Pages

25 Aralık 2008 Perşembe

Otobüs Gözlem Evinden Bildiriler : Boncuk Gözlü Dilber

Yazmayalı çok olmuş. Ama parmaklarım bugünü beklemiş, gelmemiş aklıma yazacak birşey. Otobüslerde karşılaştığım ilginç olaylar dizisinden yine güzide bir olayla karşınızdayım. Yaklaşık 1 saat önce, dershaneden çıkmış, buz gibi havada büzüşmüş vaziyette otobüsün gelmesini beklemekteydim. Sonunda geldi ve tek koltuğuma yerleştim. Güzel bir Comfortably Numb 'la yolculuğa başladım. Otobüs hareket etmek üzereydi ki ön kapıdan başlıkta da bellirttiğim gibi "Boncuk Gözlü Bir Dilber" bindi. Gözlerim 8 saatlik dersin üstüne inat misali kocaman açıldılar. "Hatırlıyorum ben bunu!" dedim içimden. Nazım Hikmet 'in ölüm yıl dönümünde yapılan törende yanımda oturan beyefendiydi kendileri. Önce yer olmadığı için başımda dikilmekteydi, sonradan önümdeki ikili koltukta tek kişilik yer açıldı da oturdu. Niye derinlemesine anlatıyorum tüm bunları? Dur oraya da geleceğim. Pink Floyd tutturmuşken Hey You 'ya geldi sıra. Yaşlı bir amca bindi otobüse, elinde torbalarıyla. Yazının başında bağlantı koyduğum yazımdaki amca gibi küstah değildi. Kendi halindeydi, çevresindeki gençlere ölümcül bakışlar atmıyordu, her an sokacak laflar tasarlamıyordu zihninde. Sırf bu yüzden güzel güzel ısıttığım yerimden kalkıp, oturması için rica ettim sevgili amcaya. O da oturmamakta ısrar etti. Bu sefer "lütfen oturun, yükünüz var yorulmuşsunuzdur" diyerek psikolojik olarak yorgun olduğunu hissettirmeye çalıştım. Niye bu kadar ısrar ettim yahu? Dur dur oraya da geleceğim... Amca o kadar iyiydi ki izin vermedi, yerimden etmek istemedi. "Hayır hayır otur kızım sen" dedi. "Yok" dedim, "Otur" dedim. "Yok" dedi, "Sen otur" dedi.. Sonunda e iyi bari dedim, oturdum yerime tekrardan. Hey You bile bitmemişti ki..... Boncuk gözlü dilber 'in yanındaki hatun kalktı, indi otobüsten. Ayakta sadece amcam vardı. Evet, gitti oturdu boncuk gözlü 'nün yanına. Hey You bitmek üzereydi ki, amcaya teslim olup, yerime geçtiğime saydım sövdüm içimden... Niye bu kadar ısrar ettiğimi, ısrar ederken anlamamıştım ama yine de ısrar ediyordum otursun diye. O an anladım ki Phaedrus birşeylerin arkasındaki sis perdesini aralamıştı, çaktırmadan yöneltiyordu beni. Diğer amcalar teyzeler gibi çirkef olmadığı için içimde kendisine karşı bir tutam sevgi biriktirdiğim amcaya sinir olmuştum. Keşke önceki otobüs krizindeki "Beyin Fırtınası Amca" gelseydi, zorla kaldırsaydı yerimden dedim. Boş kalan tek yere oturur, cam kenarında olmadığım için midemde oluşan kusma hissini dile getirerek yanımdaki boncuk gözlü esmer beyden yer değiştirme ricasında bulunurdum. Sonrasında kendisine teşekkür eder ve yan koltuklarda oturan anne babasına döner "Çok iyi iş çıkarmışsınız hocam" derdim. Sonra da otobüsten iner, el ele sokaklarda koşar, ağaçların yan tarafından pırtlayıp "Ce-eee" leşir, yavaş yavaş buğulanan ekranda pamuk helvalarımızı yer, saadet ve sükûnet içinde o soğukta sümük akıtırdık...
High Hopes 'un çan sesleri sırasında kendime geldim. Beni yerime oturtan Phaedrus 'un bildiği birşey vardı mutlaka dedim. En son böyle bir olay olduğunda "yeşil zeytin gözlü dilber" demiştik ve gayet de Orta Paleolitik Çağ 'ın Homo Neandertal türünün son örneği olduğunu iyice kavramıştık zaten. "Pişman değilim yine olsa yine yaparım" diyen zihniyete karşı çantamdan çıkardığım taze kitabım Kent Ve Tuz (Gore Vidal) 'u incelemeye başladım. The Trial çalıyordu, "Good morning worm your honour!!" bağırışını duyduktan sonra suratıma sinsi ve küstah bir sırıtış yayılmıştı. Otobüs zangır zangır giderken de, önce amcam, 5 dakika sonra boncuk gözlü beyefendi inerken de, yanımda, ayakta dikilen amcalar oturacak yer bakınırken de küstah sırıtış yüzümdeydi. Boncuk gözler, pamuk helvalar, amcalar, teyzeler yoktu, sadece Pink Floyd 'un bir insanın hayatına girebilecek en güzel şeylerden biri olduğunu düşündüm. Öyledir de...

16 Aralık 2008 Salı

Pale Man

Öğleden sonra servisi kaçırdım, bu bahaneyle bilgisayar başında pinekledim. Sürekli geç kalmam yüzünden benden nefret eden servis şoförümüz beklemeden gaza basıp gitmiş de olabilir. Ziyanı yok, bir tatili hak etmiştim zaten...

Sevdiğim ve beni seven insanlar benden önce ölsünler istiyorum bazen. Yani zaman zaman, karşımda duran insanı benim cenazemde ağlarken düşünüyorum. Arkamdan ağlamasalar da üzülürüm ama ağlarlarsa daha çok üzülürüm gibi geliyor. En sona ben kalırsam da yalnız ölmüş olurum. Belki kendi ölümün arkasından ağlarım.

-Nasıl bilirdiniz?
-Gereğinden fazla kişiliği vardı rahmetlinin. İki yüzlü de diyemezdiniz yani, öyle birşeydi. Sonunda hepsi birbirini yedi. O da nötrlendi. Geriye de bir tek Phaedrus 'un hayaleti kaldı. Onu da kovalayacak adam kalmadı. Kalbi kadar temiz sayfaları kirletir diye tarihin tozlu sayfalarına da geçemedi...

Ölüm falan değil bahsetmek istediğim konu, canın sıkılmasın hemen.. Boşlukta sallanan adam misali ölümdür, intihardır, bize göre değil o işler. Sonsuza kadar yaşamayı düşünüyorum mesela. Hatta bir gün fazla da yaşayabilirim. Gerçi Saul Bellow güzel ifade etmiştir kitabını " Aradığımız dünyalar asla gördüklerimiz olmamıştır, ne de pazarlığını yaptığımız dünyalar satın aldıklarımız.." diyerek.

Kırmızı dairenin içindeki sarı kare ve onun içindeki mavi üçgen şuan için birşey ifade etmiyorsa endişelenme, birşey anlatması gerekmiyor demektir. Arka tarafımızın yine sürrealist bir biçimde açık kalmışlığındandır o.

Bir de herkesin bir gün 15 dakikalığına ünlü olacağını söyleyen sarı peruklu, sivilceli adama seslenmek istiyorum buradan. Televizyon kanallarının öğle kuşağına dek gelirsem her bir programın kaydını alıp kargoyla kendisine göndereceğimdir. İçi rahatlasın, sevinsin birileri onun ne demek istediğini anlamış, hergün insanları meşhur ediyorlar diye. Flört, izdivaç vs programlarının katılımcılarının Chuck Barris 'ten çok bu adama minnettar olması gerektiğini düşünüyorum. Gerçi karı isteyen 70 yaşındaki dedenin ne Chuck Barris 'ten ne de Andy Warhol 'dan haberinin olduğunu sanmıyorum. Bir de Güneş Bey var, kendisi 16 dakika ünlü kalacağını iddia edenlerden...

Toz olmaktansa kül olmayı yeğlerdim!
Kıvılcımımın çakmasını isterdim parlak bir ışıkta.
Boğulmasındansa bir kerestenin çürük oyuğunda.
Muhteşem bir göktaşı olmak isterdim,
Varlığımın her zerresinin,
Görkemli bir ışıltıda olmasını, uykulu ve hareketsiz bir gezegendense.
İnsanın işlevi yaşamaktır, sadece varolmak değil.
Harcamayacağım günlerimi onları uzatmaya çabalayarak
Kullanacağım her anını zamanımın...

Aklıma gelmişken, bu dizeleri yazdığı sanılan, ama herhangi bir elyazmasında ya da kitabında bu şiire rastlanmayan adama seslenmek istiyorum. Bana bu cümleleri senin kurduğunu söyle. Sana ait olmasalar bile, öyleymiş gibi yap, çünkü tam da Jack London 'a yakışan bu cümlelerin adını sanını bilmediğim başka insanlar tarafından yazıldığı düşüncesi hiç de şiirsel değil.

Eşek kulaklı Midas 'a "Ne olursan ol, yine de gel" diyen birileri olsaydı keşke. Birileri insanlara anlatsaydı, anne karnında yakalandığı hastalığın, kulaklarının asimetrik bir yapıda olmasına neden olduğunu.

Kuyuya atılan taşı çıkarmaya çalışan 40 akıllı, malum delinin umrundaydı mıydı acaba? Belki arkalarından kıkır kıkır gülerek başka kuyulara başka taşlar atıyordu.

"Bahçeyi anlatmak isterken gökyüzündeki kuşlardan bahsederek vaktinizi almak istemem." demiş Philippe Sollers. Sevgili yarenim sen daha iyi bilirsin; biz bahçeyi anlatmaya başlayıp yerdeki hamamböceğine dalar, çiftleşen kaplumbağalardan çıkarız.

14 Aralık 2008 Pazar

Remember...

Daha önce bahsettim mi bilmiyorum okuyucu ama Jed Rubenfeld 'ın Bir Cinayetin Psikanalizi kitabının ilk sayfasını yazmak istiyorum. İlk sayfayı okuduktan sonra kitaba devam etmek istemedim. Öylece kalsın dedim, bıraktım. Belki birgün gerisini merak eder, başlarım okumaya...

"Mutluluğun esrarlı bir yanı yoktur.
Mutsuz insanlar birbirlerine benzer. Uzun zaman önce açılmış bazı yaralar, gerçekleşmemiş bazı dilekler, ayaklar altına alınmış gururlar, retle - daha da kötüsü ilgisizlikle - karşılanan aşk kıvılcımları, onlara yapışıp kalır; ya da kendileri onlara yapışır. Dolayısıyla her günlerini dünün bulutları altında yaşarlar. Mutlu insan ise arkasına dönüp bakmaz. İleriye de bakmaz. Böyle bir kişi anda yaşar.

Ama bunun da bir kusuru var. "An" asla bir şeyi veremez: Anlamı. Mutluluğun ve anlamın yolları aynı değildir. Mutluluğu bulmak için, kişinin sadece anda yaşaması gerekir; sadece an için yaşamaya ihtiyaç duyar. Ama eğer anlam istiyorsa -hayallerinin, sırlarnın, hayatının anlamı - kişi ne kadar karanlık olursa olsun geçmişte, ne kadar belirsiz olursa olsun gelecek için yaşamalıdır. Böylece doğa mutluluk ve anlamı bizim için karıştırır ve bizden aralarında seçim yapmamızı bekler..."

3 Aralık 2008 Çarşamba

Dream Is Destiny...

Alkolün iradeli, seviyeli ve saygılı insanlar (ilginç bir tanımlama oldu biliyorum ama anladın işte sen, bizim gibi insanlar yahu!!!) üzerinde bıraktığı etkiyi çok seviyorum. Duygularını tam dile getiremeyen insanlar üzerindeki etkisini de... İçinde birine, birilerine veya birşeye karşı katıksız sevgi bulunduran insanların üzerindeki etkisini de... Saf, güzel, sohbeti baldan tatlı insanlar çakır keyfi oldu mu... Nereden çıktı diye sorarsan, az önce harika bir sahneye tanık oldum. Öyle herkesin başına her zaman gelecek birşey değildi...

Malum abim şehir dışında okuyor. Bayram için gelecek ama ne zaman olduğu belli değil. Hala... Herneyse az önce akşam yemeği yiyorduk annem, babam, ben olarak. Ben okuldan sonra evde yaptığım krepi anlatıyordum. Annem; resim kursundan sonra eve dönerken mahalle komşusu yaşlı amcanın " vay akşamın bu saatinde eve giren kadınaa, vay kocasından sonra eve varan kadına vaay vay" dediğinde "koca daha eve gelmedi gelmedi ehehehe" cevabını verdiğini anlatıyordu. Babam arkadaşlarıyla içmiş, hafiften çakır keyfi olmuş her anlatılana komik komik şeyler söylüyor, "bana niye getirmedin böhüü" diye çemkiren bendenize "ikram ettiler yahu" şeklinde açıklamalar yapıyordu. Sonra anneme abimin ne zaman geleceğini sordum. Gülerek "Daha otobüs biletini almamıştır o, gelmemek için bahane bile arıyordur ehehehe" cevabını verdi. "Günahını alma şimdi çocuğun aaaa" dedim ben de gülerekten. Babam "Evet ya günahını alma" dedi. O cümleyi kurduktan sonra gözleri dolmaya başladı. Biraz daha dikkatli bakınca gözyaşlarına hakim olamadığını farkettim. "Oyy oğluşunu da özlemiş, kızın sana yetmiyor mu, kıyamam sana" gibisinden geçtim yanına, öptüm, sevdim kendisini. Duygularını başarılı bir operasyonla aldırmış, orada kıkır kıkır gülüp "ay sarhoş olmuş buuu" diyen anneme de çemkirdim azıcık. "Anne baba olmak böyle birşeymiş yahu" dedikten sonra bir bardak su içip kendine geldi babam. Şimdi içerde televizyon izliyorlar. Ben de bu anı bir daha ayrıntılarıyla hatırlayamam diye koşturdum geldim, yazıyorum. Duygulandım ben de yahu.

İnsanlar arasındaki bu sevgi denen bağ bambaşka birşeymiş. Hani kan bağı olması da gerekmiyor böyle yoğun birşey için. Waking Life'da "... Bir başkasıyla iletişim kurduğumuzda, bağlantı kurduğumuzu hissettiğimizde, anlaşıldığımızı düşündüğümüzde, zannedersem manevi bir birlik hissetmiş oluruz. Ve bu duygu geçici olabilir ama galiba biz bunun için yaşıyoruz..." cümlelerini duyduğumda aklıma gelen, yanımda olmasalar da dile getirilemez bir bağımın olduğunu düşündüğüm insanları gözümün önüne getirdiğimde gözlerimin dolması gibiydi gördüğüm sahne. Herkesin hakkında böyle duygular besleyeceği birkaç insan olması gerek. "1 tane bile bulamayanlar var, ne yazık" demişti bilen biri bir zamanlar bir yerde....

-Bu yazıdan alkolün süpsüper birşey olduğunu çıkarabiliriz değil mi Phaedrus?
-Herkes çıkarmak istediğini çıkarır, Turşucuğum...Bu fotoğrafı da özlemişim. Yazıya da cuk oturur dedim, koydum. Afiyet olsun...

1 Aralık 2008 Pazartesi

1 Aralık Dünya AIDS Günü

Bu akşam saat 22:00 'da cnbc-e de Philadelphia adlı film var. Başrollerde Tom Hanks ve Danzel Washington görünüyor. Yönetmenliğini Jonathan Demme üstlenmiş. Ayrıca filmde Antonio Banderas Tom Hanks 'in sevgilisi rolünde yer alıyor. Film; AIDS hastası eşcinsel bir avukatın (Tom Hanks), başarılı olmasına rağmen saçma sapan bir sebepten dolayı işinden kovulmasıyla patronlarına açtığı davayı anlatıyor. Mahkeme ortamlı bir film olmasına rağmen cinsel tercihleri yüzünden bir insanın toplum tarafından nasıl soyutlandığını göz önüne seriyor film ve bu konuda yapılmış en iyi filmlerden diyebilirim. İlk izlediğimde hüngür hüngür ağladığımı hatırlıyorum. Tom Hanks 'in o katıksız hüzünlü bakışları, tavırları ve filmin soundtrack leri sanırım sizi de yeterince üzecek. Dün akşam Buzcevheri etkisiyle sabaha kadar dinlediğim Queen şarkıları ve bol bol Freddie Mercury 'nin üstüne bu akşam nasıl geçecek bilmiyorum. Hani gerek müzikleri, gerek replikleri, oyuncuların bakışları ya da ses tonları yüzünden başından sonuna kadar içinizdeki o buruklukla izlediğiniz filmler vardır ya, böyle cız eder... İşte öyle bir film bu da.