Pages

25 Temmuz 2008 Cuma

Cocorosie


Her mevsimlik diyemem ama sırf bu grup için kışın gelmesini istediğim anlar olmuştur. Evet yaz aylarında dinlenmez Cocorosie. Good Friday gibi sevgi kebelekleri üreten bir şarkı bile sizi bu sıcak havada hafif melankoliye sürükleyebilir.

I once fell in love with you, just because the sky turned from gray into blue. It was a good friday...

Cocorosie kızları Sierra ve Bianca Casady birbirlerini yıllardır görmemiş, ani bir kararla bir araya gelmiş kız kardeşlerdir. O mırıl mırıl kedi gibi sesleriyle, evdeki eşyalara çıkarttıkları sesleri kaydederek, birçok enstrüman kullanarak 8 ay sonra La Masion De Mon Reve'yi kaydetmişlerdir. Beautiful Boys ve Good Friday le beni kendilerine hayran bırakan bu kızlar geçtiğimiz senelerde Radar Live ya da Masstival'de sahne almışlar ancak ben bunu konser bittikten günler sonra öğrenmişimdir. Lafı fazla uzatmadan rapidleri gönderiyorum. Buyrun keyfini çıkarın.

Cocorosie- Beautiful Boys
Cocorosie- Good Friday

Çok Marjinaliz Hocam Ama Karizma Ne Gezer?


Bugün öss tercihleri için dershaneye uğradıktan sonra sevgili kuzenim Pier'le sıcak hava dalgalarından kurtulmak için gazetemizi alıp bir kafeye gitmek üzere yola koyulduk. Caminin yanındaki kocaman çeşmeyle, onun dibindeki kocaman ağacın arasındaki yoldan gidelim derken karşıdan gelen 3-5 kızı görüp sıkışıklık olmasın diye diğer yola yöneldik. Kızların arkasından koşturan üniversite gencini gördüğümüz için de olabilir. Hani elinde bir tomar özürlüler, çocuklar, yaşlılar konulu dergiyle dolaşıp, milletin önünü eşkiya misali kesip dergiyi almanız için üstünüzde büyük bir baskı kuran gençlerden. "Almicam huleyn!" demek istersiniz ama her defasında alırsınız. Bunun sebebi karşınızdaki etkileyici bakışlı genç değildir. Sebep; siz "Yok kardeşim almicam bak acelem var otobüsü kaçıracağım." dediğiniz ve arkanızı o gence döndüğünüz anda hissettiğiniz aşağılık duygusudur. Eli tomar gazete dolu genç dahil yoldan geçen herkesin; yaşlıların, gençlerin, eli dondurmalı çocukların size bakıp "Belki o gazeteyle bir yetimin hayatı kurtulacaktı. Zalim insanlar anacım bunlar. Yoksulun, yetimin, öksüzün halinden anlamazlar. Üstlerindeki milyonluk kıyafetlerle sokaklarda sürtmeyi bilirler ancak -ki marka da giymem haa, 7/24 pazar malı, rus kolekşın mod- yazık yazık, cık cık cık..." yorumunu yaptığını hisseersiniz. Kimse bakmayabilir. Ama siz yine de hissedersiniz. Arkanızı dönüp haykırmak istersiniz dağlara taşlara dırıdım dırıdım... "Yok teyzem valla duyarlıyım ben. Bildiğin gibi değil. Kanımda var benim. İnsanlara yardım, world peace, free hugs mod yaşıyorum ben ama onu alınca da kendimi enayi gibi hissediyorum be muntazam napiyim yani! İstemesem de 'ulan ben o 3 ytl'yle neler alırdım beah!' diyorsun. (Abi iki çaydan başka ne alırsın ki zaten?)" Ama yok illa alacaksın.

Herneyse konuya dönelim. Nerde kalmıştık? Hakkat unuttum yazının başına döndüm. Heh, sıkışıklık olmasın diye diğer yöne dönmüşüz. Ama biz daha ne olduğunu anlamadan karşımızdan gelen eli tomarlı hatun öğrenci ve arkamızı döndüğümüz eli tomarlı herif öğrenci iki taraftan kuşattılar bizi! Kaldırımın dibindeki tomarlı elemanları da sıkıştırıldığımızı görüp desteğe geldi. Bir an James Bond filmlerindeki gibi olmasını istedim. Atrakşın olsun istedim. Kızın tomarların altındaki tabancasını çıkarıp belime dayamasını ve "sessizce yürüyüp karşıdaki kuyumcuya girmemi" emretmesini istedim. Büyük bir soygunun sonradan katılan elemanı olmak istedim okuyucu! =( Ama olmadı. Olsaydı daha mutlu olurdum ama hatun öğrenciyle herif öğrenci çene çalmaya başladılar. Hatun öğrenci bizi üniversiteli sandı. Birsürü muhabbet etti. Gazete hakkında konuştu. Dolandırıcı gönüllülerden olmadıklarını anlamamız için kartlarını, belgelerini falan koydu ortaya. Herif öğrenci de en başta lafa dalmıştı zaten. Bi' birine bi' diğerine bakıyorduk, aklımız karışmıştı, ne yapacağımızı bilmiyorduk ve çok korkuyorduk brrrrr !!! Ama hiçbirşey olmadı. Hippi görüntümüze aldanıp çok karizmatik, marjinal tipler olduğumuzu sandılar nihohohahaha xD Tamam marjinaliz ama karizmatik değiliz! Bizler günümüzün 15 saatini film, kitap, internet başında yemek yiyip karpuz büyütmekle geçiren, 8 saatini uyuyan, 1 saat de tuvalet banyo yapan malaklarız. Ama evet marjinaliz de :D Neyse konuya döneyim (Niye sürekli konuyu kaynatmama, konuya dönme çabası içindeysem? Blog benim değil mi ulen mutfaktan girer wc'den çıkarım! hadi beah). Herif öğrenci daha ilk saldırıyı düşmanı kendi silahıyla vurarak başlattı.

-Cumhuriyet okuyan bilinçli arkadaşlarsınız siiiz! E alırsınız o zaman kesin gazetemizi!

Ne alaka o'lum? Hayır zaten piyasada adam gibi gazete yok, herhalde bunu alıcam, severim ben Mustafa Balbay (Erkenekon benzetmesi de ayrıdır haa). He tamam bilinçliyiz de biz zaten! E e e e alabiliriz o zaman belkim sanırsam... diye bir düşünceye kapılaraktan gazeteyi aldık, hem de yarı fiyatınaaa ! Ama bunun bir bedeli olacaktı, olmalıydı. Bu işin içinden bu kadar kolay sıyrılamayacağımızı biliyorduk ve çok korkuyorduk!!! Herif öğrenci olarak adlandırdığım ama "niye herif diyosun çok kabaaaa, odun musun Turşu" diyerek rumuzunu Bay öğrenci olara değiştirdiğim şahıs bizi bir kenara çekerek...

-Arkadaşlar size bir teklifim var.

(Allah Allah Koç Holding yönetim başkanlığına adaylığımı mı isteyecek acaba diyerekten meraklandım. Ya da önceki soygun girişimi planına kaydı kafam. Konuya atlamasaydı o söylemeden ben yüzde 15 isteyecektim.)

-Biz bir süre daha bu gazeteyi dağıtmaya devam edeceğiz ve siz de bize yardım etmek isterseniz yarın sabah 11 gibi burda buluşup dağıtmaya başlarız. Hani bu tür yardım işlerinde duyarlı bir görüntünüz var.

N'aptın hacı? Yine duyarlılık dedi yahu! Gazeteyi almasam bana aşağılayan gözlerle bakacak yaşlı teyzeler, dondurma yalayan çocuklar yine gözümün önüne gelmeye başladı. Kaldırımın sonundaki sonradan katılan, Yürüyen Edward Norton (hayır yürüyen kütüphane gibi çocuk, yürüyen gaz bombası gibi velet benzetmeleri tamam da yürüyen Edward Norton harbi garipmiş, ben yaptım oldu mod) timsali eleman da etkili olmuştu tabii...

-Ne dersin Pier?
-Valla olabilir aslında Turşu. İşimiz gücümüz de yoksa nasılsa. Eğlenceli olur hemi de!

Bay öğrenci'nin telefon numarası alındı. Sapık psikopat bir katil çıkma olasılığı göz ardı edilerek numaralarımız verildi ( Kim bilir belki de bizdik asıl psikopat katiller, belki de bu bay öğrenci için bir başlangıçtan çok bir bitiş olacak! belki de... belki de...). Yarın bir aksilik olmadığı sürece yine aynı yerde toplanma sözü verildi ve sıcak hava dalgalarından kurtulmak için Turşu ve Pier kendilerini püfür püfür bir kafeye ışınladılar...

24 Temmuz 2008 Perşembe

Tesadüfle İlgili Bir Başlık

Mimi Wonka'nın postaladığı mim'i artık yanıtlayabilirim. Tesadüf dediğin nedir? "Birşeyi yapmak ile yapmamak arasında yaptığımız seçimde karşımıza çıkan, birbaşka seçimden meydana gelmiş olaylardır." gibisinden birşeyler zırvalamıştı biri birara ama ben o zamanlar "Olasılıksız" adlı kitabı "Bu çok ticari işi olum! Baksana herkesin elinde var okumam ben bunu. Entel takılıyorum zaten, bak 'Boşlukta Sallanan Adam' al bunu oku muntazam" derdinden elime alıp incelememiştim bile. Bu yüzden karşımda duran şahısa cevabım kısa ve net olmuştu.

-Hiç mi I Heart Huckabees izlemedin hacı??

Hee geçen hafta okudum bitirdim kitabı da ne oldu? Aslında pek de değişen birşey yok. Evet imkansız diye birşey olmadığını ben de biliyorum ve buna can-ı gönülden katılıyorum. Her an herşey olabilir tamam. Ama tüm hayatımı, ilkokulda okul çıkışı saç baş kavga ettiğim kızın hangi sokaktan saparsam karşıma çıkacağı ihtimalini yüzdelere göre hesaplayıp da yürüyerek geçiremem ki ben. Hayır hepsini geç, bende o kadar sayısal zeka olsa yabancı dil bölümünde işim ne? Rakamları da sevmem zaten.

Neyse konumuza dönelim. Ama hayatta (özellikle bu ülkede) herşeyin olabileceğini unutup da, düşük ihtimalli her olayda I Heart Huckabees demek ne derece doğrudur? Aslında gelişen olayların ne kadar düşük ihtimalli olduklarını da bilemeyiz. Ama olasılık muhabbetine dalmaya başlarsam bilgisayarın fişini çekerim ona göre! (Bir insan evladının kendi kendini tehdit etmesi de böyle birşey olsa gerek).

Hiç beklemediğim biranda, beklemediğim bir olay olduğunda sadece şaşırdım galiba ben. Yani ne "tesadüfün böylesi" havalarına girdim, ne de "herşey olabilir hocam, bak mesela havadaki şu kuşun an itibariyle senin kafaya sıçma ihtimali yüzdee...." diye kafa şişirdim. Sadece şaşırdım, ardından da ya sevindim ya üzüldüm. Ama illa "yok Turşu tesadüf de tesadüf istiyoruz biz" diyorsanız hatırlayabildiğim en son tesadüf niteliğindeki olay; geçen yaz sık sık takıldığım gümüşçüdeki merdivenlerde oturmuş arkadaşın tekine Child In Mould dinletirken telefonumun çalması ve arayanın abim olması.

Ya da daha korkunç bir tesadüf; kuzenle oturmuş Exorcism Of Emily Rose izleyip bitirdiğimizde saatin gece 3'ü göstermesi! Uhuuuuuuuwww...

Yine kuzenimle gecenin bir yarısı odamın balkonunda oturmuş gökyüzünü seyredip muhabbet ederken binalardaki ışıklardan şikayetçi olduğumuz andan 5 dakika sonra elektriklerin kesilmesi.

Akşam yolculuklarını sevdiğim halde "gündüz gözüyle gitsin, akşam akşam bir iş olursa" düşüncesiyle biletleri sabah saatinde ayarlamak isteyen babama, otobüs şirketinin akşam 8 haricindeki tüm seferlerin dolu olduğunu söylemesi.

Ve bunun gibi küçük rastlantılar. Şöyle bir durup düşünürsek o durumdayken hiçbir olaya tesadüf gözüyle bakmam. Hayır yani, ben; elektrikler gitmiş, ohh berrak gökyüzü, hiçbiryerden ses gelmiyor diye huzur içinde ayaklarımı uzatırken bunun ne kadarının tesadüf ne kadarının olasılık olduğunu mu düşüneceğim? Yok artık!

Her ne kadar bu yazıyı okuyup, bu sıcakta tesadüf yazısı yazacaklarını sanmasam da birkaç kişiyi mim'leyip öyle bitireyim bu yazıyı. Pandora, Nikki On Extasy, The Little World olaraktan üstünüze yapışmış bir çamur lekesi gibi kalacak sanırsam bu mim'ler. İyi geceler blog ahalisi...

Yok Artık! You Fucking Pickle

-Gel bakalım kediciik. Sokak kedisi misin sieeen?
-Amanin minnoş minnoş minnoş! Ne tatlı kedisin sieeen. Uyyy tüylere bak yumuşacık.
-Kuyruğunu sıktırınca kaçıyo mu buuu?

-Ay elimi tırmaladı bu paspas görünümlü şieey!
(doğan görünümlü şahin, şahin görünümlü doğan benzetmeleri geldi birden aklıma. Niye iki aynı modelden yapıyorsunuz kardeşim? Arabalardan da anlıyorsun ya zati xD)

Şimdi bu nedir diye sorabilirsiniz. Gerçek değil bu konuşma, tamamen hayal ürünü. Hem ben "sen" e "sieeeen" demem. Sizlere garip takıntılarımdan bahsetmişimdir önceki yazılarda. Hani herkesin "garip" takıntıları vardır
değil mi? Birsürü kişinin bulunduğu arkadaş topluluğu style muhabbetlerdeyken, millet birbirinin ne dediğini anlamadan, kendilerinin bile ne dediklerini anlamadan konuşurken, özellikle siz konuşurken sizi takmıyorlarsa başvurulacak Turşu yöntemlerinden biridir. Yanımdaki tipler hararetli bir şekilde konudan konuya atlayarak söylediklerinin duyulması için seferber olurken yapılacak üç çeşit şey vardır:

1) Ortamdan ayrılmak. O kadar kolaydır ki bir bahane bile bulmak zorunda değilsinizdir, zira insanlar sizi zaten dinlemiyordur.


2) Konuşan herkesi temiz bir şekilde öldürüp garsonla geyik yapmak. Şatafatlı bir yoldur, zaman ve plan ister. Genellikle garsonların ve kafe işleticilerinin, ayrıca yoldan geçen görgü tanıklarının da ölümüyle sonlanır. Sonuçta ortaya The Hills Have Eyes tarzı aptal bir görüntü çıkar. Shutter, The Ring modunda gudubet bir görüntünüz yoksa işin içinden çıkamazsınız.


3) İşte bahsettiğim konu. Limonlu Ice Tea'nizi alıp bir kenara çekilip hayali muhabbetler başlatırsınız.
Herhangi bir konuda tüm söylemek istediklerinizi içinizden söyler, oradaki insanlara söyletir, sonra rahatlamış bir ifadeyle çevrenize bakarsınız. Benim gibi bilinçaltı muhabbeti sırasında komik birşeye gülerseniz, dışarda hala söylediğini duyurma savaşı veren insanlar tarafından önce garipsenir, sonra hiçbirşey olmamış gibi ice tea içmeye devam edersin.

Yolda yürürken gördüğüm garip manzaralara senaryo üretmeden yapamam. Hani rüzgar varsa, bir kadının eteği açılıyorsa, bir adam da kafayı eğip birşey görme seferberliğine giriyorsa, o ortamda kesinlikle bir bilinçaltı muhabbeti olmalıdır. Bir grup haşarat kılıklı velet toplanmış köpeğin tekiyle dalga geçiyorlarsa, o ortamda köpeğin söylemek istediği birşeyler mutlaka vardır! Yoksa da olmalıdır.

Neyse bu konuyu daha fazla dallandırıp budaklandırmadan (nasıl bir deyimdir bu? "uzatmadan" demek
çok daha kolay değil midir?) Neler izledik, neler dinledik diyorum.

En son Donnie Darko ve Mulholland Drive tekrarı yaptım. E ikisini arka arkaya izleyince bir afallama oldu tabii. Donnie Darko'nun resmi sitesine girince tüylerim ürpermedi değil. Gerçekten insana feardotcom
havası yaşatıyor site.


1) David Lynch her daim sevilmelidir.

2) Jake Gyllenhaal her daim böyle sırıtmalıdır.










- Why are you wearing the stupid bunny suit?
- Why are you wearing the stupid man suit?

-Donnie Darko-

23 Temmuz 2008 Çarşamba

Kahvemin son yudumlarını dikip kafamı eğmeden gökyüzüne bakıyorum balkonumda. Önümdeki vişne ağacının dallarının oluşturduğu kare şeklindeki boşluğun arasından parlayan yıldız, parlayan yıldızın üstünden geçen uçak, uçağın içindeki insanlar. Bazıları uyuyor, bazıları pencereden dışarıyı izliyor. Ben de aşağıya bakanlar için bir selam çakıyorum. Sade-No Ordinary Love çalıyor bir de. Diyorum Deftones iyi etmiş güzel etmiş de tüm romantizmi batırmış bu şarkıyı cover'layarak. Bana Sade'yi ilk Mimi Wonka dinletti. Saygılar ona da çok iyi yapmış diyorum şimdi...

I gave you all the love I got
I gave you more than I could give
I gave you love
I gave you all that I have inside
And you took my love
You took my love...

19 Temmuz 2008 Cumartesi

Ortaya Karışık- Death At The Dinner

Turşu'nun evinde sıradan bir akşam yemeği...
Aile fertlerinin yüzlerini adam akıllı görebildikleri ender aktivitelerden biri. Bu yüzden her üye karnı tıka basa dolu bile olsa o masaya oturur. Bir diğer aktivite ise her akşam balkonda yapılan meyve faslıdır ama onun muhabbeti bir başka blog yazısıdır.

Akşam yemeklerimizde yapılan muhabbetleri bir teybe alıp gelecek nesillere örnek olsun diye dinletmek lazımdır. Zira iş yerinde, okulda, evde, sokakta geçen günlerinizin kısa bir özeti geçilip asıl muhabbetlere dalmak için öyle can atarsınız ki, yemek masasında yemeği ikinci plana atarsınız. Perşembe akşamının konusu babam ölünce yapılacak işler. Ama öyle ciddi değiliz merak etmeyin. Babam konuşmaya, Nazım Hikmet'in ölünce mezarının başına bir çam ağacı dikilmesiyle alakalı bir şiirle başladı. Önce çam ağacı istedi, sonra "ayda yılda bir defa 'rahmetli severdi' diye bir şişe rakı dökün toprağıma başka birşey istemem." muhabbeti...
...
Bloglara da yansımış olarak şu sıralar öss muhabbeti heryerde. Hatta ben şuanda buraya yazı yazarken içerideki odada dayımlar, annemler, teyzemler toplanmış bizim kuzenin öss seçimleriyle uğraşıyorlar.. Yıllardır tıp tıp tıp tıp diye bölümü kafasına yerleştirmiş hatun, şimdi ODTÜ gıda mühendisliği istiyor. Babası, annesi burda, yanımızda okusun tıp, dişçilik diye kıvranıyor, ellerinde hesap makineleri, taban puanlar, tavan puanlar vs vs sapıtmışlar. Dayılar, teyzeler iki tarafı uzlaştırmak için uğraşıyor, biryandan da gıda mühendisliğine destek veriyor. Bizim hatun da sadece izliyor :D "Ulan siz mi çalıştınız bukadar sene, şimdi istemediğim yerde okutmaya çalışıyosunuz!" diyor. Sikleyen yok... Burda oturmuş bu yazıyı yazarken "cık cık cık yazık insan hayatına vah vah vah..." demeden edemiyorum. "Gelin hepimiz arabalarımızı satıp bir karavan alalım, o sahil senin bu sahil benim gezelim" demek istiyorum. Ama dötüm yemiyor. 200 yıl yaşarsın azizim! valla bak!! Yaşlanmak bize göre değil diyorsan Steel Dragon'dan alıntı yapmak isterim sana ey blogcu!

Risk my soul, test my life
For my bread
Spend my time lost in space
Am I dead?
Let the river flow
Through my callused hands
And take me from my own
The eyes of the damned

It makes my stomach turn
And it tears my flesh from the bone
How we turn a dream to stone

And we all die young
Yeah we all die young

Tell me I know
I lived so afraid
And still we cry alone
With words left unsaid

Yeh it makes my stomach turn
And it tears my flesh from bone to bone
How we turn a dream to stone

And we all die young...

Mehmet Öz mod 200 yıl ot bok yiyerek torun bakacağımıza ya yaşlanmadan genç ölürüz, ya da hep genç kalanlardan oluruz. Hani şu barışarock vb festivallerde karşımıza çıkan tontoş ihtiyarlardan; uzun saçlı, yüzünde gülücük, elinde bira, kültür sanat fuarlarında görülen cinslerden. Ama içeride bu hararetli muhabbetler dönerken böyle bir fikirle kapıyı çalsam artık sonum ne olur tahmin et! Benim öss muhabbetim bukadar, gerisi çok karışık, insan kafayı kırar.

Konudan konuya atlamak istiyorum sayın blogcu! Birsürü şey yazasım var ama zaman kısıtlı. 1-2 saat sonra bana ev yolu görünüyor. Evde de emektar hurda "gel babanaaaa" diye beni çağırıyor. Neyse keyfimizi bozmayalım.

Milliyetçilik aşılayan film ve kitaplara değinmek istiyorum. Hani sinema salonundan çıkarken (sinemasına gidersin ya hani türk sineması kazansın, bari bunu korsan almayalım muntazam mantığı) "Vay be abi! Harbi irkildim, bak şu tüylere tiken tiken oldu yemin ossun!" dersin biraz daha inandırmak için kollarını yanındakinin gözüne sokarsın, sanki yüzeydeki kalkan tüy kıl ne kadar diye sayacak! Veya Kurtuluş Savaşı hikayeleri vs anlatan kitap bittiğinde "Abi çok etkisinde kaldım bildiğin gibi değil, şoklardayım şuan!" tepkisi verirsin... Yahu bunlar bende niye olmuyor? Hayır ruhsuz biri hiç değilim, inan bana gayet de içim dışım ruh, enerji neyn taşıyor. Ama nasıl bir işse hiçbir filmden böyle çıkmadım. Ya da hiçbir kitabı bu şekilde bitirmedim. Daha doğrusu madem dipteyim biraz daha batmaktan zarar ziyan olmaz; Ben o kitapları bitiremedim, sen ne diyorsun! 100-150 sayfa sonra bir kenara atıp "Abi yok ben birşey hissedemiyorum de get, aç şurdan Komedi Dükkanı'nı gülelim ya! Harbi korkmaya başlayacağım böyle giderse." diyerekten uzaklaşıyorum ortamdan. Tarihini okuyan biriyim, ne olmuş ne olmamış tarihsel ansiklopedi vs aracılığıyla az çok öğrenmişliğim var. Ama ben o filmleri izlerken duygulanmıyorum. Çünkü o filmlerden çıkan, o kitapları bitiren insanların genelinin bende bıraktığı izlenim hiç de samimi değil. O anlık yaşıyorlar, coşuyorlar, naralar atıyorlar. Bakıyorsun, ertesi güne birşey kalmamış. "Ben miyim ulan ruhsuz?" diye kafamı kurcalarken sonunda kendimi haklı çıkarıyorum. Ne kadar haklıyım bilmiyorum ama itiraf ediyorum durum bu (öyle bir program vardı dimi lan? Millet çıkıp "itiraf ediyorum kuzenime verdim, itiraf ediyorum kahvesine tuzu bilerek attım" bla bla bla...)

Zeitgeist izledim yine. Offical sitesini başka bir yazıda vermiştim, burda da veriyorum, girin indirin ya da online izleyin. Pişman olmazsın harika bir belgesel.

Aslında bir blog yazısı daha oluşturmam lazım. Mimi'nin attığı mim (en güzel tesadüf) üzerinde durmak istiyorum ama maalesef zamanım yok. Uzun bir süre yazı yazamasam da yorumlarımla kapınızı tıklatacağım efenim. Şimdilik hoşçakalın.
Yarın yine aynı saatte ana haber bülteninde....

18 Temmuz 2008 Cuma

Emektar Bilgisayara Serzenişler


Biliyorum beni özledin sevgili blogum, blogcularım!!! (tamam blogcular özlememiş olabilir ama blogumun özlediğine eminim tamam mı! gece rüyalarıma girdi şaka yapmıyorum!) Uzuuuun zamandır yoktum haliyle. Bugün de kuzenlerde kalacağım için geçtim bilgisayarın başına. Yani bir iki gün sonra ayrılık tekrar baş gösterecek. (çok ağlak oldu, evet.) Emektar bilgisayarımın son 1-2 yıldır beni nasıl delirttiğini, sinir krizleri geçirmeme neden olup ağzımdan salyalar akıttığını beni yakından takip eden müstesna insanlar çok iyi bilirler. (Mimi => "lan ne sorunlu pc'in var seniiiinnn!?) Flash diski taktıktan iki dakika sonra kilitlenmesi, zırt pırt "yer kalmadı komşum! ya şu böğüren bağıran tipleri sil, ya da istifa dilekçemi güzel bir biçimde eline tutuşturucam." uyarıları, ses sistemindeki aksaklıkları bir kenara; son birkaç haftadır klavyesinin mefta etmesi, msne girmemesi, firefox u pırt diye kapatması bardağı taşıran son damla olmuştu. Evet itiraf ediyorum klavyenin üstüne kuzenle birlikte ice tea döktüğüm için benim suçum. Ama babam duymasa iyi olur. Zat-ı şahısları bilgisayar iyice döküldüğü için klavyenin iflas ettiğini sanıyor -ki yalan değil!.

Ama klavyemin nasıl işlediğini görseniz kaba etinizle gülmeden edemezsiniz. Ben de en başta öyle yapıyordum ama daha sonra şaka tadı kaçıp iş ciddiyete bindi. Şöyle ki; "s" ye bastığınızda s ile birlikte "d" harfi de çıkıyor. Bu birkaç harf için daha geçerli ama asıl trajikomik olan hangi harfin önce çıktığının belli olmaması, her seferinde değişmesi. Düşünün şifreleri giremiyorum efenim xD Sıka sıka myspace şifresini birkaç denemede doğru girersem amuda kalkıp dans ediyorum yani düşünün! O sinir bozucu silme işiyle uğraşmak istemediğim için bloga da yazı yazamadım (yazacak birsürü şey birikmesine rağmen). Sanırım bir ara Mimi Wonka'nın bloguna girip son bir iki yazısını okuyup, o yazıları yorumsuz bırakmaya kıyamayıp ayıla bayıla bir iki de yorum yazdım. Yazı yazmak değil ama siz diğer blogcuları da ziyaret edip en azından son yazılarınıza bir iki cümle attırmak istedim. Bu sefer de bilgisayar Billie Holiday'in o eşsiz sesini kaldıramadı ki "tık" kilitlendi. Duruma sinirlenecek hali kalmayan Turşu fişi çekip, kafasını yastığın altına gömüp 1 saat hiçbirşey yapmadan yattı. Sonra mide guruldayınca ininden çıkmak zorunda kaldı...
Akşamları da mavi mürekkeple (siyahı bitmiş) dolma kalemimi doldurup saman kağıtlı deftere günlük notlarımı düştüm, daha insancıl koşulları yakalayınca derleyip toparlayıp bloga geçiririm diye (ama defter şuan yanımda olmadığı için aklımda kalanları yazacağım) .Msn'i de sıkıldım sildim, evet yaptım hehehe xD Yani şuan elimde bulunan bilgisayar; bir bilgisayar değil.

Toplu dilekçe işine giricem galiba. "Turşu'ya bilgisayar alın, sevindirin şu garibi." Tutacağını bilsem tuttuklarının altın olması için dua bile edebilirim, ama benimkiler gitmiyor ilgili merciilere maalesef sevgili blogcu xD Son çareyi 14 numaralı bakışımı atarak babamın yanında bitmekte buldum. Düşüneceğini söyledi ama ben üzgün ve bitkin bir şekilde odadan ayrılırken annemle beraber 14 numaralı kahkahalarıyla katıldıklarına bahse girebilirim. Çünkü klavyesi yüzünden internete girme hevesi tümden kırılan Turşu kendini kitaplara, resime ve mutfağa verdi! Kalan zamanda da vcd playerdan küçücük televizyonumdan film izliyorum. Mutfak dedim. Sadece tıkınma girişimi değil bahsettiğim. Bol bol sütlü tatlı, pasta, makarna ve sebze yemeği yapıyorum. Pastaya gülen surat koymama rağmen üstündeki sinsi kremayı sırf "hehe senin sonun da burası işteee! bilgisayarın başında karpuz büyüteceğine bizimle şişeceksinnn!" hissi uyandırıyor diye pastadan önce parmaklıyorum. Baba ve anne ikilisinin de o biçim gülmelerinin nedenini anlamışsınızdır. Msn'siz, blogsuz, klavyesiz Turşu! Düştüm ellerine. Bilgisayar başından kalkmam onlar için bir mucize. Bu süreyi uzatabilecekleri kadar uzatacaklarına hiç şüphem yok.

-Baba bu hurdayı atak mı?

-Atalım kızım! (keh-keh-keh gülüşü)

Uzun lafın kısası, benim bu dünyadan ağzımın kenarından akan salyalar eşliğinde gitmemi istemiyorsanız blogcu aranızda para toplayın bana bilgisayar alın piliss =/ Bu kötü bir duygu be azizim. O tuşların her seferinde işlevlerinin değiştiğine tanık olmak, 1.5 gb lık caz klasörünün o flash diskin içinde durduğunu bildiğin halde onu açamamak -ki içinde acıcık kalmış kotama rağmen indirdiğim Across The Universe de var =( En kötüsü de yakında çökeceğini adım gibi bildiğim hurdanın içinde bir daha toplamaya dötümün yemediği müzik arşivim. Bir kalemde gidecek yani!

Tamam blogcu para toplama bana, doğumgünümde tüm arşivi aktarabileceğim taşınabilir hard diske de hiç gerek yok. Bana ağlayıp zırlamak dışında babayı yeni bir pc ye ikna etmek için şöyle ballı bir taktik söyle ciğerimi ye !!?


Bir de bunu gördüm bilgisayar resmi ararken. Çok tatlı dimi lan? Böyle birşeyi benim hurdanın üstüne salmak lazım. Yenisi alınınca da böyle üstüne koyarım valla ödül niyetine. Uyyy yirim yirim. Kedi değil misiniz, seviyorum...

7 Temmuz 2008 Pazartesi

Bir insan delirirken kimi arar?

1 Temmuz 2008 Salı

Dün otobüs durağında oyalanırken yıllardır oralarda dolanan bir deli yanıma geldi. "Merhaba" deyip elimi sıktı. Sürekli sırıtıyordu arkadaş. Elinde bir müzik cd si, pantolonunun kenarında bir telefon, kafasında bir şapka gelen geçenin hatrını soruyordu. Kuzenimle yanımıza geldiğinde baya muhabbet ettik. Durmadan "nasılsınız?" diye soruyor, bizde "süper süper" diye cevap verip sırıtıyorduk. Karnemizin olup olmadığını bile sordu. Sonra başka insanların yanına gidip aynı muhabbeti yapıyordu. Tabi insanlar korkup kaçmazsa..."Deli" kelimesine eski yazılarımda değindim mi hiç hatırlamıyorum ama bir deliyi dinlemek bazen çok eğlenceli olabiliyor. Sanırım Erasmus okuduğum sıralarda bahsetmiştim bu konudan. Bizim hoşumuza giden ve bizi şaşırtan şeyse "10 dakika öncesinde yoldan geçen ve hapşuran herhangi bir insana "çok yaşa" demenin verdiği rahatlık" hakkında yaptığımız sohbetti. Söylenmediği zaman insanın içine oturan birşey bu hakikaten. Aynı pişmanlık yüzünü hatırladığınız birini tanımamazlıktan gelip yolunuza devam ettiğinizde de ortaya çıkar. Önce çaktırmadan bakarsınız nerden hatırlıyorum diye. Sonra çekip gidersiniz ama eve gelince birden hatırlarsınız kim olduğunu ve "keşke yoldan çevirip selam verseydim" dediğiniz olur. Amélie'nin Dominic Protodo ya yardım etmesinden sonra tüm dünyanın garip bir şekilde son derece uyumlu olduğunu düşündüğünde duyduğu hazzı duymak. Ya da kör dilenciyi karşıdan karşıya geçirdikten sonra göremediği şeyler için ona "göz" olması.

Bu sadece bir film biliyorum ama insan bazen böyle hissedebiliyor. Tüm evrenin garip bir dengede olduğunu düşünüyor. Ama bazen de deliden korkup uzaklaşan ya da "çok yaşayın" cümlesinden sonra suratınıza garipseyen bakışlarla bakanlar insanı bu düşüncelerden tamamen uzaklaştırabiliyor...