Pages

26 Haziran 2014 Perşembe

La Vie Quotidienne

- "Fransızca çalışmam lazım benim" deyip elimdeki işleri bırakmamın üzerinden bilmiyorum kaç saat geçti ve fransızca kitabını hala elime almış değilim. Oturup bilgisayar ekranına bakarken Wes Anderson'ın son filminin ne kadar da süper olduğunu düşünerek saatler harcamış olabilirim. Filmleri senin benim gibi içselleştiren insanlar için daha çok Anderson-vari film yapılmalı. "Excuse-moi, je ne pensais pas entendre jamais des trucs pareils, et de toi, venant de toi, alors là!" (ara sıra kimsenin duyamayacağı şekilde kendi kendime kitaptan replikleri dramatik tonlarda okuyor (özellikle alors là kısmı çok hoş oluyor), kendi kendime selam çakıp alkış tutuyorum, ne var...).

- Uzun süredir dersler için okumak durumunda kaldığım kitaplar dışında elime kitap alamıyorum. Norton'u bir kenara bıraksam Hamlet alıyorum, bilmem kaç yılında yazılmış bir Restorasyon dönemi oyununu bitirsem kendimi Woolf okurken buluyorum ve okuyucu, inan bana, ben Virginia Woolf'tan hiç haz etmiyorum.  Woolf'a karşı duyduğum antipatinin %30'unu edebi temellere dayandırırsak, %70i tamamen kadına duyduğum gıcıklıktandır. Sebepsiz, huysuz, saf bir gıcıklık, evet.

- ... et la mort, c'est aussi un examen?!

-Yukarıdaki paragrafları yazmamın üzerinden 1-2 ay geçmiş bulunuyor ve madem artık düşünecek sınavlar, nefret beslenecek kadın yazarlar kalmadı, bir şeyler karalamamak için bir sebebim yok. O kadar işsiz ve boşum ki, kendimi sürekli kitaplar ve filmlerle meşgul tutuyorum, yapacak bir şeyim olmasa bile "ne güzel yahu o kadar boşum ki istediğim kadar sıkılabilirim bile" diye düşünüp yine keyifleniyorum. İnek bir öğrenci mi yoksa uğraştığı şeylerden garip bir haz alan bir öğrenci mi olduğuma karar veremesem de çok başarılı bir şekilde bu dönemi de kapatmış bulunuyorum. Arkamda şiş parmaklarla yazılmış onlarca sayfa Shakespeare makalesi, bir o kadar 18. yüzyıl şiiri üzerine içten içe küfredilerek yazılan makaleler, 19. yüzyıl şiiri üzerine ise ayrı bir sevgiyle yazılmış bol miktarda sınav kağıdı bıraktım. Şimdiyse okulda okumamızı istedikleri tüm yazarları kitaplığın derin köşelerine kaldırıp elime Woody Allen'lar, Jonathan Safran'lar, Melville'ler aldım. Üzerine bilmem ne formatında 10 sayfalık makale yazmayacak olmanın verdiği rahatlıkla her kitabın keyfini çıkarıyorum. Evet biliyorum benden nefret ediyorsun ama bu Garfield tembelliğini çok özlemiş olduğumu inkar edecek değilim blogger.

- Bu muhhteşem tembelliğin yanında temmuz başı Dublin yolculuğu için çılgınca bucket list hazırlamaya başladım ve evet listeye sadece Trinity College Kütüphanesi'ni talan etmeyi ekleyebildim. Aklıma hiçbir şey gelmiyor ve tek korkum "lanet olası tembellik" yüzünden günlerimi dizi izleyerek geçirmek dostum!

- Bunların hepsini bir kenara bırakırsak, son zamanlarda başıma gelen en atraksiyonlu olay abimin kedisi tarafından saldırıya uğramam oldu (ve daha önce bir kedi saldırısına tanıklık ettiysen ne demek istediğimi anlayabilirsin). Normalde kedi anneliği sıfatıyla bir pro olduğumu rahatlıkla iddia edebilirim ama sanırım hesaba katmadığım tek şey bazı kedilerin (özellikle yeni doğum yapmış anne kedilerin) bir kediden çok bir vaşak kimliğine büründükleriydi ve kanımca tek suçum üstüm başım kendi kedimin kokusuyla kaplıyken ortalıkta gezinmekti. Belki tüm bunların farkında olsaydım ve evden bir adım dışarı atmasaydım, muhtemelen Dublin'de de ağrı sızıyla bana pek rahat vermeyecek gibi görünen paramparça iki bacak ve bir adet topukla, evin içinde Quasimodo yürüşü yapıyor olmayacaktım. "Evin kapısı kapalı mı? Hızlıca içeri girip odama saklanmış olabilir mi? Gece uyurken bir yerlerden fırlayıp suratımı Exorcist-vari bir görünüme sokabilir mi?" vb. paranoyalarla geçen günlerim, gözlerini sürekli kedimin kaldığı balkona diken ve ilk fırsatta eve girip kara kuru kedimin gözlerini oymayı, benim de bağırsaklarımı deşmeyi kafaya koymuş gibi görünen Maya adlı vaşak sayesinde iyice çekilmez oluyor. Yine de her girdiğim odanın kapısını arkamdan hızlıca kapatarak ya da koridora girmeden önce köşeden dış kapının açık olup olmadığını kontrol ederek can güvenliğimi sağlama alıyorum. Sevgili annem minik sevimli vaşağına göz kulak olduğu ve dış kapıyı her daim kapalı tuttuğu sürece hayatta kalabileceğimi düşünüyorum sevgili blog. Yine de belli olmaz, birkaç gün içinde benden haber almazsan polisi ara. Polisin de işin içinde olduğunu düşünürsen kendine craiglist'ten bir özel dedektif tut (mümkünse kısa boylu, cebinde cinayet romanları taşıyan, şarap düşkünü, melankolik ve Ted Danson gibi havalı arkadaşları olan birini bul).

29 Mart 2014 Cumartesi

Böyle şeylerin dergilerde işi ne, blog'luk bunlar ayol!

Bloga çeşitli süpsüper parçalar, muhteşem film afişleri, orda burda yayınlattığım pek kaliteli film kritikleri vb. eşantiyonlar koyarak, kendimi yeni yazı yazmaya teşfik etme çalışmalarım tüm hızıyla (hangi hızsa artık) devam ediyor. Bu hizmet sana olduğu kadar bana da yarayacak sevgili blog. Artık sayfayı açtığımda 650 sene önce koyduğum yazılarla karşılaşmak yerine ufak tefek yeni yazılar görerek içimdeki yazı yazma isteğini körükleyeceğim. Evet yeni planım budur, buyrun;


Tanrı Önce Onu Yarattı: Huysuz ve Melankolik Bir İhtiyar Olarak Woody Allen

“Woody Allen filmleri, annenizin kendi düğününde giyip size bıraktığı gelinlik gibidir, her zaman tanıdık ve değerlidir.”
–Bir Woody Allen Hayranı
         Woody Allen üzerine konuşmadan önce her Woody Allen izleyicisinin kabullenmesi gereken bir gerçek var ki; Woody Allen hepimizi mezara taşıyacak ve her sene filmler çekmeye (belki öldükten itibaren bir iki sene daha) devam edecek bir adam. Bu acı gerçeği kabullendikten sonra bu huysuz ve garip ihtiyardan bahsetmeye başlayabiliriz.
         Bir Woody Allen filmi izlerken kendini her saniye Zizek’ten Lacan’a uzanan göndermelere odaklayanlardansan eğer, bu yazıdan zevk alabileceğini sanmıyorum; belki Annie Hall’daki McLuhan’lı sahneye bir nebze de olsa tolerans gösterebiliriz, ama bunun dışında seni tatmin edebileceğimi pek düşünmüyorum. Benim için Woody Allen (tüm bu göndermeleri dışarıda bırakmayarak), ümitsiz bir romantik, ölüm denilen kavramın farkındalığıyla dertlenen bir çocuk, 70lerin (ilk yarısında) komik ve aynı zamanda romantik oğlanı, 2000 sonrasının turist rehberi, ama en çok da 80lerin iflah olmaz melankoliğidir. Seneler önce centilmen bir beyden gelen film koleksiyonunda adı geçen Hannah and Her Sisters’ı izlediğimde, seyrettiğim filmin bir Woody Allen filmi olduğunu farketmemiştim, zira bu garip, gözlüklü, yahudi ve yahudi olduğu kadar da cılız adam benim için Bananas ve Everything You Always Wanted To Know About Sex, But Afraid To Ask ‘dan ilerisi değildi. Ben Woody Allen’ı gevşek bir adam olarak hayal ettim tüm ergenliğim boyunca, evet ‘gevşek’. Allen hakkında “Aslında sandığınız gibi değil! Böyle felsefik, şöyle derin, efendime söyleyeyim şöyle entelektüel, nevi şahsına münhasır bir gözlüklü o!” ve benzeri laflar söylemeyeceğim, bunları zaten ikimiz de biliyoruz. Ama evet, Woody Allen gerçekten de gevşek bir adam. 70lerin absürd komik oğlanı, 80lerin melankoliği diye nitelendiriyor olabilirim, ancak bu etiketlemelerime ciddi anlamda ironi olabilecek filmler yapmadı da değil (bknz. Interiors (1978) x Sleeper (1973), veya September (1987) x A Midsummer Night’s Sex Comedy (1982)). Hepsinin beynimizle oynanan birer oyun olduğunu ya da tüm bunların altında CIA’ın olduğunu öne sürmeden önce şunu belirtmekte yarar var; Woody Allen bir konsept yönetmeni değil. Evet, hemen hemen her filminde bir Cole Porter bestesiyle karşılaşıyoruz, evet hemen hemen her filminde dinamik bir eş değiştirme durumu var ve evet, hemen hemen her filminin jenerik yazı tipi Windsor’dur, ancak Woody Allen hemen hemen herkes gibi yaşamla ilgili ruh hali, fikirleri ve hisleri karman çorman olmuş bir adamdır (2000 sonrası yerleşmiş hafiften bir bilgelik halini hesaba katmıyorum, 78 yaşındaysan ve karşıma geçip yaşamla ilgili herhangi bir argümanda bulunuyorsan seninle ben bile tartışmaya girmek istemem). Ve imdb’ye göre bu 78 yıllık oksijen alıp karbondioksit verme işlemi sırasında 71 filmin yazarlığını üstlenmiş, bu 71 filmin 49unun da yönetmenliğini yapmış bu adamın, hayatı boyunca yaşamla ilgili atıp tuttuğu, beğenip, 5 sene sonra çöpe attığı, 10 sene sonra tekrar gözden geçirdiği ve 2 sene sonra sarkastik bir gülümsemeyle dolabına kaldırdığı argümanları ve gözlemleri izlemek, o insanla bir ömür geçirmeye yakın bir tecrübedir. Bu yüzdendir ki, Hannah and Her Sisters ile Bananas arasındaki bağlantıyı ararken tüm Woody Allen filmografisini bitirdiğinde aslında tüm filmlerinin birbirine benzediğini, garip ve Freudian bir şekilde birbirini tamamladığını farkettiğin anda izlediğin filmlerin tümünün bir insanın, dünya üzerinde önemli veya önemsiz bir insanın, biyografisinden başka bir şey olmadığının bilincine varırsın (konsept yönetmeni olmaması durumunu tekrar gözden geçirebiliriz). Hayatının bir noktasında telefonu kaldırıp kendini Woody Allen’ın “gözlüklerim yüzünden setteki herkes benimle dalga geçmeye başladı, çekimleri bitirmek için sana ihtiyacım var” şeklinde yakınmasıyla, yahut “Bugün Godard ile tanışmam üzerine bir belgesel çekildi, sanırım gözlüklerimin çok hipster-vari olduğunu düşünüyor” şeklinde liseli kız dertleriyle karşı karşıya bulabilirsin. Sakın yanlış anlama, bu satırları okurken kendini bir anda sokaklarda “Hepimiz Woody Allen’ız, olmasak da en azından onunla aramızda bir bağ var” şeklinde slogan atarken bulmanı istemiyorum (fakat kabul etmeliyiz ki gerçekten de son zamanlarda gerçekleştirilen en eğlenceli organizasyon olurdu), ama dünya üzerinde Manhattan’ın son sahnesi gibi bir gerçek var okuyucu. Yani aşık olduğu 17lik Tracy’e “Bu kadar olgun olma, 6 ay diyorsun, şaka mı bu? 6 ayda bir sürü yönetmenle, oyuncuyla tanışacaksın, öğle yemekleri, tiyatrolar… Değişeceksin, 6 ay içinde bambaşka bir insan olacaksın. Sende sevdiğim şeyin değişmesini istemiyorum” diyerek kalmasını sağlamaya çalışan orta yaş bunalımlı bir Isaac var ve Woody Allen’ı Woody Allen olarak afişe eden bu ufak tefek sahneler değildir de “Woody Allen sinemasına Lacan’cı bir yaklaşım” mıdır? Diyorum ki, McLuhan’lı kuyruk sahnesini hepimiz seviyoruz da sence de başka bir şeyler…

         Bahsettiğim durum, biraz daha süslendirmeden, cümle içine kuramcılar serpiştirmeden, daha basit kelimelerle bir şeyleri anlatmak (insanları etiketlemeye bayılan bir insan olarak kendimle girdiğim bu çelişki yalnızca beni ilgilendirir). Evet, Woody Allen sineması (!) deyince böyle bir durum gereğinden fazla yavan kalıyor, fakat komedi yapması ve ince zekasıyla herkesi güldürmeyi sürdürmesi beklenirken 1977 yılında tutturup deneysel aşk filmi çeken de ben değilim. Annie Hall, Allen’ın en bilinen ve belki de en sevilen filmidir. Burası, “çok pohpohlanmış bir film, abartılmış bir başarı, oysa ki yönetmenin şu filmi ilgi görmemesine rağmen çok daha iyidir” görüşünü bir kenara bırakıp, üstümüze bir gömlek geçirip, o gömleğin yakalarından sarsmaya başlamamız gereken andır. Annie Hall, Allen tarihinin dönüm noktasıdır. Her ne kadar, güldürmece işini Love and Death’te sorgulamaya başlasa da ya da sonraki senelerde de önümüze Zelig gibi filmler sürse de, Woody Allen Annie Hall ile çok farklı bir boyuta geçmiştir. Yapımcılara ve prodüksiyon şirketine bir aşk hikayesi anlatmak istediğini söylediğinde, sınavdan 1 saat önce çalışmaya başlayıp başarabileceğini arkadaşlarına ispat etmeye çalışan ezik öğrencinin aldığı tepkileri almıştır Allen. Birçok insan da Love and Death’in son sahnesinin bu adamın yaşam-aşk-ölüm temalı monologlarının başlangıcı olduğunu pek farketmemiştir. Diane Keaton’ın şapşal suratı ve Woody Allen’ın senaryosu birleşir ve ortaya ıstakoz sahnesi çıkar, ya da Annie’nin örümcek korkusuyla çağırdığı Alvy ile geçen diyalogu…
         Annie Hall’ın beklenmedik başarısından sonra Allen alışılmışın dışındaki turlarını genişletmeye karar verip 1 sene sonra Interiors’ı çekti. Allen artık insanları güldürmek yerine kendi limitlerini test etmeye başladı da diyebilirim. Interiors beğenildiği kadar Ingmar Bergman özentiliğiyle de suçlanmaktan geri kalmadı. Fakat burada bir çizgi çekmekte yarar var. Özentilik (esinlenme, etkilenme artık ne dersen) sağlam bir altyapı ve ne yaptığının, nasıl yaptığının bilincinde olma durumuyla yola çıktığında, ortaya başarılı bir iş çıkmasının o kadar da imkansız olmadığı bir durumdur sevgili okuyucu. Eğer özendiğin yönetmeni kendinle karşılaştırma hatasına düşmüyorsan ve işi bir nevi groupie’liğe dökmüyorsan ortaya koyduğun film üzerinde emanet gibi durmaz. Aksine samimiyetini ve köklerini yansıtır, geçmişinde etkilendiğin, beslendiğin kaynağı gözler önüne serer ve seni olgunlaştırır. Nasıl bir insan olduğunu ve bir sanatçı olarak nereye doğru yol aldığını belgeler. Bu açıdan “Interiors” Bergman vari bir filmden ziyade Bergman’dan, Bergman sinemasından beslenen Woody Allen’ın kendi yönünü oluşturma sürecinin bir parçasıdır. “Interiors” gerçekten de çok özel bir filmdir okuyucu. Sana hayatta bazı insanların Renata rolünü üstlenirken, bazılarının da Joey olmakla yükümlü olduklarını gösterir. “I feel the need to express something, but I don’t know what it is I want to express, or how to express it” der Joey, ablasının başarısının gölgesinde kalmayı yediremez bir şekilde. Bazı insanlarda bir şey vardır, bir tetikleyici gibi, bir noktada ortaya çıkar veya hep oradadır, bazılarındaysa bu şeyin eksikliği, ortaya çıkarmak için uğraştıkları hislerin hayatlarının büyük bir kısmında ruhlarını kemirmesine yol açar. Joey tüm film boyunca bunun kompleksini taşır, ta ki ruhen dibe vurmuş olmanın verdiği cesaretle annesine olan nefretle örülmüş sevgisini dışarı vurana kadar. Joey içinde gerçek herhangi bir duygu barındıramayan hasta ruhlu annesini öyle affeder ki gözünü karartıp kendinden vazgeçmeye kadar götürür bu sevgiyi. Bu anlamda, yeteneği ve Virginia Woolf halleriyle (Diane Keaton tarafından enfes bir şekilde hayat bulmasına rağmen) Renata’nın gölgesinde kalmasına rağmen Joey filmin en gerçek karakteridir kanımca. Şehir insanının içine düşebileceği tüm tipik bunalımları içinde barındırdığı içindir bu gerçekliği, yoksa Renata’nın bir karakter olarak derinliği pek gözlenmez Joey’de. Interiors Annie Hall’dan sonra gelmesi şaşırtıcı bir filmdir, tıpkı Annie Hall’ın Love and Death’den sonra yarattığı şok gibi. Woody Allen’ın bu sefer güldürmediğinin ve bundan sonra da derdinin sadece güldürmek olmayacağının resmidir. Interiors’dan 1 yıl (haliyle) sonra gelen Manhattan Annie Hall’ın gölgesinde kalmıştır, ama birçok açıdan Annie Hall’dan daha şahıs odaklıdır. Annie Hall bir hikaye sunar, çok doğal ve içten bir hikaye sunar; bir kadın ve bir erkek, iki insan hikayesidir. Manhattan ise biraz da içe dönüktür. Kadınlar vardır, çok özel kadınlar vardır Isaac’in hayatında, ancak burada izlediğimiz Isaac’tir, Isaac’in şehri, Isaac’in kadınlarıdır hatta. Filmin odak noktası Tanrı’yı kendine model olarak benimseyen bir adamdır. Replikler Isaac’le ilgili betimlemelerle, yargılarla doludur. Tracy insanlara güvenmesi gerektiğini söylediğinde bile Isaac bunu isteksizce kabullenir ama Tracy’nin ona Tracy olarak dönmeyeceğinin mağrur kabullenişi vardır aslında suratında. Film bir bekleyişi kabul ederek biter gibi görünse de 6 ayda insanlar değişir ve kaçırılan fırsatlar kaçırılmış demektir, Isaac de bunun bilincindedir.
         Her zaman olduğu gibi yine 1 sene sonra bir film daha çıkarır Allen; Stardust Memories. Manhattan duygusal açıdan başarısız bir adamı ne kadar mahrur bir şekilde anlattıysa, Stardust Memories de o kadar agresif bir şekilde anlatmıştır. Filmin Fellini-vari’liğinin yanı sıra Allen’in hayata karşı bitmek bilmeyen memnuniyetsizliği ve çevresindeki insanların beklentileri altında ezilmesinin verdiği rahatsızlık filmin bu kadar katı ve çirkef olmasındaki asıl sebeplerdir. Stardust Memories yönetmenin bugüne kadar üstüne düşünüp kafayı kırdığı tüm sorulara ışık tutar (cümleleri böyle ifadelerle süslemek onları havalı kılmaktan ziyade kelime tekrarını önlemeye yarıyor, ama havalı olmadığını da söyleyemeyiz tabi). Film dönemin eleştirmenleri tarafından şamaroğlanı gibi yerden yere vurulmuştur, çünkü kimse Allen’den böyle bir film yapmasını istemez, herkes “komik” olanı ister, Sandy’i cevaplarıyla aydınlatması gereken uzaylı bile. Dönemin izleyicileri bir insanın arayışını merak etmezler, alışık oldukları güldürünün geri dönmesini beklerler. Bu filmden sonra A Midsummer Night’s Sex Comedy ve Zelig’in neden çekildiği de rahatlıkla anlaşılabilir. Hayatınla ne yapmak istediğini ya da ne yapman gerektiğini bilmiyorsan en iyi bildiğin işi yap; insanları güldür. Tabi ki kadrosuna ve özel hayatına kattığı Mia Farrow’la da tanışmamız açısından pek de fena olmadı bu yapımlar. 80ler –daha doğrusu Mia Farrow’lu yıllar- Woody için güldürünün ve melankolinin dengelendiği dönemlerdi. Tabi ki September ve Another Woman gibi filmlerde Allen’ın tanıdık bunalımlı karakterlerine rastlamak mümkün ama filmlerin atmosferi artık genel bir arayıştan ziyade spesifik hikayelerle döşenmiştir. Woody Allen 80lerin ortalarından itibaren hayatı ve yaşamının anlamını ellerini titrek titrek oynatarak sorgulayan ve bu soru-cevapları anlamlandırmaya çalışan absürd mizaçlı, hazır cevap bir adam olmayı bırakıp, bu sorulara kafa patlatmak yerine çevresindeki insanların sorularına ellerini titrek titrek oynatarak “anything else” temalı cevaplar veren absürd mizaçlı, hazır cevap bir ihtiyar olarak devam etmeyi seçmiştir. Son dönem filmleri için “turist rehberliği” benzetmesi yapmamın en büyük sebeplerinden biri de bu. Evet, hala kendi benliğiyle ilgili sorunları aşmaya çalışan, kendini bulma/yaratma arayışı içindeki karakterlerden vazgeçmiş değil Allen, yeryüzündeki kimlik karmaşası yaşayan son insan ölünceye kadar da filmlerinde bu karakterlere rastlamaya devam edeceğiz. Fakat yazdığı senaryolara, karakterlere artık dışarıdan bir gözlemci olarak bakmaya başlayarak bir nevi durulmuştur. Sevdiği şehirler hakkındaki filmleri anlatmaktan keyif duyduğu hikayelerle donatarak artık seyirciyi yerinde sakince oturmaya teşfik ediyor. Muhtemelen gelecekteki filmleriyle de suratımıza “bu sefer neler anlatacaksın huysuz ve muzır ihtiyar” gülümsemesini yerleştirmeye devam edecek.
Woody Allen 78 yaşında, eski karısı Mia Farrow’un evlatlık kızı olan Soon-Yi ile 1997’den beri evli ve iki çocuk sahibi, hala nevrotik ve hala geçmiş tecrübelerinden edindiği hikayelerin filmlerini yapıyor. Ve kendisi hala ölüme şiddetle karşı.

24 Mart 2014 Pazartesi

Yavaştan Alıştırıyorum

Çok güzel film izledim ve hakkında gevelemek yerine sana Jonas Bjerre'i takdim etmek istiyorum. Belki Mew aracılığıyla tanışmış da olabilirsin ama ben yanında Skyskraber 'ı da vadediyorum. Öperim.