Pages

30 Ocak 2012 Pazartesi

"Bu ne lan, yıllardır aynı mail adresiyle giriş yapıyorum blogger'a, dur şunu bir güncelleyeyim" düşüncesiyle yaklaşmıştım bloga, bundan 1 saat önce. Zamanında bol bulup oraya buraya saçtığım gmail, hotmail, zartmail, zurtmailler ve şifreleri yüzünden blog hesabımdan oluyordum. 10 dakika önce farkettim ki blogger'a giriş yaptığında kullandığın google hesabını değiştiremiyormuşsun. Kaç sene oldu, hala şaşırtılabiliyorum bu turunculu, ilginç şekilli site tarafından.

Sanma ki aylardır görünmeyişimin sebebi, elektronikten umudumu kesip kendimi, beyaz ve saman A4lere adamam.. Son aylarda bu amaçla elime ne bir kalem ne bir kağıt tutuşturmuşluğum var. Kendimi, tek ciltlik LOTR'a, kurabiye hamuruna, atkı ve yelek ürettiğim şişlere ve örgü iplerine, bir süre sonra içine ettiğimi farkettiğimde kendimi "soyut çalışıyorum şekerim" diye avuttuğum tuvale ve daha bilumum gerekli gereksiz uğraşa adadım. Boş zamanlarımda da, Edith Hamilton ağzından Cupid ve Psyche gibi enteresan aşk hikayelerini, Zeus'un uğruna şekilden şekle girdiği ölümlü kadınlarla olan erotik maceralarını okuyup, 8. Henry'i daha iyi anlayabilmek adına Jonathan Rhys Meyers'ın kendine yazık ettiği başarısız diziyi izliyorum.

Bir tek yazmıyorum.
Arada bakınıyorum şöyle geçmişte ne yazmışım vs diye de, amma boş konuşmuşum bak, onu farkediyorum. Ne güzel ama, fütursuzca saçmalayabileceğim bir alan yaratmışım ki bazen günde iki kere doğruyu gösterip, haklı ve bir o kadar da hoş tespitlerde bulunmuşum, o da bir gerçek.

Geçen gece, zaten genel olarak filmlere gereğinden fazla anlam yükleyen biri olarak, repliklerini ağzıma dolayıp filmlerini afiyetle izlediğim bir yönetmen, son filminin çekimleri sırasında bir motosikletin çarpması yüzünden hastaneye kaldırıldı. Şans eseri o saatlerde twitter hesabına göz gezdiriyordum. Haberi görür görmez ekşiye atladım. Güvenilir bir haber kaynağından ses çıkmamasına rağmen ölüm haberlerinin dolaştığını görünce bilgisayarın başından yarım saatliğine uzaklaşma kararı aldım. Yarım saat sonra baktığımda r.i.p. cümlelerinin yoğunluğundan anladım ki Angelopoulos baya baya ölmüş. Dedim sonra, "bak gördün mü, filmlerinden sahne sahne kırpıp, hakkında "ben de bundan bahsediyorum bak, düşündüğüm şeyi almış koymuş adam" diye söylenip durduğum adamlardan biri daha gitti".

Şundan 1 hafta sonra yine Ankara'da olurum, ve bu yüzden evimin tadını olabildiğince çıkarıyorum. Hiç evden çıkmıyorum mesela. Alkol ihtiyacım, "kolestrolüm varmış benim, istediğim kadar şarap içebilirim ben!" gibi bir bahaneyle annemin dırdırından kurtulmuş olan biricik babam tarafından gayet güzel karşılanıyor. Geçen akşam alışveriş arabasına doldurduğu 9 şişe kırmızı şarapla gözlerimi doldurmuşluğu var -ki mitolojik karakterlerin isimlerinden esinlenilmiş bu kadar çok şarap markası olduğunu da o zaman öğrendim (bkz. aa görüyorum ben bunu derste, bunu da atalım arabaya, kendisi bir işe yaramamış antik yunanda, şarabı nasılmış ona bakarız!). Yani normal şartlar altında meydana gelmiş bir insanoğlunun pek de terk etmek istemeyeceği sıcacık evde paşa paşa yaydım mabadımı. Ankara'ya dönünce 3-5 insan daha fazla görmekle birlikte, sabahın 3'ünde sırf aklıma estiği için sade türk kahvesi eşliğinde bir Aki Kaurismaki filmi izleyemeyeceğim mesela. Ya da yaşayan en şımarık 'babasının kızı'lardan biri olarak, bir iki burun çekmesi, iki üç öhhö öhhö 'den sonra ödül olarak ev yapımı tarhanayla karşılanmayacağım. Zaten yeterince soğuk bir şehir olmasının yanında, bir de bu unsurları içinde barındırdığı için gittikçe antipati kazanıyor o şehir gözümde. Yani gerçekten kötü bir şehir Ankara. Adım attığım günden beri insanlara bunu anlatmayı kendime misyon edindiğim halde, hala karşıma geçip Ankara'yı Behzat Ç. için bile sevdiğini söyleyen insanlar görüyorum, ne kadar acı.. Huzur vermesine veriyor bazen, kafanı dinleyebilmek, ve (duvarın sıcak ve kuru olan tarafındaysan) yağmuru, karı izleyip kahve höpürdetmek, kitap okumak gibi klasikler için de biçilmiş kaftan aslında, ama diyorum ya, evin olacak onun için, böyle yurt falan, yok hiç gitmiyor, kahve boğazında tıkanıyor bildiğin.. Yani bir kampüse kar yağdığı zaman ormandan kurt, yaban domuzu karışımı illet hayvanlar iner mi, oluyor, geceleri duyuyorsun ulumaları falan, öyle soğuk, öyle korkunç falan..

Bir süre için iyi böyle diyorum hayat, kırmızı cilt l.o.t.r., kırmızı şarap, kırmızı yelek, sıcak ev, filmler ve kurabiyeler çevresinde. Dur bakalım, ben yazıcam yine arada...