Pages

29 Ağustos 2008 Cuma

Toplumsal Sorunlar Gözlem Evi

Toplumumuzun kanayan yaralarına parmak basma gibi bir derdim yok. Sadece gün içerisinde gözüme batan garip olaylardan yakınıyorum. Hemen hemen hergün gördüğüm ama daha dün gözüme çarpan ve bloga yazma ihtiyacı duyduğum bir olay. Otobüslerde, dolmuşlarda vs. toplu taşıma araçlarında çok rahat görülen bir manzara aslında. İkili koltuğa beraber oturamayan bay ve bayanlar. İkili koltukta tek oturan bayan; karşıdan gelen erkeği gördüğü anda yana kayıp pencere kenarını boş bırakır. Maksat "oturduğum koltuğa erkek oturmasın". E be kadın, tamam o kadar insanın içinde utanmadan sarkıntılık edip huzur kaçıran homoerektuslar yok değil, ama karşıdan gelen yorgunluktan feleği dönmüş adama da mı acımıyorsun? Adam soluklanacak yer ararken senin orana burana mı bakmaya tenezzül edecek? Hayır, kadınları geçin okuyucu dün yanıma eli torbalı bey oturmadı. Otobüs tıklım tıklım doluydu ve "Amanın bir erkek! Şimdi yanıma oturacak ve ırzıma geçecek o kadar insan arasında brrr" tarzı bir ifade de yoktu yüzümde. Kulağımda güzel bir müzik, dışarıyı seyrediyordum. Beyefendi koltuklardan biri boşalana kadar bekledi ayakta. Benden korkmuş olma ihtimalini göz önünde bulundurmuyorum tabi. Az önce dediğim gibi; onlarca insanın arasında utanmadan sırnaşan tipler yok değil. Ama gördüğünüz her insana bu muameleyi yapmak ne kadar doğrudur tartışılır. Yanyana oturan kadın ve erkeği bırakın, onlar bu durumdan huzursuz olmasalar bile otobüs ahalisi mutlaka yılan bakışlarını ikisi üzerine dikecektir. Sanırsın otobüs içinde fantezi yapıyorlar! Yok güzelim, yok bacım oturuyor onlar!

22 Ağustos 2008 Cuma

Sıkı Can İyidir, Çabuk Çıkmaz!

Hayır ben hiçbir insana bu şekilde bir karşılık vermedim. Genellikle böyle karşılıklar aldım.

-Canım sıkılıyor Phaedrus!
-Sıkı can iyidir, çabuk çıkmaz Turşu!
-İçimde hızla büyüyüp tüm bedenimi ele geçirmeye hazırlanan karanlık bir boşluk var -ki biz buna sıkıntı diyoruz- dikkat et seni de kapmasın geçerken!

Can sıkıntısı haliyle google denen (gerekli, gereksiz) bilgi kaynağına "can sıkıntısı" nı arattırdım. Karşıma çıkan sonuçların %80'i "can sıkıntısı için komik fıkralar" adı altında saçma sapan sitelerdi. Hiç değilse kendi ruh halimi okurken biraz da güleyim diye ekşisözlük linkine tıkladım. Karşıma çıkan entry'ler pek hoşuma gitti. Ama en çok bu alttaki ilgimi çekti.

-yapılacak şey bellidir*. sabredeceksiniz veya çabalayacaksınız. çabalayacak bir şey kalmadı mı eli mahkum sabredeceksiniz. uykunuz yoksa uyumak kesinlikle bir çözüm değil, depresyona kadar götürür benden söylemesi. bence ilk başta çabalayın biraz ki sabrederken içi içini yiyen biri olmayın. arkadaşlarınızı arayın * odanızı toparlayın :işe yaramaz ders çalışın* , gidin bilgisayarınızla oynayın* , film izleyin*, müzik dinleyin* vs. vs. hatta rejimde bile olsanız bir şeyler yiyin en azından kafanız dağılır*. bütün çabalama vaziyetleri bittiğinde yatağa veya kanepeye uzanırsınız, belki birşeye konsantre olur gibi olursunuz. işte o an bir nevi ölümdür, bir şey düşünmez, hareket etmezsiniz sadece bakarsınız veya gözlerinizi kaparsınız; aynen boşluk.

not: ileride davranış bozukluğuna veya anormalliğe yol açabilir. çocukken tek başıma tavla, monopoly* gibi oyunları hatta satrancı tek başıma oynamışlığım çoktur. hala da yaparım eğer çok sıkılırsam* ileride yalnızlığa alıştırır, insan ihtiyacını pek hissetmezsiniz; insanlıktan çıkar gibi olursunuz. neyse iyi tarafından bakın*


Yapılacak şeylerin hepsini yaptığımı söylemeliyim.

-Smoky Bonnie'yi arayıp, onunla 9 dakika konuşup, telefonu kapatıp, tekrar arayıp yine aynı sürede muhabbete devam etmek (10 dakikası 2 kontör durumlarından dolayı saat tuttuğumuz oldu, evet).

-Odamı toplamaya gelince; onu zaten 2 gün önce yaptım. Elektrik süpürgesi ve vilada sopasıyla çok iyi bir takım olduğumuzu düşünmekteyim.

-Ders çalış dersen kafanı gözünü yarabilme potansiyelim oldukça yüksek.

-Bilgisayar, film, müzik, yemek zaten günlük rutin işlerim arasında. Hayal gücü denilen aktivite olmasa nasıl geçer bu günler hiç bilmiyorum. Bir koltuğa oturup saatlerce aklıma gelen şeyleri düşünmek hem iyi bir zaman tüketimi hem de yararlı bir beyin jimnastiği. Tabi bir günün 23 saatini ( kalan bir saati tuvalet ve banyo olarak ayırmalıyız bence) bir koltukta olmamış şeyleri oluyormuş gibi görmekle, konuşulmamış şeyleri konuşmakla, tanışılmamış insanları tanımakla geçiriyorsanız ruh sağlığınızın büyük bir bölümünü "can sıkıntısı" na kaptırmışsınız demektir. İleride hatta çok yakında şizofrenik tepkiler göstermeye başlayabilirsiniz. Babamla hiç yapmadığım kavgayı beynimde canlandırdığımda sinirden ağlamam gibi. Kafamı yastığın altına gömüp susmayı beklemiştim yarım saat. Ya da bugün resim kursunda burnumun şakır şakır kanamasını henüz ortaya çıkarılmamış bir hastalığımın olduğuna bağlamam gibi. Mendille kanları temizlerken "eğer kansersem kafamı kazıttıktan sonra saçlarımı saklamalıyım" diye içimden geçen düşünce gibi. İşin kötü tarafı eve gelip karşımda benimle konuşmayan bir baba, Denizli'den geldiğinden beri "can sıkıntısı" ile depresyona giren bir abi - ki onun için pek birşey farketmeyecek, zira kendileri 1 hafta sonra Olimpos'ta güzel bir tatil yapacak- ve çocuklarının can sıkıntısını "hadi bir yürüyüşe çıkın, hadi markete gidip dondurma alın, kuzenlerinizle buluşun, onu yapın bunu yapın" diyerek geçirmeye çalışan bir anne bulunca, içimde büyüyen garip sıkıntı iyice delirtiyor beni. Saç diplerimden parmak uçlarıma kadar büyük bir baskı hissediyorum. Yapacak birşey bulamayınca da kendimi buzdolabının içine atıyorum. Buz gibi 1.5 litrelik su şişesini çıkarıp odama taşıyorum.

Herşeyin sinir bozucu geldiği anlar olur can sıkıntısı döneminde. Nikki Sixx 'in bir türlü inmeyen kitabı sinirlerimi bozuyor mesela. Hangi torrent linkini denersek deneyelim, 10 mb'lık dosya %99.7 'ye gelince duruyor. Abimin içeride o kadar övmeme rağmen BenX 'i değil de American Beauty 'yi izlemesi de sinirimi bozuyor. İzlediği zaman da BenX 'e hayran kalacak biliyorum ama "ben söylemiştim" demeyi sevmeyen bir insan olarak sadece yüzümde bir gülümsemeyle filmin kritiğini yapacağım ona. Dışarıda çocuk parkından gelen seslere de sinir oluyorum. Adamın yaptığı iğrenç espri buradan duyuluyor. Çok 25th Hour vari oldu biliyorum. Ayna karşısına geçip sövülecek daha birsürü şey var ama yazarken kayboldular bak görüyor musun?...

(Yazının sonunu nasıl bağlayacağını bilemeyip "hadi sonu gizemli olsun, görkemli olsun" ayağına yatıp sayfayı kapatan insan mode : on)

19 Ağustos 2008 Salı

Phaedrus'a Merhaba!

"Hafızama artık eskisi kadar güvenmiyorum. Unutkanlık başladı devamlı. Bu cümleyi kurmadan önce mutfağa gidip vişne suyu ve şeftali almıştım. Pasta tabağını da alacaktım ama elim doluydu. Sonra almak için ışığı açık bıraktım. Elimdekileri bıraktıktan sonra aşağı tekrar indim ışık kapalıydı. Açtım, masaya baktım, pasta tabağı yoktu. Şaşırdım yukarı çıktım. Baktığımda pasta tabağı yatağın yanındaki sehpada, vişne suyunun yanında duruyordu. Kendimden geçtim. Metafizikle kafayı bozmuş biri olsam buna kesin kulplar takardım. Astral yolculuk, parapsikoloji, reiki vs vs... Ama metafizik, ilgi duymama rağmen hayatımın merkezine oturtamayacağım bir alan olduğuna göre herzamanki basit ve maddesel muhabbetimize dönebiliriz. Peki nasıl oldu bu?...

Unuttum! Pasta tabağını yukarı çıkardığımı unuttum! Hatırlamıyorum öyle birşey! Şimdi gidip film izleyeceğim..."
...
Bu yazıyı dün gece yazmışım. Film bitince tamamlarım demişim ama üşenmiş kapatmışım sayfayı. "Küçücük bir unutkanlık amma abartmışsın haaa!" demeyin okuyucu. Benim için büyük birşey bu. İsim hafızası bir balık kadar olan ama olayları, konuşmaları ve suratları çok çok iyi hatırlayan biri için gerçekten şaşırtıcı. Ben sıra arkadaşımın ismini 2 hafta boyunca ezberleyememiş bir mahlukum. Ama 3 sene önceki muhabbetleri, tartışmaları her ayrıntısıyla hatırlayan da bir insanım aynı zamanda!

"Bir kutu birayı içip, içtiğini unutup tekrar bir kutu açan bir mahluksun da aynı zamanda!"
Demeyin. Çok kırılırım.

Bu geyik konulara ara verip kültür sanat konuşalım biraz da. Yalnız şunu farkettim ki son aylarda yazdığım yazıların %80'i paso geyik. Niye artık önemli, duygusal, ciddi konulardan bahsedemiyorum ben? Mevsimden herhalde...

Dün akşam kuzenimin yoğun tavsiyesi üzerine Benx adlı filmi izledim. Christiane F.- Wir Kinder Vom Bahnhof Zoo' dan sonra Alman filmlerine karşı bir önyargım oluşmadı değil. Ama Benx gerçekten harika bir film. Son zamanlarda ilk defa bir filmde bu kadar duygulanıp ağladım sanırım. Film; Ben adlı otistik bir çocuğun Archlord adlı bir internet oyununda saygı duyulan bir karakter olmasına rağmen (oyunda 80. levele gelebilmiş bir şahıs bu) gerçek dünyada çevresi tarafından ezilip, alay konusu olmaktan bıkıp, okulundaki insanlardan intikam almasını anlatıyor. Oyunda tanıştığı ve çok değer verdiği hatunun gerçek hayatta da onu ziyarete gelmesiyle hikaye gelişiyor. Film boyunca klasik "otistik çocuk, ezen çevre" görüntüsüyle acıma duygularınızı kabartıyor ama filmin sonunda ağzınız bir karış açık kalıyor, sonra ağzınızı kapatıp yüzünüze bir gülümseme yerleştiriyorsunuz. Kesinlikle kaçırılmaması gereken bir film. Gördüğünüz ilk yerde kapın, izleyin.


Bu sıralar Jack London okumaya verdim kendimi. Okumadığım evde birikmiş birsürü kitabı sıraya dizdim. En güzelinden en kötüsüne kadar okuyup bitirmeye kararlıyım. Kitapların birikmesine rağmen o sahafların önünden geçerken taze kahve ya da çay kokusunun içeriden gelen müzikle birleşince oluşturduğu büyülü atmosfer beni kapıdan içeri girmeye zorluyor ve bir kitap almazsam kendimi kötü hissediyorum. Şehrin tüm kitapçılarını gezmeme hatta şehir dışına çıkıp aramama rağmen bulamadığım Jack London- Bir Alkoliğin Anıları 'nı sokakta yürürken açılmış beyaz bir çadırın içindeki kitap tezgahında gördüm. Bordo-Siyah serisini dizmişler bir kenara, kitaplar süzülüyor. Hiç tereddütsüz kaptım kitabı attım çantaya. Okunacaklar serisinin en başına yerleştirdim. Şuanda Demir Ökçe'yi okumaktayım, bir iki güne biter sanırım. "... 20. yüzyılın başında, sosyalizmin kavram ve görüşlerini Platon diyalogları tekniğini hatırlatan bir yoldan öğretiyor. Öte yandan metin, yazılışından yaklaşık 20-30 yıl sonra Avrupa'da ete-kemiğe bürünen faşizmin de ayak seslerini duyuruyor okura. Sosyalist Ernest Everhard'ın eşi Avis, olayları, geçmişe bakan bir tanık gözüyle anlatıyor; onun varlığı, ayrıca romanın duygusal boyutunu tamamlıyor. Metne sözde 2700'lü yıllarda eklenmiş dipnotlar, romanı bilimkurgu türüne de yaklaştırıyor (Kapağın arkasından bir alıntı dizisi)."

Son 1-2 yıldır doğru dürüst Türkçe müzik dinlememiş bir insan olarak son zamanlarda Asfalt Dünya adlı güzide grubu takip etmekteyim. Yeni çıkan Türk grupların geneline karşı büyük bir önyargım var ve çoğunun birbirine benzediğini düşünmekteyim. Ama aralarından sıyrılan istisna müzisyenler de gerçekten doyurucu müzik yaparak takdirimi kazanıyorlar (Aman ne büyük marifet dimi?). Bunların en başında Cem Adrian var sanırım. Yaptığı işle, aldığı karşılık hiç de denk değil. Orjinal yanlısı bir insan değilim. Bilgisayar başına oturup o torrent senin bu torrent benim şeklindedir anlayışım. "Zaten müzisyenler albümden değil konserden para kazanıyorlar hacı!" şeklinde düşünenlerdenim. Ama Cem Adrian'ın çıkarmayı planladığı 3 albümden oluşan seri, çıkardığı ilki gibi olursa alacağım ilk orjinal albüm olabilir. Herneyse bu istisna müzisyen/gruplardan biri de Asfalt Dünya. Müziğin tekniğinden çok fazla anlamadığım için kulağıma güvenerek dinleyeceğim şeyleri seçiyorum. Asfalt Dünya da gerek sözler gerekse müzik açısından dinlenilesi bir grup.

Hafızadan girip müzikten çıktıktan sonra şu yazıya bir son vermek en iyisi. Elveda okuyucu...

*Çukurnot: Phaedrus; (Daha birçok anlamı olmasının yanısıra) Robert M. Pirsig 'in "Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı" adlı kitabındaki kahramanın bilinçaltına verdiği isim olmakla birlikte benim blogumun başlığını da bundan sonra süsleyecektir.

15 Ağustos 2008 Cuma

Hoşgeldin Ey Yüce Alerji!

Ağustos'un 15'i ile Eylül'ün 20'si arasında tabiat ana doğaya ne gibi işlevler sunuyorsa artık, gelişen olaylar pek de lehime olmuyor açıkçası. Şeftali mevsimi diyor bazıları, ama şeftali yaz boyu vardı. Niye bu bir aylık süreç? "Yapraklar dökülüyor ondan herhalde" diye yorumlayanlar da oluyor ama ben yerlerde sarı sarı yapraklar görmüyorum. O zaman nedir bu burun akıntısının, göz yaşarması ve kaşıntısının, hapşırıkların sebebi?

Hastalık hastası bir insan değilim ben. Hatta küçüklüğümden bu yana geçirdiğim en önemli hastalık suçiçeğiydi. Hatta ve hatta çocukluğumda az dua etmemişimdir "Şöyle kanserdir, tümördür vesaire çıksa karşıma, kafamı kazıtsam, kemoterapi gibi karizmatik tedavi yöntemleri denesem, çöp gibi kalsam" diye. Bakmayın okuyucu öyle garip garip. Çocuktum ben ve elime Mavi Saçlı Kız tutuşturmuşlardı. Okumuştum ben de. Pek bir etkilenmişim sanırsam... Ne güzel kitaptı ama dimi? Burçak Çerezcioğlu pek de güzelmiş diye bakınırdık kitaptaki fotoğraflara. "Büyüyünce kızım olsun, adı Burçak olsun" düşüncesi de ordan gelir zaten.

Neyse, ne demiştim; hastalık hastası bir insan değilim ben. Evet, değilim ama alerji hastası biri olduğum saklayamayacağım bir gerçektir.

"Mimi Wonka gibi arılara alerjim yok, bir de o olsa tabiat sevgisi denen şey tamamiyle bitebilirdi içimde."

İşin komik tarafı yazının başında da farkedildiği gibi; birçok alerjimin kaynağını bilmiyorum ben. "Tedavisi var bunun. Git tıp fakültesine, bilmem nereye, tedavi gör kardeşim" deme o tedavileri de biliyoruz biz ! 2 sene önce aşındırdık doktorun muayenehanesini. Pis bakışlı, sımsıkı saç topuzlu, beyazımsı doktorun söylediklerinden sonra koşarak uzaklaştık biz oradan.

-Alerji dönemi bitince tekrar gelin anne, kız. Alerji testi yapalım. Nelere karşı alerjiniz olduğunu öğrenelim. Sonra tedavi aşamasına geçeriz. Hap tedavisi de olabilir tabii ama size daha çok aşı tedavisi uygulamayı düşünüyorum. Yaklaşık 4 sene boyunca her hafta, 10 günde bir, ya da 2 günde bir olarak ayarlarsak başarılı bir sonuca varacağımızı düşünüyorum.

"Hadi kuzum sen düşünedur bize müsade" dedik toz olduk ordan. "4 sene orama burama iğne batırmaktansa alerjilerimle mutlu mesut yaşarım daha iyidir" dedim ama şu Ağustos-Eylül alerjisi hiçbirşeye benzemiyor. İğneden bu kadar tırsmasam (He tamam iğneden tırstığın için o kadar kalınlıktaki iğneyle çeneni deldirdin sonra utanmadan çıkardın değil mi?) tedavi falan ne gerekirse yaparım ama çekiniyorum. Bu bir ay, hayatımın en çekilmez dönemi olur her sene.

Gözlerimin sürekli kaşınması, benim onları sürekli kaşımam ve kıpkırmızı kalmaları, küçülmeleri, durduk yere burnumun akması ve kollarımın, bileklerimin kaşınması (akabinde benim onları eşsiz tırnaklarımla kanatasıya kadar kaşımam) bilinen keş görüntümün üstüne tuz biber oluyor. Milletin kafasına şu şekil bir görüntü olarak yansıyorum. =>

İnsanları korkutuyor olma düşüncesi içten içe keyif veren, yüzüne bir Joker gülüşü yayan birşey de olsa, zamanla o kadar da eğlenceli olmuyor.

Şu alerji muhabbetini bir kenara bırakıp günlük notlara geçerek yazıyı bitirmek istiyorum.

*İnsanların tatile çıkıp "deniz, kum, güneş aman sabahlar olmasın" diyerekten eğlenmeleri hala sinirimi bozuyor.

*Death Note'un iki filmini de bulmuştum ama şöyle bir göz gezdirince o kadar aptalca buldum ki "beynimde anime olan Death Note'un yarattığı güzel etkiyi, bu aptal filmle bozmayayım" dedim ve izlemedim. Buna bir Amerikan eli atılsa hiç fena olmaz.

*Mp3, Mp4 vs çalar denilen aletler insanın (müzik dinleyen bir insanın) en yakın dostuymuş onu farkettim. Güzel bir yolculuğun tam ortasında şarjı bitince insanda bir boşluk, hüzün, ağlama hissi oluşuyor, tüm yolculuk zehir oluyor.

*Geçen gece cnbc-e de Tesis vardı. Kızın bağırsaklarının üstünden çim biçme makinesiyle geçtiler. Orjinal dilde izlememiştim bu filmi iyi oldu.

7 Ağustos 2008 Perşembe

Gönüllü Pickle : Asker Krizi

Birkaç günlük Denizli tatili yapayım dedim, abimin yanına ışınlandım (İnsan turşu olmaya görsün ışınlanıyor da işte!). Otobüste pencere kenarını kapmasının yanı sıra yanımda hapşurup, sümüğünü üstüme üstüme gönderen hatun mu desem, diğer yanımda zırlayıp kafamı ütüleyen bebek mi desem, yoksa önümde oturan ve yol boyunca büyük bir torbaya domatesli,biberli kusup duran, bir de yetmezmiş gibi torbayı muavin gelene kadar gözümün önünde önünde bekleten yaşlı teyze mi desem??? Keşke ışınlansaydım yani!

Hiç değilse geçirdiğim 3 gün (neden üç gün olduğu da ayrı bi tartışma konusudur) buna değdi diyorum. Ormanda gitar çalıp şarkı söylemece, Batman: The Last Knight izlemece, gezip tozmaca vs derken günlerden Salı, saatler 12.30'u gösteriyor. Pickle ve abisi de zıbarıyor. Telefon çalar, arayan babalarıdır.

-İstanbuldan amcanız geldi bakın, hadi binin otobüse atlayın gelin buraya!

(Yeni uyanmış Turşu "acaba kabus mu görüyorum lan" diye telefonu abisine fırlatır.)

-Baba nasıl yani ya?... Nasıl bilet bulucaz nasıl gelelim?... Tamam baba akşama doğru bir otobüs bulmaya çalışırız.

Telefon kapandıktan sonra iki kardeşçe geçirilen ufak sinir krizi. En çok da ben sinirlendim okuyucu! Hayır zaten tüm yaz, bikaç günlük şehir dışı planlarının hayalini kurdum yapılır mı bu bana? Neyse dedik tamam amca kuzen mod uzun zamandır görmüyoruz vs dedik... 24 saat bile kalmadılar. Biz akşam 11de geldik eve. Azcık oturduk sohbet ettik. Ertesi gün sabah yola koyuldu bunlar! Anne ve babamızın amacı kuzen, yenge, hala muhabbeti değilmiş, tamamen "çocuklar buraya gelsinler, dibimizde olsunlar, orada parayı savurup durmasınlar" düşüncesiymiş... İçimden nasıl küfretmişim sen düşün! Sonuç olarak burda kös kös oturuyorum bilgisayar başındayım ve muhtemelen birazdan abim gelip modemi çarpacak, bana da yapacak birşey kalmayacak. O yüzden fazla uzatmadan o gizemli gün neler oldu bir özetini geçelim...

Nerde kalmıştık? Evet telefon numaraları verildi yarın yine aynı saatte orada olmak için sözleşildi. Maalesef sevgili kuzen gelemedi. Ben de gitmeyecektim ama evde canım sıkıldı, kuzeni ekip gittim. Bay öğrenciyle buluştuk, bir yere oturduk, sohbet ettik. Bay öğrenci sinema ve televizyon okuyormuş İstanbul'da. Diğer elemanların da kimisi İstanbullu kimisi Denizlili vs.imiş. Bunlar böyle dolaşıyorlarmış, bir yandan da satıyorlarmış işte şu gazeteleri. Burdan Marmaris'e geçeceklermiş (Dolaşmak için Isparta'yı mı buldun garip insan?). Bay öğrenci bir aralar Komedi Dükkanı'nın rejisinde neyn çalışmış vs. Biraz film muhabbetinden sonra gazeteleri dağıtmaya başlayalım dedik. Diğer elemanlar da gelmeye başladı. Sonra Turşu çevresine bir baktı, bir baktı, bir baktı ki ne görsün? Bugün askerlerin izin günüymüş- müş... Birsürü yeşilli yeşilli esmer herif pis pis bakıyor bana. Gazeteye değil de onu taşıyan varlığı merak etmekteler...

Fazla bulaşmak istemedim, şansımı yaşlı amca teyzelerde deneyeyim dedim. Onlar da daha beni dinlemeden elimdeki gazeteleri görüp kovdular beni! Ya da kendileri kaçtılar...

"Afedersiniz birşey sorabilir miyim? Engelli arkadaşlarımız için gazete satıyoruz, ufak bir yardımınız olursa...." vs vs vs olarak cover lanmış süslü cümlelerimle yanaşıyorum ama kimse yanaşmıyor. Bay öğrencini yanına gittim "E kimse almıyor" dedim.

-Askerlere sor. Onlar kesin alır!

Gazeteleri kafasında parçalamak isterdim ama başladığım işi bari birkaç milyonla kapatayım dedim yeşillilere doğru yürümeye başladım. "Afedersiniz, bir soru sorabilir miyim?" diye yaklaştığım her asker sanki onlardan "Ay kedim ağaçta kaldı da o güçlü kaslı vücudunuz sayesinde kedimi kurtarabilir misiniz?" diye ricada bulunacakmışım gibi dikkatli süzüyorlar. Gazete dediğimdeyse gözlerinin kıvılcımları sönüyor. Ama bir umut, kesiyor yine. Bazılarındansa çok acayip tepkiler geldi, hani kaba etimle gülmeden edemedim..

-İsmini söylersen alırım ben de bu gazeteyi.

-Kes!
...

-Tamam aldık gazeteyi peki arkadaşla bir fotoğraf çekilsek olmaz mı? Hani askeriz biz, hatıra falan...

-Kes ulen!
...

-Ben gazeteyi almasam sadece parayı versem?

-E öyle olsun bakalım...

Ki çoğu da öyle yaptı, Gazeteler elimde birikti kaldı, ama maşallah ceplerim para doldu. Karşılığında birşey istemesinler diye de hemen ortamdan sıyrıldım. Bir kişi daha fotoğraf çekilmek isteyince "Yok kardeşim ı-ıh alma gazeteyi de istemiyorum" diye kükredim. Adam daha ne olduğunu anlamadan Bay öğrencinin yanına döndüm ve "Bana telefon geldi bu akşam şehir dışına gidiyordum, erkene almışlar, evden çağırıyorlar beni" dedim. Cebimdeki paraları boşalttım. Dağıtılmamış gazete tomarını iade ettim. Diğer elemanlarla azcık muhabbet edip ortamdan ışınlandım. Eve gelip kendimi yatağın üstüne de atınca içimden de geçmedi değil haa!

-Yok kardeşim o kadarcık gazeteye 3 ytl çok fazla. Neler alırdım ben o paraya...

Yani günün anlam çıkarılması gereken bir tarafı yoktu. Yine o gönüllülerden görürsem yolumu değiştiririm ben. Yakalarlarsa da bir asker faciası daha yaşamadan üstün yalan söyleme kabiliyetimizi konuştururuz artık.