Pages

29 Ağustos 2009 Cumartesi

Ne Güzel Bir Tesadüfsün Sen Böyle


Teoman- Mavi Kuş İle Küçük Kız

23 Ağustos 2009 Pazar

Yeni sürüm: Ceronimo Emo 5.0


Dün gece Nikki Hanımla (evet Nikki ruhlu olduğu kadar hanımdır da kendisi, severiz biz o pembe saçlı bayanı) msn başında car car muhabbet ederken konu bir şekilde çocukluktan kalma yara izlerine geldi. Dizlerimi inceledim, kollarımı inceledim, suratıma baktım, "hey gidi lan tarihi belge niteliği taşıyan yara izleri görmekteyim" diye düşündüm. Hayatım boyunca geçirdiğim en ağır hastalık olan suçiçeğini hatırlatma maksatlı yanağımda var bir iz -ki en ağır falan deyince suçiçeğinin çok ağır geçtiği düşünülmesin (iki hafta falan sürdü kanımca), anlatım bozukluğu yapmamaya gayret ediyorum, adam gibi hastalık geçirmedim ben zira. Ortaokulda çantamın içinde ucu açık kalmış Pink Floyd rozetinin güzel bi çizittirdiği koluma falan baktım, "yine de seviyorum ki ben sizi, canınız sağolsun" dedim hayatta kalan beylere.

Bugün de aklıma geldi yara izi muhabbetleri. Manyakçasına izlediğimiz filmlerdeki azılı suçluların suratlarındaki afili yara izleri falan.. Karizmatik bir azılı suçlu olmak için çok gerekli birşey o yara izi. Suratta oldu mu tadından yenmez. Karizmatik azılı suçlulara özendim sonra (hayır hayır Albert Fish 'ten bahsetmiyorum, karizmatik dedim, yamyam değil). Tak güneş gözlüğünü, topla adamlarını, birkaç banka görevlisini falan patakla, o sırada da kasiyere öpücük at gözlüğünü hafiften indirip (banka soyuyorsun, topla kendini, adam ol), dışarıda bekleyen arabaya atla, bassın gaza Corc.. Kendimi düşündüm öyle azılı bir suçlu olarak, yakışmaz mı ama lütfen? Kırmızı çerçeveli hippi gözlüğüm ve kolumdaki yara izi pek etkili olmaz, doğru, katılıyorum ona. Benden ancak torbaya paraları koyan eleman olabilir ama şöyle de bir durum var, aşk adamıyım ben (göndermelerde sınır tanımam => Moonlight-Josef ulan! 2. sezon istiyoruz biz) gelemem öyle silah işlerine falan... Ve ben bugün Public Enemies izledim, evet. Johnny Depp karizmatikti ayrıca, ona da evet. John Dillinger olmak kolay iş değil... Filmin sonunu bile bile izledim, hoştu yani. Dedim arada içimden "Johnny Depp, beybi, Clyde Barrow 'ların, Michel Poiccard 'ların kaderi bu, ölüceksin, kasmayalım bu kadar, 1934 yani..". Filmi izledikten sonra da "ismi çok geçti yahu" bahanesiyle winamp ı Pretty Boy Floyd- i wanna be with you ile süsleyip güzelce dinledim, iyi oldu hatırlattıkları.

*

Bir de dün gece hayatımın anlamını değiştirebilecek nitelikte bir duyum aldım. Bir blogger olmayı geçtim (bknz. blogger insanlarının normal insanlardan farkları# -ki yok öyle bir bağlantı), bir insan olarak hayretler içerisinde kaldım. Kulağıma çarpan haberi kısaca özetleyen şu soruyu sormak istiyorum, tepkilerinizi alırım sonra.

"Karısını döven 'emo' insanı bir fabrikasyon hatası mıdır yoksa yeni sürüm: emo 5.0 mıdır?"

İzmirli emo insanı evlenir, aile kurar (evet evet doğasına aykırı davranarak yapar bunu), çalışmadığı için annesinin evinde yaşamaya başlar taze karısıyla, her ne kadar temelde bir yanlışlık yapsa da doğası gereği çalışmaz bu emo insanı, karısı çalışır onun yerine. Sonra aldatır karısını, döver falan... Şimdiii... Önce gözlerini kapat, sakinleş, derin derin nefes al blogger, iyiliğin için söylüyorum çünkü birazdan bu olaylar dizisinin öznesi yerine o tanıdık yüzlerden birini (emo gencini) koyup olayları kafanda canlandırmanı rica edeceğim...

Çok kötü laan! Hani kalabalık yerde falan aklına gelse koparırsan kahkahayı deli damgası yersin o an itibariyle. Bir kere temelde bir yanlışlık olmuş dedim ya, öyle çünkü. Hani bir emonun elinde rakı, ortada kavun tabağı falan, karısının parasını yediği bir sahne canlanamaz bir insan evladının gözünde. Varoluşuna aykırı, öyle üretilmiyorlar ki onlar. Saçından çektiğin zaman ağlaması en bilindik fonksiyonudur zaten. Beyaz atlet, karı dövmece... o işlere başka tarz insanlarımız bakıyor. Amacımızı, yerimizi, varoluş nedenlerimizi bilelim ona göre davranalım efendim, lütfen!

*

Az önce alışverişteydik anne-baba-turşu üçlüsü olarak. Girişe doğru yürürken babam annemi ani bir hareketle durdurdu. Annem de çığlığı koyuverdi az daha ezmekte olduğu şeyi görünce. Ayaklarımıza dolaşıp duran turuncu renkli, mavi gözlü avuç içi kadar bir kedi yavrusu. Babam anneme bakıp güldü biraz, annem şaşkınlık içinde babama bakıp güldü, ben de o sırada Mimi Wonka'nın yolladığı siyah converse imin sağ tekinin üzerine oturan kediyi sevmeye başladım. Ağzımdan çıkan ilk cümleyi duyar duymaz babam kolumdan çekiştirip, kediyi de ayağımın üstünden itti kenara. "Ya bırakmışlar yavrumu buraya, götürelim biz bunu!" demiştim ben. Ama malesef kolumdan içeri sürüklendim "deli misin yahu" tepkileri eşliğinde. İnsanlar garip garip bakıyordu ayaklarının altında dolaşan kediye. "Ulan" dedim içimden, "benim elimden bir bok gelmiyor, ramazan için torbalarca alışveriş yapmayı biliyosunuz da sahip çıkmayı falan geçtim vulgarca iteliyorsunuz hayvanı ordan oraya" dedim ardından da sövdüm fısıldayarak (kanımca bir güvenlik görevlisi duydu). Alışveriş bittikten sonra annemlerin uğraması gereken bir yer daha çıktı, ben de arabaya yollandım orada beklerim diye. Arabaya girdikten 5 dakika sonra "Siktir ulan, birini bulasaya kadar tutarım hiç olmadı elimde" gazıyla çıktım arabadan, orada burada kediyi aradım. Sonunda 20-25 yaşlarında bir hatunun dibinde gördüm, okşuyordu o da kediyi. Gittim yanlarına, daldım direk "merhabalar, evet hımmm, ne insanlar var yahu, lafa gelince herkes iyi insan modeli oluyor ama biri de cesaret edemiyor küçücük kediyi bir veterinere falan götürmeye. Ben kanımca alıcam bunu yanıma" dedim. Hatun merhaba karşılığımı verdi, cümlelerime katılır vaziyette "hıhı, kesinlikle katılıyorum, evet yahu" yorumlarını yaptı ve dedi "arkadaşım bir kutu bulmaya gitti, gelicek birazdan götürmeye karar verdi kediyi". Dedim "canın sağolsun, iyi olmuş, benim hatun evde cehenneme çevirirdi hayatımı, işin o gerçeği de var. Her nefes tıkanıklığında bana küfrederdi, iyi iyi sevindim", sonra oturdum kaldırıma, yine converse imin sağ tekinin üstüne kurulan kediyle oynadım bir süre. O güzelliğe bakıp zırlama eşiğine geldiğimi utanmadan söyleyebilirim herhalde. Mutfak balkonunun altındakileri besledim ben de eve gelince anneme çaktırmadan.

*

Geçen sene bu dönemlerde hatrı sayılır sıklıkta bahsettiğim güzel alerjim geldi yine. Geçen günün sabahı uyanma sebebim olan 4-5 kere arka arkaya hapşuruklar (yanlışım varsa düzeltme, seviyorum bunu) bitip de burun akıntısı başlayınca dibimdeki sehpadan selpak kutusuna uzandığımda ağzımdan çıkan ilk kelime; "Haleluyaa". Nasıl bir hallelujah olabilirse artık bu... En kötüsü de o tam hapşurma anında, bir anlık duraksamayla hapşurma hissinin kaçması, gözlerin sulanması, burnun akması ve "amk laaaan!" haykırışları... Ama yine de inat değil mi lan, olmam aşı falan ("ahanda buraya yazıyorum" efekti vermeye çalışırken "monitör lan bu" farkındalığı").

Son olarak;

http://www.cumhuriyet.com.tr/?im=yhs&kid=12&hn=75740

Derinden bir "yuh!" çekerim ben buna. Taş olursunuz laan!

18 Ağustos 2009 Salı

The Piano Has Been Drinking, Not Me...

(Shot 1)

Uzun süre evden dışarı çıkmayınca insan sosyal hayatın nasıl birşey olduğunu unutuyor, ayak uyduramıyor o alana, sudan çıkmış balık misali bakınıyor çevreye. Her daim içinde bulunduğum durum olduğu için sudan çıkmış balık grubuna dahil etmiyorum kendimi. Ama eve dönüş yolunda "yok yahu ev gibisi yok, kahve güzel, mekan güzel, koltuklar rahat, müzik seçimi süper falan, çekiyorsun şortu tişörtü kuruluyorsun bulduğun en rahat yere, tanıdık mekan, atraksiyona mahal yok, devam.." yorumları yapmak da ayrı bir zevktir ("İnsanlara ayak uyduramadığın gerçeğini gizlemek için güzel bir bahanedir ki bu" tepkilerini görmezden duymazdan gelmek işimin bir parçası).

(Shot 2)

Evet görüldüğü üzere ben bugün evden çıktım ve sohbet etmekten hoşnut kaldığım bir arkadaşımla buluştum. Kahvenin iğrenç tadına, fiyatına, ortamdaki müziğe küfrettim. İnsanlar cıvıl cıvıllar onu farkettim. Ben de cıvıl cıvıl oluyorum birçok zaman ama bugün değildim, kahvenin tadı iğrençti, çok küfrettim. Ayrıca kafam pek bulanıktı, öyle ki, 18 aşısını yaptırıp babasının motoruyla şuan Hindistan'da olması gereken arkadaşımı önümüzden pembe saçlı sevgilisiyle geçerken gördüğümde "emin miyim lan?" düşüncesiyle gerçekten önümüzden geçip geçmedikleri konusunda yanımdaki arkadaşın onayını alma ihtiyacı duydum. İlginçtir ki kendisiyle vedalaşmıştık bir daha ne zaman görüşürüz kim bilir diye.

(Shot 3)

Evde kalsam daha verimli zaman geçirirdim (verimli zaman anlayışımı bu platformda tartışmayalım lütfen Pier, ki evet, malum İzmirli grupların feysbuk sayfalarına dadanmak, ben bu şarkıyı üst üste en fazla kaç kere dinlerim? sorusuna cevap aramak, "Louis Garrel 'la bir Godard filminde oynasak" fikri üzerine les chansons d'amour soundtrack eşliğinde kafa yormak, evet yeterince verimli geçerdi zamanım, hiç değilse kahvemi kendim yapıyorum ve güzel oluyor.) dediğim bir günün ardından Tom Waits dinleyip karpuzlu votkayı koklamak bulanık kafama ferahlık getirdi, cıvıl cıvıl insanlardan oldum an itibariyle.

(Shot 4)

Tom Waits demişken...




" I never told the truth, so i can never tell a lie" demiştir bu adam bir şarkısında da, dinlemesi, eşlik etmesi pek zevklidir. Son haftalarda aklımdaki ve kalbimdeki yerinde bazı değişiklikler yapmış, Coffee And Cigarettes' ın tiryaki elemanı olmayı bırakıp lastfm profilimin en çok dinlenen sanatçısı olmuştur. Bu noktadan sonra Gary Graff'a bırakırım sözü ve oturur Telephone Call From Istanbul dinler, izler, dans bile ederim..

"Sesi, bir fıçı burbonda ıslatıldıktan sonra beş ay tütsülenmiş ve ardından da bir arabanın altında çiğnenmiş gibidir..."


Bugünün 18 Ağustos olduğunu, daha doğrusu Alexander Supertramp 'in ölüm yıl dönümü olduğunu Mimi Hanım sayesinde hatırladıktan sonra kendisini votka eşliğinde anıp yavaştan çekilirim köşeme..

(Shot 5)

Tom Waits- Whistlin' Past The Graveyard
Tom Waits- Telephone Call From Istanbul

8 Ağustos 2009 Cumartesi

Çemkir Be Ablacım

Efes Bira Grubu Türkiye Bölge Başkanlığı Pazarlama Direktörü Dilek Başarır:

"Alkollü içki reklamlarında, içki tüketiminin diğer gıda maddeleriyle ilişkilendirilmesinin yasaklanmasının nedenini anlayamıyoruz. Çünkü bizler, alkollü içkilerin uygun bir yiyecekle birlikte tüketilmesinin çok daha bilinçli bir tüketim yolu olduğuna inanıyoruz. Sinemalara ilişkin yasak ise sanki yasaklamıyor gibi yapıp aslında açık bir şekilde reklamı yasaklamakta. Ayrıca "Coğrafi, tarihi, kültürel, sanatsal değerlerle ilişkilendiren içerik kullanılmamalı" deniyor. Bu da turizm gelirlerine katkıda bulunmak ve daha çok turisti ülkelerine çekmek amacıyla birçok ülkenin kullandığı yöntemin Türkiye'de yasak olmasının ülkemize rekabet dezavantajı getireceği demek. Bu değişikliklerin gençleri alkolden koruma amacıyla yapıldığı belirtiliyor. Oysa tüm dünyada olduğu gibi 18 yaş altına Türkiye'de de alkol satmak ve onların içki satılan yerlere girmeleri yasak. Ancak bu yeni düzenlemeler yetişkinleri de kapsayacak şekilde geniş tutuluyor. Reklama getirilen düzenlemeler yasaklamıyor gibi gösterip yasaklamanın ince bir yolunu oluşturuyor. Üyesi olmayı hedeflediğimiz Avrupa Birliği üyesi ülkelerde piyasayı düzenleyen çalışmalar var, ancak pazarlama ve tanıtım faaliyetlerinin bu derece kısıtlanması hiçbirinde söz konusu değil."

Mey İçki Pazarlama Direktörü Çiçekten Becel:

"Böyle bir yasak neden çıktı bilmiyoruz, anlamıyoruz. Bu sektörde faaliyet gösteren firmaların hepsi belli bir sorumlulukla ve Türkiye 'nin hassasiyetlerine son derece özen göstererek çalışıyorlar. Çünkü zaten Müslüman ülkedeyiz ve insanların belli konularda hassasiyetleri var. Bir de işin sağlık yönü de var. Bugüne kadar bunlara dikkat ederek ve Avrupa Birliği'nde uygulanan normlara uygun olarak işimizi yaptık zaten. Kaldı ki, bu yeni yasa bir takım riskler içeriyor çünkü çok muğlak ifadeler ve tutarsızlıklar var. Nitekim biz de alkol üreticileri olarak şu anda konuyu hukukçularla görüşüyoruz, bir karşı dava açmayı düşünüyoruz. Reklamların sinemalarda gösterilmesine ilişkin yeni durum, sinema reklamı yasaktır diyor aslında. Çünkü +18 kodlu filmler bir yıl içinde çok az vizyona giriyor zaten ve bu filmler şiddet içeren tatsız filmler oluyor genellikle. Ayrıca her sinemaya giden insanın takdir edeceği gibi, kimse film bittikten sonra salonda beklemiyor. 'Sinemada reklam yasaktır, nokta' diyorlar, başka bir yoruma bile gerek yok. Reklamlarda gıda ile ilişki kurulmaması da dünyadaki uygulamalardan farklı. Çünkü Avrupa 'dan Güney Amerika 'ya kadar dünyanın hiçbir yerinde reklamların içeriğine bu biçimde müdahale edilmiyor. Sadece alkol içtiğiniz zaman fiziksel olarak güç kazandırma gibi bir ima ya da telkin olmasın isteniyor. Onun dışında 'Akropol'ü mü yanına koymuşum, yoksa Eyfel Kulesini ya da gravyer peynirini mi' diye bir durum yok. Dolayısıyla bizde şu anda bunun dışına çıkılıyor. Sonuçta alkol ağırlıklı olarak yiyecekle tüketiliyor. Özellikle şarap ve rakı... Bunu bu kadar zorlayarak ayırmak anlaşılır bir şey değil. Tüketmeyin demeye çalışıyorlarsa reklamları tümden kaldırmalılar çünkü reklamın özü zaten insanları tüketime teşvik etmektir. Ayrıca Türkiye 'de pek çok turist var. Biz neden rakıyı dünyaya tanıtmayalım ya da dolaylı olarak da ihracatımızı arttırmayalım? Neden ben rakıyla Boğaz'ı, Galata Köprüsü'nü yan yana koyamayayım? Biz Türkiye 'ye gelen turistlere rakıyı tanıtıyoruz aslında ama şimdi bunu yapamayacağız. Rakıya hem bir taraftan milli içki statüsü kazandırmaya çalışıyoruz, Ouzo ile benzer avantajları almasını istiyoruz, sonra da böyle bir yasak getiriyoruz. Avrupa Birliği uyumu çerçevesinde yapılan çalışmalardan biri buydu aslında. Bizzat Egemen Bağış'ın üstlendiği bir görevdi yani ama şimdi bu yasakla biz Ouzo ile aynı statüde değiliz, Ouzo tüm Yunan kültürünü kullanabiliyor, biz kullanamıyoruz. Yasada gazete reklamlarını düzenleyen kısım da muğlak. Gazetelerin hangi bölümünü gençler okuyor? Kim ekonomi sayfasını hiçbir gencin okumadığını iddia edebilir? Yani ben ekonomi sayfasına ilan verdiğimde yarın biri bana karşı dava açabilecek mi? Bazı tutarsızlıklar var, gösterilen amaca uymayan muğlak kısımlar... Bunları biz gerçekten anlayamıyoruz çünkü ne AB çabalarına uyuyor, ne de yurt dışındaki örneklere... Çok açık uçlu bir yasa... Hatta bizim için devamlı bir tehdit unsuru gibi: 'Acaba bu ilan bir soruna neden olur mu?'"

(kaynak: Cumhuriyet Gazetesi Haftasonu Eki)

***

Rakının yanına balık, beyaz peynir, kavun koymayacaksın. Hele bir de Boğaz manzarası, yok artık. Mazallah 0-12 yaş arası çocuk görür televizyonda, "balık besleyici, Boğaz ise çok klass, içelim güzelleşelim o zaman Mahmut" der, yumulur kadehlere.

Şöyle buz gibi şişede birayı görüp ağzımızın suyunu akıtıp, iki koşu tekelden edinmek için de gazetelerin ekonomi sayfalarına bakmamız gerekecek.

Var ya böyle neler yapıyor bizim koca oğlanlar diye gazeteyi açıp bakıyorum, protesto eden öğrenciler gözaltına alındıktan sonra döner ısmarlayan başbakanı, yüzde yüz artan harç paralarını, balıksız kalmış rakıyı falan görüyorum da, var ya... hani hayranlıkla izliyorum o süpersonik bünyelerin ortaya çıkardıkları işleri.

6 Ağustos 2009 Perşembe

çukurnot: Ağustos'un ilk yazısını Denizli'den döndükten sonra (Cuma gecesine denk geliyor ama sen kafadan haftasonunu da çıkar yani) yazacağımdır. Şimdilerde "Abi'nin Yeri" ndeyim. Güzel mekan.. Çatı katı, vantilatör, hoş bir yer... Kahvaltı için ideal yerlerden biri aşırı nemli ortamını görmezden gelirsek. Neyse öptüm kırmızı temalı blogumun gözlerinden... (Başı ve tüm gözeneklerine sıcak işlemiş saftirik blogger insanının yazdığı küçük notun ağustosun ilk yazısı olduğunu farkedememesi durumu...)