Pages

28 Ocak 2009 Çarşamba

Pleased To Meet You


Direk konuma geçiyorum, zira yazıya nasıl başlayacağıma karar veremedim. Yazıp sildim cümlelerimi. Boşver dedim artık aklıma ne gelirse (Bu üç cümleyi yazarak bir giriş yapmış oldum aslında yazıya, gördüğün gibi hiçbir zaman konuya tam dalış yapamayacağız) ...

Yarın akşam annemin kuzeni evleniyor. Annemin kuzeni dediysem ikinci bahar falan değil sakin ol, kızımız daha 25-26 yaşlarında, 2 yıldır ingilizce öğretmeni (Kızı dest-i izdivç a çıkarır gibi oldu, ilginç geldi bir an). Çok severim kendisini, ben de gideceğim o düğüne! (Sanki götürülmezsem düğünde bomba patlatacakmış havasında söyledim, bu da ilginç geldi bir an.) Hayır aslında tüm hevesim; gelinliği annesi, babası, damat vesaire hariç, herkesten önce benim görmüş olmamdan kaynaklanıyor. Üstüne kritik yaptığım gelinliğin bulunduğu düğünde olmayacaksam ne önemi kalır tüm o eleştirilerin, "oyy şunun tacındaki çiçeklere baak" gibisinden beğeni gösterilerinin vs vs? Her ne kadar gittiğim anda pişman olacağımı bilsem de... Bknz. anne, teyze tayfasından => "Turşucuuum kalk hadi oynasanaaa, hadi bak vallahi darılırım, küçükken böyle değildin sen, oynardın hoppidi hoppidi." Yahu kadın! Sen diyorsun "küçükken" diye. Küçükken altıma da yapıyordum hoppidi hoppidi, bu mu istediğin?? Herşeye rağmen düğünlerde bizzat zevk aldığım birşey vardır. Oturduğun sandalyeye iyice gömülüp milleti dikizlemece; pastaları çiğnemeden yutmaya çalışan teyzeler, çakır keyfi olmuş, ortada halay çeken amcalar, amaçsızca ayak altında koşuşturup, aniden yere toto üstü çakılıp zırlayan veletler, özellikle anne, teyze tayfasının düğünle ilgili yorumları ( ne yorumu, şurda biz bizeyiz, dedikodu işte bal gibi dedikodu)... Ben akraba işleriyle pek ilgili biri değilimdir. Kim kimin halasıdır, şu kimin kuzeniymiş vesairelerle kafamı meşgul edemem hıh. Bir de anne-baba iki taraf da baya bir kalabalık olunca bilmek de işime gelmiyor. Ama şu düğünlerde bakınıyorum da, iyi ki bilmiyorum kim kimdir. Sokakta her gördüğüm yaşlı teyzenin ordan burdan bir akraba çıkma olasılığı yüzünden zaten ayda yılda bir dışarı çıkardığım kafamı iyice gömerim, o olur. Sevmiyorum yol ortasında durdurulup öpülmeyi, annemin şu taraftan halasının bilmemnesinin kızının nasıl olduğuyla ilgili rapor vermeyi falan. Tanımadığım adam hakkında "İyiymiş iyiymiş" diye geveleyemem. Ya adam öldüyse? Yalan söyledin, gizledin bizden diye kafama vurmazlar mı sonra?

Aslında benim bahsetmek istediğim konu bu değildi (Niye bahsediyorsun o zaman? deme çok kırılırım. Bu arada şu parantezlere bir sınır koymalı artık). Evlilik diyordum ben. "Evlilik öncesi boşluk hissi" diye birşey varmış. Yani yok öyle bir isim ama nikah öncesi gördüğüm tüm müstakbel gelin-damatlarda öyle bir duygu hakim. "Hiç evleniyormuşum gibi gelmiyor" diyor. Neden acaba? Hani bende öyle bir duygu olsa şüphelenirim "Noluyoruz yahu" diyerekten. Dolaylı yoldan kuzenim olan, sevgili müstakbel gelin bunu söyledikten sonra üzerinde düşünmeye başladım olayın. Bir kere herşeyden önce, 30-40 yıl aynı evde yaşayacağın insan düşüncesi ürkünç birşey (ürkünç= korkunç + ürkütücü. saygı duy lütfen, ilginç bir kelime bu). Hayır tanımak lazımdır, ön hazırlık olarak bir süre birlikte yaşamak lazımdır (ev arkadaşı bir nevi, ya anlaşamazsan, ya diş macununu ortadan sıkıyorsa, banyoda şarkı söylüyorsa ve sesi de kötüyse => doğal karşılamak lazım sırf diş macunu yüzünden kaç evde kavga çıkıyorduk kim bilir). Atıyorum, 30 yaşında evlendin. Karşındaki insan senin görmediğin ve göremeyeceğin 30 sene yaşamış, aynı şekilde sen de öyle. Dexter izlerken "kan! oh yes doğra adamım" diyorsun ama piyango sana çıkmasın... Bak mesela 20 yıl aynı hayatı paylaşırsın sonra eşcinsel olduğunu öğrenirsin, "numara mı yaptın kalleş" diye bağırırsın. Bu cümlelerin altında bir ses evlenme ulan evlenme! diye bağırmıyor yanlış anlama beni, böyle bir insan değilim aslında. Sev, sevil, seviş diyorum ben de. Ama aynı zamanda benliğinin bardağın boş tarafını gören kısmından da seslenmeden edemiyorum. Ayrıca biliyorum konuyla çok alakasız, saçma sapan birşey ama söylemezsem içimde kalır, gece rüyama girer, kötü olurum, midem falan ağrır. Şu an dışarıda feci bir yağmur var, şimşek falan çakıyor, gök gürlüyor, hava kapkaranlıkken birden aydınlanıyor vs. Az önce de elektrik gitti geldi, blogspot 'un dakika başı kaydetme özelliği sağolsun, yazım kaybolmadı. Ne diyordum? Heh, bilgisayardan mıdır bilmiyorum ama vücudumda bir elektrik akımının dolaştığını hissediyorum. Küçük voltajda çarpılmışlığım vardır baya, özellikle yeni kapanan küçük televizyonun antenine antenine dokunmaların sonucunda.. Parmaklarımda, belimde, kolumda, boynumda sürekli bir karıncalanma, iğne batması hissetmekteyim, tırstım lan birazdan kapatacağımdır bilgisayarı, televizyonu açacağımdır nihahaa! Neyse nerede kalmıştım? Evet bardağın diğer tarafı diyordum. Aşk, meşk güzel şeyler, "make love" ama "Ah güveniyorum ben, ne güzel işte hergün yeni bir huyunu keşfediyorum aşkitomun" diye dolaşma etrafta. Yarın öbür gün toplarız dağılmış vücut parçalarını, aşkiton da arkandan "Ben yapmadım, bir an bir ses duydum, gözüm karardı, içime başka biri girdi, o yaptırdı" diye ağlar. Evlilik güzeldir belki, ama bekarlık da güzeldir, iyi düşün, arada bir boşan, sonra fantezi olsun tekrar evlen falan..... (Elektriği daha iyi hissetmeye başlamadan önce defolup gitmeliyim blogger, son yazımı yayınlamadan, yağmurlu bir kış günü ölmek istemem. Görüşürüz, kendine iyi davran, yağmurlu havada kahve al kendine, şömine yak, kitap oku, elektronik aletlerden uzak dur falan feşmekan...

Çukurnot: Ayrıca olacaksa bir düğün White Wedding çalmalı, Billy Idol lar hoplayıp zıplamalı o mekanda derim. Ve yine içimde kalmasın, gece rüyama girmesin, midem ağrımasın diye 5 dakika daha bekliyorum şu muhteşem üçlüyü buraya iletmek için, buyrun blogger;

Billy Idol- White Wedding
Deathstars- White Wedding
Murderdolls- White Wedding

25 Ocak 2009 Pazar

Kritikselleştirdiklerimiz

Sonunda başbaşa kalabildik sevgili blogum. Özlemişim yahu. Abimi bir saat önce otobüse bindirdim, yolladım kendilerini, aldım elime kahvaltılık mısır gevreğini, döktürdüm playliste smooth jazz klasörünü, geçtim karşına. Ama sanma ki harika şeyler karalayacağım. 1 haftadır evdeyim, mal mal oturuyorum, ne bekliyordun? Yaptığım tek şey kitap okuyup, kahvaltılık mısır gevreği yiyip, abim uyuduğunda arşivden film izlemekti.. Yani şimdi bahsedebileceğim yegane konu filmler nihahaha!! Ama ona geçmeden önce bir konuya işaret parmağımı basmak istiyorum. Şu mısır gevreklerini süte katıp güne o şeyle başlamanın neresi güzel, afedersin? O bulamaç haline gelmiş şey mideye gitmekten çok mideden geliyormuş gibi görünüyor, hiç leziz değil... Birgün mısır gevreği dolu kasene süt katarken aklına gelirsem vazgeçersin diye söylüyorum, kuru kuru ye onları, çerez niyetine, birayla güzel gidiyor sadeleri.. Bir de kahvem bitti 1 haftadır türk kahvesi içiyorum. Ustalaştım iyice, annemden güzel yapıyorum vesselam..

Neyse geyiğe başka bir zaman dalacağımdır, filmlere geçiyorum. Buyrun el(l)ediklerimizzz...

Zeitgeist: Addendum (2008)

1. film Zeitgeist The Movie 'den sonra ikinci film Addendum la karşımızda pek sevgili Zeitgeist ekibi. Filmin ana konusu yine birinci filmden hatırlayabileceğimiz gibi dünyayı yöneten şirketler, din, politika ve para arasında gidip geliyor. Bu filmde paranın FED benzeri bankalar aracılığıyla nasıl dolaştığı, faiziyle beraber bankaya nasıl geri döndüğü vs vs konularına daha fazla ağırlık verilmiş. Filmi izlerken dört gözle beklediğim Network 1976 alıntılarını sıkıştırmayı da ihmal etmemişler sağolsunlar. Bu filmde üstünde durdukları en önemli konulardan biri de The Venus Project. Projenin başında gelen endüstri mühendisi Jacque Fresco da filme baya bir katkıda bulunmuş. Projeyi anlatmak saatler alır, bağlantıdan incelersiniz. İkinci Zeitgeist la ilgili söyleyebileceğim son şey ilk film kadar çarpıcı olduğudur ve sanırım bu da Amerika 'da yasaklandı birincisi gibi. Neyse offical siteden buyrun indirin 700 mblık kotaya. Şimdiden iyi seyirler..

Revolver (2005)

Oturduk bilmem kaçıncı kere cnbc-e de Snatch 'i izledik geçenlerde. Yine aynı yönetmen, pek sevgili Guy Ritchie. Ve yine aynı başrol oyuncusu, Ritchie 'den de sevgili, pek sempatik konuşmasıyla Jason Statham. Snatch kadar kovalamacası bol bir film değil, Brad Pitt 'i de yok ama bende yarattığı etkiyle Snatch 'i 2'ye 3'e katlar. Konusunu yazıp bu filmden de kaçıyorum. Hapise düşmüş bir adam (Jason abimiz), yan hücrelerin birinde usta bir dolandırıcı, diğerinde ise bir satranç ustası.. Adamımız Jason bunlardan eğitim görüp çıkıyor hapisten. Sonrasında olaylar kumar, para babası Macha ve Jason 'ın egosu arasında gelişiyor..

The Addams Family (1991) , The Addams Family Values (1993)

İki filmi aynı yerde inceliyorum çünkü ayrı ayrı anlatsam pek bir fark olacağını sanmıyorum. Bu kadar geç izlemek her ne kadar içimi acıtsa da (yeap acıtıyor efenim!) mutluyum. Gördüğüm en matrak aile diyebilirim. Dizisini gelecek aya bıraktım maalesef. Aslında iyi de oldu. Dizisi 1964 yapımı filmleri 1990.. Filmdeki karakterleri dizidekilerden daha çok sevdiğimi söyleyebilirim. Anjelica Huston var bikere. Choke 'da izlemeyi dört gözle beklediğim müthiş hatun. Gençliğinde de hayran olunası oyuncu. İkinci filmden bir yıl sonra ölen, pörtlek gözlü, sevimli Raul Julia. Filmde Fester Amcayı kendisinden başka ancak Marty Feldman canlandırsaydı memnun kalacağımı düşündüğüm Christopher Lloyd (1993'te Feldman 'nın toprağa karışmaya hazır besin zinciri elemanı olduğunu düşünürsek belki de Fester Amca olabilecek tek insan). Herşeyden önemlisi küçüklüğüne hayran kaldığım, daha doğrusu küçük bir Wednesday Addams olmuş versiyonuna hayran kaldığım Christina Ricci. Cumartesi geceleri evin tüm ışıklarını kapatıp, eline çerezini biranı alıp keyifle izleyebileceğin iki film. Hatta canım şuan gerçekten Addams Family çekmekte. Yazıyı bitirdikten sonra ışıkları kapatacağımdır.

Crossroads (1986)

Youtube ta izlediğim bir video sayesinde farkettiğim bir film kendileri. Başrol oyuncumuz Ralph Macchio ve Steve Vai arasındaki pek etkileyici düello var sonlarda. Filmde o sahne başladığı anda filmi unuttum. Steve Vai ve onun bir güzel döktürdüğü gitarına salya akıtmakla meşguldüm. Herneyse, film 17 yaşındaki blues-man olma heveslisi gencimiz Eugene 'nin hayran olduğu eski blues babalarından Willie Brown la huzurevi vari bir yerde tanışmasıyla başlar. 1930-40 ların efsanevi ismi Robert Johnson 'ın yıllar önce çıkardığı bir albümünde 30 şarkı olması gerekirken 29 tane olmasına kafayı takan Eugene, kayıp şarkıyı ona öğretmesi için yaşlı Willie ile bir anlaşma yapar. Eğer Willie 'yi buradan kaçırır ve blues un memleketine götürürse, Willie de ona kayıp şarkıyı öğretecektir. Beş kuruşsuz yollarda kalan ikili hobo yolculuğu yapmaya başlarlar. Püfür püfür hobo ve blues kokan, enfes bir film. 2002 yapımı Britney Spears 'ın oyunculuğunu döktürdüğü diğer filmle karıştırılmamalıdır. Tamamen farklılardır efendim...

Everything You Always Wanted To Know About Sex * But Were Afraid To Ask (1972)

7 skeçten oluşan gülmekten yerlere yatıran bir Woody Allen filmi (Aslen David Reuben 'in bir kitabıdır kendisi). Allen Amca 'nın en başarılı işlerinden biri diyorum. A Midsummer Night Sex Comedy ile birlikte pek harika giden bir film. İlk skeçte kendini sevdiriyor. Kraliçe'yle işi pişirmek isteyen bir soytarıyı canlandırıyor Allen Amca. Çözümü ölen babasının aklına uyarak hatunun içeceğine afrodizyak katarak buluyor. Sperm rolünü canlandırdığı skeç ise sanırım filmin en can alıcı bölümü. Woody Allen 'ı ezelden beri severim. Gençliği ayrı, tonton dede dönemi ayrı matraktır. Eve atıp uyumadan önce kendisinden masal dinlenilesi ihtiyar...


Capote (2005)

Philip S. Hoffman bir insanı delirtir mi? Evet. İki çift laf etmesi yeter. Filmdeki o sakin duruşu yeter. Kemal Kılıçdaroğlu 'nu da çıldırtabilme potansiyeline sahip. Filmi ikinci kere izlemek istedim. İlk yarım saati geçtikten sonra abim sinir krizi geçirdi mi? Evet, geçirdi. Sesine sinir oldu. Hoffman istediği kadar çıtkırıldım konuşsun saygıyla anarım ben filmi. Öyle de yalakayım. Truman Capote 'un kendisini o kadar sevmem mesela (Arkamdan ağlayabilme durumunu hiçe sayarak söylüyorum, bir de ölmüş olmasını tabii). Breakfast At Tiffany's i okursam ya da izlersem severim ama o ayrı konu. Neyse gerçeğini bir kenara bırakırsak, izleyin filmi derim (Hangisini izleme dediysem artık). Ama bir atraksiyon beklemeyin. Ya da sessiz sakin sahnenin hemen ardından birilerinin bööö lemesini vesaire.. Oturun, kahvenizi alın elinize (şekersiz, sütsüz olucak değil mi? Evet) izleyin, bu kadar...

Efendim çok konuşmak istemiyorum. Birkaç film daha var bahsetmek istediğim ama aynı zamanda izlemem gereken birkaç film de var. Gypsy 83 indirmiş bulunmaktayım ve Kingdom Hospital 'ın şeytani Antubis 'i, Gypsy 83 'ün ise gotik başrol oyuncusu hayranlık uyandırıcı Kett Turton 'u biran önce izlemek istemekteyim. Daha sonra diğer filmlerle birlikte kritiğini geçerim. Şimdilik sağlıklı kalın, evde oturun karpuz büyütün, görüşürüz blogger...

24 Ocak 2009 Cumartesi

Efendim sanmayınız ki öldüm ya da yaşama sevincimle beraber yazma isteğimi de kaybettim veya çok yoğunum... Abimi evden (internetten) kışkışlayıp kaldığım yerden devam edeceğimdir. Malumunuz kuruldu kendisi koltuğuma, yayıldı netin başına, kalkmamakta. Kaleme kağıda sığındım ben de. Neyse görüşürüz blogger, geleceğim en kısa zamanda, bekle beni...

15 Ocak 2009 Perşembe

Perfect Strangers in Istanbul

Bu sefer bahanem var, gerçekten.. Yazmadım çünkü sınavlarım vardı, yazmadım çünkü elektrikler kesildi, yazmadım çünkü sular akmadı, komşunun köpeği kaçtı, Yalçın Küçük gözaltına alındı, yoğurt yerken dilimi yaktım, dokunduğum kağıtlar elimin orasını burasını kesti, sabaha doğru C.R.A.Z.Y. izledim, abicana doğumgünü hediyesi Dark Side Of The Moon albüm kapağının yağlı boyasını yaptım, tiner bağımlısı oldum, Ewan Mcgregor 'ı her haliyle izleyebileceğimi, Christian Bale 'ın da istediğinde "loser" dedikleri cinsten ezik, istediğinde Batman misali şımarık mı şımarık olabileceğini farkettim, he bir de Ewan Mcgregor 'ın pipisini gördüm, bunlar Velvet Goldmine izlerken oldu. Atomu parçaladım, Gazze 'yi bombaladım, Pink Floyd 'u tekrar birleştirdim, Roger Waters 'ı öldürdüm, The Great Gig In The Sky 'a yeni bir yorum getirdim, Obama 'ya Mickey Mous 'lu terlik fırlattım, Michael Jackson 'la birleşip Freddie Highmore 'u kaçırdım, tabii aramızda yaş farkı olmadığını öğrenince hevesim kaçtı, Mayk 'a havale ettim kendisini, geldim. Sonra Resul Balay 'ın izini sürdüm, kendisinin yıllar önce bulunmuş olduğunu köyünün sınırını geçince öğrendim, bir imza bile alamadan toz oldum... Çok yoğundum anlayacağın, oturup blog karalamaya vaktim olmadı. Bahane dedin mi çıkıyor oradan buradan. Gerçek sebebi soruyorsan ilk madde doğrudur sevgili blog. Sınavlarım vardı, kopya hazırladım! Diğerlerinin bir kısmı hayal gücümün ürünü, bazıları da gerçek ama bahane niteliği taşımıyor. Velvet Goldmine dedim ya, çok güzel bir film o yahu! Güzeller güzeli Kurt Cobain + Iggy Pop karışımı Ewan Mcgregor 'ı, ortam çocuğu olma çabasındaki Christian Bale 'ı, köfte dudaklı listesinde sevdiğim tek insan Jonathan Rhys Meyers 'ı bir kenara at ( sıkıyorsa at tabii), filmde 2 dakika ya var ya yok şeklinde görünen Brian Molko (diğer elemanlar da vardı da onlar Molko 'dan az göründüler) için izlenir film. Benim vardığım "en basit" sonuç, Jonathan R. Meyers 'ın kadınsı versiyonunun gerçekte olduğundan bin kat daha göz kamaştırıcı olduğuydu mesela. Ayrıca Glam Rock 'a veda niteliğindeki konserde Placebo 20th Century Boy 'u seslendirdi, hemen ondan yola çıkarak soundtrack albümünün harika olduğunu da söyleyebiliriz. Bir de replikleri çok harika. Oturup not alınası cinsten. Benim favorilerimden biri BBC muhabiri, gencin tekine biseksüellik hakkında ne düşündüğünü sorduğunda, herifin verdiği cevaptı. Direk orjinaliyle: "i like boys and girls, they're all great! there's really no difference is there? mr. bbc". O "Mr. bbc" deyişindeki vurguyu otur başa sara sara dinle, izle vs...... Sen şimdi bu satırları okuyorsun ya, "vs." den ben bunu yazana kadar bir yarım saat falan geçti ama çaktırma, sanki yoğun bir beyin fırtınası sonucu 10 dakikada hazırlanıp yayınlanmış bir yazıyı okur gibi oku. Şuan kendimi büyük bir şoktan çıkarmaya çalışıyorum. Mimi Wodka, Nikki, Smoky üçlüsünden birini görürüm, muhabbete dalarım diye msn zımbırtısını açayım dedim. Bakın, bakın, bakın. Zaten msn arkadaş listesindeki insanların yarısından fazlası engelli olduğu için (bakma öyle garip bir alışkanlık değil, aslında alışkanlık değil. Birinden bir dosya almak ve akabinde defolup gitmek gerektiğinde o kişi hariç herkesi engelleyip öyle giriyorum, sonra unutup gidiyorum, kalıyor öyle, zahmet edip engeli de kaldırmıyorum, konuşacağım zaman açarım o ayrı) kasmadım fazla döndüm yine mozillaya. Ama bir duraksama oldu, gözüm alışmadı, inanamadım gördüklerime. Msn penceresini tekrar açtım. Bittersweet isimli pek sevilesi arkadaşımın iletisini gözlerimi ovuştura ovuştura okudum. "20 Temmuz Pazartesi- Deep Purple İstanbul Konseri". 15 fincan kahve içmişe döndüm, kanım çekildi. Offical siteye girdim baktım tur tarihlerine. Ahanda benim gördüğümü sen de gör!


Bu haberden sonra daha fazla kafa ütüleyebilir miyim bilmiyorum. Ben susuyorum şimdi ama playlistte Ian Gillan amcamla Steve Morse amcam "Sometimes i feel like screaming.. Close my eyes..." diye döktürerekten bana da ah ulan ah dedirttiriyorlar. Yeri değil belki ama Sebastian Bach 'ımız geldi geçti, Tool 'umuz geldi geçti, Deep Purple gelip geçecek, bir de ölmeden Gilmour amcadan Comfortably Numb solosu dinlesek kötü mü olurdu be?

5 Ocak 2009 Pazartesi

Kış Uykusu


Selamlar huzur ve sevgi yumağım, cağnım blogum. Ve sen pek sevgili blogger.. Farkettiysen yılbaşı yazısı yazmadım. Daha doğrusu günlerdir (baktım bloga neredeyse 10 gün olmuş lan) birşey yazmamışım zaten. Mimi Wonka 'nın da "Püüh sana" larından sonra el atıp, bir iki şey karalamak lazımdır dedim, oturdum başına.

2009, 2009 dediler (dedik değil dikkatini çekmek isterim. Sizi ve kendimi işin içine katmıyorum, bizler seçilmiş insanlarız, çaktırma..), bol bol sevgi, mutluluk, dünya barışı; bununla birlikte utanmadan para, itibar, şan, şöhret istediler. Yaşasın dünya barışının yanında, gelsin yeşil yeşil banknotlar, gelsin renkli, cıvıl cıvıl kredi kartları dimi? (Di deme sakın.. Deme demiştim.. İyi tamam ben de içimden dedim kendime, boşver) O zaman ne yapıyoruz? "Saaaamveeer ovır dı reynbooov dım dım dım" diyerekten, bu yılda eski sevgilimizin önünden kırmızı cillop gibi arabamızla geçme dileklerinde bulunuyoruz. Parayla saadet olmaz mı? E al, oldu. Son model arabamla eski sevgilimin suratına çamur fırlatarak geçtim, beni bu dünyada daha ne mutlu edebilir? Prensiplerime aykırı diyorsan, bas parayı, Sam Rockwell yılbaşı akşamı, noel ağacının altındaki kocaman hediye paketinden fırlayıp, kırmızı iç çamaşırıyla yeni yıl şarkısı söylesin. "O da olmaz, Sam Rockwell 'in gülüşünü sevmiyorum ben, çok pişkin, hıh!" dersen, sana bayılana kadar alışveriş yapmanı öneririm. "Yok ben hala paranın satın alamayacağı şeyler istiyorum" dersen de HSBC kart al derim. Bakma sen öyle dediklerine, birikmiş puanlarınla paranın satın alamayacağı şeyleri de alabiliyorsun. Migrosta cipis reyonlarının yan tarafındalar. "Hocayı keklediğini sanıp, sıranın altından kopyaları götürmenin verdiği haz" aldım ben geçenlerde. Paha biçilemez sanıyordum ama gerektikçe çıkarıp tüketiyorum, hoş oluyor..

Neyse hoşgeldin tombul yeni yıl, güle güle ezik eski yıl falan derken biraz da gelir giderlerden bahsedelim. Bol bol kitap ve film geldi bana 2008'in sonlarında. Çoğu burada bulunmuyordu, şehirdışındaki kuzenlere sipariş veriyorduk. Kitapların orjinal olanları için biriktirmekte olduğum deri ceket paramın yarısını heba ettiğim söylentileri doğrudur. Ama olsun, kitap candır, uğruna paraya kıyılır. Kotaya kıyamayıp, torrent listesinde geri sıralara atıp ertelediğim birkaç fransız film geldi. İzlerken gözlerimin dolduğu da oldu. Bir de "ne gelen ne giden" tayfası vardı. Tripcan Güneş gelmedi misal. Son anda "finallere hazırlanmalıyım" ayağıyla kaldı orada sevdiceği ve yarenleriyle. Doğumgünü de 3 Ocak 'tı, telefonla kutladım. "Hediyelerini tırt görürsün sen doğumgünü çocuğu köpeği hehhehehe" dedim, pişkin pişkin de güldüm.. Bir de gidenler, götürülenler tayfası vardı. Kahpe 2008 giderken yanında benden, oturduğum mahalleden bir parça götürdü. Gerçi suçu 365 gün 6 saatte aramamalıyız. Küçük Mario tipli Hasan Balaman "Siz istediniz, biz yıktık" dedi, 2-3 sokak ötedeki genel evi yıktırdı. Kim istedi ki ondan böyle birşeyi? Orada çalışan ablalardan biri de yıkım sırasında Balaman'ı protesto etmiş. Balaman, abladan çok etkilenmiş ama an itibariyle bir Tayyip duası okumuş da sakinleşmiş, zinaya mahal vermemiş. Birçok dönem veledinin çocukluk anılarından esip geçmiş bir evdi orası. O renk renk odaların içinde neler olduğunu öğrenmek için verilen çabalar vardı o yıkıntıların arasında... Balaman; bekçisi dahil birçok kimseyi işinden etmekle birlikte, dünün çocuklarının anılarından da derin parçalar koparmıştır... Neyse, sevmiyorum böyle isimleri bloguma konuk etmeyi ama içimde kalmasın. Okan Bayülgen evlenmiş mesela hiç duymamışım. Dün gece o kadar bekledim hadi bu gece kaçırmayacağım Disko Kralını diye diye. Geçen hafta bir aptallık edip sızıp kalmıştım da Cem Adrian konuk olmuş. Hala içim sızlar, küfrederim kendime. Dün gece bir hırsla oturdum televizyon başına, Disko Kralı bekledim ama Kral evlendiği için bu hafta yapmadılar, yerine dandirik korku filmlerinden birini koydular. Bring me the disco king, bring me the disco king dırıdım dırıdım diye diye ayrıldım televizyon başından. Kahve etkisiyle de uyumadım, sabahladım. Edebiyat- Geometri- Tarih- Coğrafya- Biyoloji- Fizik dersleriyle bünyeyi iyice sarsıp kendimi eve attım. Hayır yabancı dil öğrencisiyim güya lan! Fen bölümünden gelecek 3 puan için oramı buramı yırtıyorum. Gerçi hoş oldu bugün. En son 1.5 sene önce gördüğü fizik sorularını yavaştan yavaştan hatırladığını farkedince sevindirik oluyor insan saniyelik...

Bir de yeni birşeyden bahsetmek isterim; çok içine kapanık bir insanmışım. Yeni farkediyor değilim ama yüzüme daha yeni vuruluyor bu gerçek. Son veli toplantısında "Diğerlerinden daha kültürlü ve bilgili olmasının getirdiği bir soyutlama görüyorum Turşu'da. İyice kabuğuna çekildi, iletişim kurmuyor fazla, bir de çok uyuyor.." yorumlarıyla karşılaşmış anne-baba ikilisi. Karşı da çıkmıyorum, kimse Pollyanna olduğumu söyleyemez herhalde. Ama fazla iletişim yaramıyor, bir süre sonra sevdiğin insandan sıkılıyorsun. Yani kendimi çevremden soyutlamamı aslında çevremdeki insanları sevdiğim için, onlardan sıkılmak istemediğim için bulduğum bir çözüm olarak gösterebilirim. Gerçi evet artık soyutlamak bir yana, kendimden uzaklaştırmak için bazı insanları bol bol tersleyip, uzun uzun kurduğum cümlelerle bozduğum olmuyor değil. Sırf tek başıma olayım, muhabbet etmeye çalışan arkadaşlar olmasın diye okuldan kaçıp sinemaya gittim. Issız Adam 'a. Yolda karşılaştığım bir arkadaş da gelmek isteyince kıramadım ve film boyunca yanımda oturan varlıktan uzak durmaya çalıştım. Çok huzursuz oldum. Filme doğru dürüst konsantre olamadım. Yanımdaki bir tanıdığın varlığından bu kadar rahatsız olabileceğimi düşünmemiştim hiç. Biran önce film bitse de defolup gitsek diye bekledim. Hatta bir ara "niye sinemaya gittiğini söyledin ki sanki bok kafalı" diye düşünürken gözlerim doldu sinirden. Herhalde artık kendime fazlasıyla alıştım. Başka bir insanın yanımda olması düşüncesi yabancı geliyor. Mevsimliktir belki diyorum...

Şu sıralar blog konusunda kısırlık yaşıyorum (Bu yazının uzunluğuna aldanma gayet güzel saçmalamış olduğumu ilk cümleden hissettin sen de). Bana sorarsan hepsi Sartre yüzünden. Bulantı 'yı bitirdiğimde kendimi bir boşlukta hissetmeme neden oldu o adam. Kitabın harikulade konusundan değildi. Kitabın bir konusunun olmasını isterdim tabii. En azından Roquentin 'in bu bomboş, hiçbir kıpırtısı olmayan günlerin sonunda, varoluşmaya başladığını hissettiğinde dayanamayıp intihar etmesi güzel bir son olurdu. Aslında tamam öyle her ruh halinde çekilebilecek bir kitap olmasa da Roquentin 'in sıradan gözlemleri güzeldi ama hiçbirşey yapmayan bir adamı günlerce okumak insanı da hiçbirşey yapmamaya itebiliyor. Mevsimliktir belki bu da. Hem Mimi Wonka 'yla birlikte On The Road okuyorum. Tembellikten silkinir, Howl gazıyla hoş şeyler yazabilme potansiyeline sahip olurum. Devam ederiz güzel güzel, sakin sakin...