır" diye atıldım ben. Psikolojik olarak da kaşınıyor olabilirim, birazdan gireceğim duştan sonra öğrenirim. Neyse bit işin teferruatı. Eğleniyorum ben yahu. Derslere girmemek güzel zaten. Ama "çocuklar ve ben" konusunda ciddi anlamda farkettiğim birşey var ki; çocuklara 2 saatten fazla katlanamıyorum. İlk gittiğimde sevdim baya, agucuk gugucuk, sen ne tatlı şeysin öyle gibilerinden. Ama yatılı okul zaten, çocuklar ilgi açlığı içindeler. İlk tenefüs 2 çocuk yapıştıysa 2 ders sonra 6-7 tane birden dalıyor ve gün boyunca kolunda bir uzantı olarak dolaşıyorlar. "Apla bizim derse gir noluur! Benim yanımda otur derste aplaaa!!" Ağızdan çıkan başlıca cümleler bunlar zaten. "La bi sittir git!" desen küçücük çocuğa, "Tamam, beraber gidelim" diyecek vaziyetteler. Çocuklara küfretmiyorum, o konuda böyle bir diyoloğun geçmesi zor. Ama çocuk milletine fazla katlanamıyorum sanırım. Ya da çocuğun öğrenci versiyonuna katlanamıyorumdur, bilemicem. Şimdi bıkıyorum bir süre sonra falan da öyle sesimi çıkartmıyorum (bakma sen burda çitkefe binip saydığıma, gayet de sırıtıyorum cücüklerin suratlarına). Çocukların ders konusunda seviyeleri vasatın altında, orasını geçtim, birşey diyemiyorum çünkü hoca falan yok okulda adam gibi. Matematik ve fen bilgisi öğretmeni olmaz mı lan bir okulda? Son sınıfların dersleri boş geçiyormuş zaten o derslerde. Bizim sayısallardan birkaç eleman giriyor matematiğe, fene şu bir haftada. Bir de garip hayatları var lan bu çocukların. Hani şehrin merkezindeki okullardaki çocuklar gibi değiller. Kızın annesi Antalya'da kocasıyla yaşıyor, hamile. Kızda 8 kardeş var. Ama 3 farklı anneden. Baba diğer 2 anneyle başka bir yerde yaşıyor. Sordum kıza kaç kardeşsiniz? diye. "8 kardeşiz ama bu cuma yeni bi kardeşim olucak, ama annemi arıyorum cevap vermiyo, 3 annemi de seviyorum ama öz annemi daha çok seviyorum ama üvey babam anneme eziyet ediyo. 23 Nisan gelse de annemi görsem" vs vs saymaya başladı. Mal mal bakınmakla yetindim şahsen. Saydım içimden seni bu cücük yaşında bu yatılı okulda bırakan babaya ben... diyerekten. Kızın zaten alışık olduğunu görünce mal ifademe çeki düzen verip kaldığım yerden devam ettim staj muhabbetine. Şimdi oturur uzun uzun anlatırdım şu üç günü de kaşınıyorum lan blogger, psikolojik olmayadabilir. Duşu ziyaret etmek lazım. Cuma günü staj işi bittiğinde anlatırım devamını. Kaçtım şöyle böyle..

10 Nisan 2009 Cuma

Yüz Bin Milyon Baloncuk Düşünceler

Yazı yazmaya başlamadan önce yeni blog yazılarına bir göz gezdireyim dedim. Üşenmediklerime yorum yazdım falan. En son "SüperCem Bey'in son yazısına da yorum yazayım sonra geçeyim buraya" dedim ama yorum sayfası ardarda hata verdi, kalleş sayfa. Yazı bittikten sonra tekrar denemek üzere, fazla uzatmadan kapattım. Aldım çayımı (kahve değil farkettiysen, Alta Rica keyfi akşam 8'den sonra başlar), dizdim playliste The Rolling Stones- Rolled Gold Plus albümünü, oturdum film keyfi öncesi yazayım birşeyler.

Pazartesi günü 1 haftalık staja gidiyorum. Öğretmen liseli insanlar olarak staj yapmamız zorunlu. Dağıttılar 9 ar grupluk öğrencileri oraya buraya. Bana İslamköy adında bi kasaba çıktı. İsimden kaybetti bir kere orası beni. Çocukları pek severim ama çocukların "öğrenci" versiyonlarıyla anlaşabileceğimi sanmıyorum. Sabahın köründe okuldan kalkacak servisle 1 saatlik yolculuğu çekeceğiz bir hafta boyunca. Uykulu gözlerime, tarak değmemiş saçlarıma, uykusuzluk yüzünden gerilmiş sinirlerime bakacak olursak, cücük öğrencilerin de benle anlaşmak isteyeceklerini pek sanmıyoruz. Ama işin "köy" tarafı hadiseyi biraz daha çekilebilir kılıyor bence. Köy dediğin yerde samanlık da vardır ve 9 kişilik ekibimdeki nerede olduğunu anlama çabasıyla şaşkın şaşkın etrafına bakınan sevgili "arkadaşlarımdan" birini samanlığa atabilme ihtimalimi göz önünde bulundururum an itibariyle (Turşu için Velvet Goldmine vakti tey tey). Ama staj konusunda geyik muhabbetler döndürdüğümüz birkaç arkadaşın da dediği gibi ; "basılmadığınız sürece bir heyecanı kalmaz samanlığın Turşu". O zaman sonuna kadar şarj edilmiş mp4ümle mini mini 1 lere, çalışkan 2 lere The Rolling Stones tarihçesi sunarım. Symphaty For The Devil eşliğinde dans ederiz.

(Aradan geçen yarım saat boyunca mal mal etrafa bakındıktan sonra üçüncü fincanı hazırlayıp azıcık kahve koklayıp zihnini çalıştıran Phaedrus devam eder...)


Bir elimde viski bardağım, diğer elimde puromla iddia ederim ki (diğer türlü iddia edemiyorum, etsem de ciddiye alınmıyorum) son haftalarda hayatımın en boş günlerini yaşıyorum. Hani emo olmadım (hala Jeffree Star- I Must Be Emo dinliyorum çünkü), ama cidden yapacak, söyleyecek hiçbirşeyim yok. Saçma saçma şeylerin geyiğini döndürebilirim sana burda ancak. İşin komik tarafı gün içinde çok dolu oluyorum. Kafamdan yüz bin milyon baloncuk düşünceler geçiyor ama çok kopuklar, hani oturup hepsini buraya sıralarım ama anlam veremezsin. Ben de veremem.

Bugün durakta beklerken yanımda iki yaşlı teyze duruyordu. Kalkıp da yer vermedim, halbuki gözümün içine baktılar çekilse de otursak diye diye.. Ama hiç içimden gelmedi ve bundan dolayı acayip mutlu oldum. Bir de ben içimden konuşurken ya da birşeyler düşünürken suratım çok komik şekiller alıyor. Sırıtırken bir anda somurtabiliyorum. Bu yüzden baya bir insanın tepkisini çekmişliğim de var. Bir anne şahsı çocuğuyla yanımdan geçerken "bakma yavrum dik dik, önüne bak, görmesin senin baktığını, dön önüne" demişti de pek gülmüştüm. Anormal şeyler görüp kendilerinin olabildiğince normal olmalarına sevinen insanlar pek bir anormaller yahu.

Yani düşünsene bi, Pushing Daises bitiyor 21 Nisan 'da. Küresel, ekonomiksel, krizsel, siktirimsel nedenlerden dolayı.

Bir de bazen tüm insanlıkla ilgili garip fanteziler türetiyorum. Hani şehrin en işlek caddesinde gün ortasında tüm insanların bir anda soyunup oldukları yerde sevişmeleri falan. Yok yani sapıkçana düşüncelerim yok. Sadece ahlak polisi şeklinde etrafta dolanan insanların da eve gittiklerinde karılarıyla kocalarıyla yatakta yiyiştiklerini düşününce diyorum nedendir bu soyluluk merakı. Baktığında çünkü herkes normal, giyinik, güzel konuşuyorlar, terbiyeliler, yemeklerini çatal bıçakla yiyorlar vs. Aaa diyorsun bunlar doğuştan böyleymiş, dünyayı bunların üzerine inşa etmişler lan! Aslında doğru olanı da bu. Yani diğer türlü olsa, bir Marquis De Sade ütopyasına dalardık ki bence pek de sağlıklı olmazdı. Ama bunda da bir eksiklik, bir saçmalık var. Normal olmak için fazla anormaliz insanlık olarak. Bu yüzdendir belki toplumsal hareketlilik hiçbir zaman tüm bireyleri mutlu etmez, salakçadır, bilirsin saçma olduğunu ama dışardan bakıldığında herşeyin olması gerektiği gibi görünmesi için sesini çıkarmazsın. Kafanda binbir türlü toplumun ahlakına aykırı düşünce geçer, ama normalsindir lan! Avrupa 'dan Asya 'ya çıldırıp, sapıtalım demiyorum, tamam anladık dünyayı küçük küçük parçalara böldük, toplum toplum yaşıyoruz, artık birleştirmek istesen de bir sikim ileri gidemezsin zaten ama hayatını "o doğrultuda" yaşamak istemeyen insanlara neden bu kadar katısındır? İçten içten istediğin ama karşıdaki beyin kadar özgürleşemediğin için doğurduğun bir kıskançlığın göstergesidir belki. Bilmiyorum anlatabildim mi blogger?

1 Nisan 2009 Çarşamba

Akşam akşam bünyeye Eddie Vedder enjekte edip, aklımı "into the wild" düşünceleriyle meşgul eden iki yarene..


Bu adamlar insanı duvara boş boş baktırırlar. Jack Kerouac 'ından Christopher Mccandless 'ına, Jim Morrison 'ına kadar.. Karavan ne alemde Sayın Mimi Won(d)ka? Peki siz sevgili Smoky Bonnie? Yol için albüm lazım, tracklist hazır mı? (Çok güzel paranoyak şizofreni taklidi yaparım, ciddi ciddi attık çantaları sırta gidiyoruz sanırsın hah haa)