Pages

4 Kasım 2013 Pazartesi

Geldik dediysek o kadar da değil

Sen hayatımda gördüğüm en sadık şeysin blogspot. Aylar sonra (ki nerdeyse yıl olmuş) işsiz güçsüz (ki bu işsiz güçsüzlükten kasıt okunması gereken bir Oliver Twist, rönesans döneminde güzellik anlayışı üzerine yazılmış 3 adet makale, 1 adet gayet iddialı ahlak öğretileriyle Everyman ve temize çekilmesi gereken ders notlarıdır, yoksa işim gücüm olsa olsa tüm Woody Allen filmografisini bitirmek -ve yapmışlığım da var, ya da Jurassic Park, Gremlins veya Ghostbusters serisi devirmektir -biz küçükken dünyada süper filmler çıkıyordu, her 2-3 senede bir oturup bunu takdir etmeliyiz biliyorsun) bir şekilde blogger.com'a giriş yaptığımda "hoşgeldin lan şebek!" şeklinde bir ifadeyle sanki daha dün bir şeyler karalamışım gibi bir samimiyetle beni karşıladığın için, işte tam da bu yüzden hayatımda gördüğüm en sadık, bir o kadar da havalı şeysin blogspot.

Seninle münasebetimizin bu kadar uzun bir süreliğine bitmesinin tek sebebi benim kendime söz verdiğimin aksine 20 yaşından sonraki sene 21 yaşına basmış olmam. Yani bu konuda son derece kararlıydım, 20den sonra duracağıma ciddi ciddi inanıyordum ve pat! Ertesi sene 21 oldum. İşte onlar basamağını 2lemenin bünyemde yarattığı hasarları yavaş yavaş ortadan kaldırıyorum derken bu sefer birler basamağını da yükseltince herşey çok üst üste geldi, ben de büyüdüm. Yani en azından winamp listesine Bowie, Suede, Smiths ve benzeri güzellikleri atmaya tekrar başlayana kadar öyle sanıyordum. Burada işin sırrı Bowie, Suede, Smiths ve benzeri güzellikleri yeniden dinlemeye başlamak değil (kimseyi kandırmayalım istersen, bu adamları müzikçalarda yer açmak için varolan ama çok sık dinlenilmeyen şarkıları silerken bile es geçiyoruz, yeniden dinlemeye başlamak diye bir kavram kafamızda hiç varolmadı), bilgisayarın başında oturup, winamp adlı güzide programı başlatıp, başında saatlerce playlist hazırlayıp, son şarkıya kadar dinlemek için zaman ayırmak asıl işin sırrı. O kadar uzun zamandır yapmıyordum ki bunu, gerçekten bir süreliğine 21dim, durduk yere gelen garip dürtü olmasa birkaç ay sonra 22ye basma riskim bile vardı, o derece.

Hayat öyle "büyüyen insanın karşılaştığı sorunsallar" olarak daha komplike bir yapıya da bürünmedi benim için aslında son senelerde. Hiç tecrübe etmediğim şeyler tecrübe edip, kendimden beklemediğim ilginç şeyler yaptım. Ama herkes evine gittiğinde ve ben noel-vari pijamamı üstüme çektiğimde aslında o kadar da değişmiyor olduğumu farkettim. "Hadi len ordan, sen nasıl değiştin haberin yok!" şeklinde iddialarla karşıma geçip akabinde "olm bu şarap çok güzel bunu içelim, sonra şu viskiyi içelim, sonra bir A Single Man patlatalım, ooh" tarzı tepkileriyle dikkat bozukluğunu gözüme gözüme sokan Mimi Wonka'nın söylemlerinin aksine ben gerçekten de "büyüyen insanın karşılaştığı sorunsallar" içerikli tecrübelerden sonra pek de değişmedim. Yani tecrübe edinme sırasında farklılaştım ama tecrübe edinme süreci bittiğinde yine başa dönüp "ben hayatla ilgili ihtiyacım olan herşeyi biliyorum sanırım yahu" şeklinde laklak edip akabinde "balığın yanına beyaz şarap alalım, evet kırmızı benim favorim ama beyaz şaraba şu kısacık hayatımda çok seyrek şans veriyorum, hazır balık yiyoruz bu akşamın kazananı beyaz şarap olsun" tarzı tepkilerle dikkat bozukluğumu hiç gözüme sokmadan devam ediyorum. Ama şu gerçeği kabul etmeden geçersem adi bir Turşu olmanın yanında bir de pis bir Turşu olacağım, pisleşmeyelim. Para artık çok hoş bir şeymiş gibi geliyor.

Yani gerçekten zaman geçtikçe para bana gayet seksi seksi göz kırpan ve çok güzel şeyler vaadeden bir Betty Boop gibi görünmeye başladı. Yani param yok, belki ondan çok güzel geliyordur, ama sanmıyorum yahu, param olursa evime ayaklı oda lambası falan alacağım yani her şekilde yararlı bir şey bu meret. Şu hayatta muhabbet etmekten hoşlandığım ve farklı şehirlerde yaşayan 1-2 tatlı insanı özlediğimde bir telefon açıp "uçak biletini aldım, bu haftasonu bendesin, tekila dolapta" diyebilecek rahatlıkta olmanın o karşı konulamaz cazibesi çok hoş gerçekten. Hiç bir zaman o kadar paraya sahip olamayacağımın bilincinde olmak da fantaziyi hırstan uzak sağlıklı bir konumda tutuyor, o yüzden endişelenme, iyiyim ben. Ama bana şöyle güzel bir ayaklı oda lambası almak istersen karşılaşacağın tepki asla olumsuz olmaz, söylemeden geçmeyeceğim.

Simsiyah bir kedim var (beni 5 senedir tanıyorsun blogspot, ikimiz de bu günün geleceğini biliyorduk), boynunda papyon gibi bir beyazlığı dışında. Hiç bir isim yakıştıramadığım için sürekli farklı isimler arasında gidip gelmemin ve bu yüzden çoğunlukla "annem!" diye seslenmemin sonucu olsa gerek, Annem isminden başka bir şeye tepki vermeyen bir kedi bu. Annem adlı bir kedimin olacağını hiç beklemezdik ama blogspot, en azından Sebastian ya da Bernard Black (şu an düşündüm de süper bir isim olabilirmiş, yazık oldu) isimli bir kedi sahibi imajı çiziyordum, hayat çok farklı sürprizler çıkarabiliyor insanın karşısına. Tabi bu ufak yaratığın olası yaz dönemi yurtdışı planlarımı suya düşürme tehlikesinin olduğunun da bilincindeyim -ki bu durum kimi zaman "ben seni nerden buldum, İrlanda'ya mı götüreyim ne yapayım!" şeklinde iç karartıcı pişmanlık anlarına sebep olsa da 5 dakika sonrasında türlü şaklabanlıklarla boynuma yapışıp süt emer gibi boynumu yalaması salonumuzda tekrar güneş açmasını da sağlayabiliyor. Şu cümleyi kurduktan sonra okuyunca tipik bir kedi sahibi olduğuma kanaat getirdim ve seni de bu yoldan sürüklemeye bir son vermem gerektiğini düşünüyorum, bağışla beni (ama en azından bu küçük yaratığın oturup pür dikkat Wes Anderson filmleri izlediğini bilmek bir nebze de olsa içinde sempati oluşturmuştur hadi itiraf et).


Şubattan beri konuşulacak birçok konu birikmesine rağmen ben son zamanlarda hep Doctor Who'dan bahsetmek istiyorum, bir de neden daha önce Pulp dinlemediğime şaşırıyorum. Ama bu şaşkınlıktan önce değineceğim konu Doctor Who, sevgili blogspot. Bilim kurgu, uzayda ordan oraya koşturmaca münasebetli konulardaki sınırımın Star Wars ve Barbarella ile sınırlı olduğunu biliyoruz zaten. Ancak aynı şekilde, bir insanın BBC tarafından fırından çıkarılan şeylere saygı duyup, ukalalık yapmadan verdiği nimetler için BBC'ye şükretmesi gerektiğinin de bilincindeyiz. Hele ki fırından çıkanda Steven Moffat, Russell Davis, Mark Gatiss, David Tennant, Matt Smith gibi insanların parmağı varsa, verilen genel tepki "ben neden bunu izlemek için 7 sezon bekledim?", "1963'ten başlıyoruz o halde", "1963'ten başlarsak baya yaşlanabiliriz, ama oturup bir The Five Doctors, bir Paul McGann'lı 96' filmi ve daha nice kritik Doctor Who maceralarını izleyebiliriz!" şeklinde olabiliyor. Tabi yıllar önce bir meraklanıp, 2005, 1. sezonu playliste atıp Christopher Eccleston'ın o kadar da efsane olmayan performansı yüzünden senelerce Doctor Who'ya elini sürmeme durumları da yaşanmıyor değil. Lakin Tardis bir David Tennant yüzü gördüğünde, benim gibi "time and space" mevzusundan haz etmeyen bir bünyeye bile 50. yıl özel bölümü için 23 Kasım beklettirebiliyor. Günlük hayatta Doctor Who referanslarını anlayabilme, anlamayanları ayıplama gibi yan etkileri de olabiliyor bu tutkunun, çok ilginç bir durum gerçekten. BBC'nin üzerimizde tarifi imkansız bir etkisi var, diyorum ki sorgulamadan kendimizi bırakalım, BBC bir yolunu bulup hallediyor tüm işleri.

O değil de aylarca ses soluk çıkarmadan geçirip, aylar sonra gelip iki hoş beş edelim dediğimde gayet de oturup fütursuzca dizi anlatabiliyor olmam, seni internet ortamındaki en havalı site yapmıyor da ne yapıyor blogspot?

Şimdilik yeter bu kadar kelime,sonra yine uğrarım, belki iki gün sonra belki iki yıl...

Yok yahu o kadar da değil, sakin ol.


28 Şubat 2013 Perşembe

Geri dönmüş olabilirim, bilemiyorum. Dur bakalım...


Ben blog olsam yazı yayımlanılmayan her ay için çok ilginç küfürler sarfederdim kendime. Blog değilim ama güven bana, kendimdeyken bile takdir edilesi şeyler söyleyebiliyorum içten içe. Gerçi sonradan kıyamayıp yanağımdan bir makas alıp güne devam ediyorum ama olsun, bu blogu hayatının merkezine koymuş binlerce okuyucunun hatrına yapıyorum bunu, azarlıyorum kendimi. Ama şunu söylememe izin vermelisin, yani, sakinleş, otur önce, bırak nefes alıp verişin düzene girsin, sana bir kadeh şarap koyabilirim. Neyse. Ağustos'tan beri şu bloga bir tek satır yazasım gelmedi dostum. Bırak onu, araç çubuğuna blogger.com yazasım bile gelmedi. Neredeyse 7 aydır, evet 7 aydır (bunu yazılı bir şekilde ifade edince ne kadar ayıp ettiğimi fark ettim, biliyorum, vur ama sonra bir makas al yanaktan, yazık) 2, bilemedin 3 kere girmişimdir siteye. Oldukça uzatılmış bir "Haaaydi bakalım" eşliğinde de kapattım sayfayı her seferinde.

Koltuğuna kurulmuş, çayını içip dizisini izleyen, tembel bir edebiyat öğrencisi olarak son zamanlarda en çok merak ettiğim konu ilerde nasıl iş güç sahibi olacağım. Daha da önemlisi ise işimin ne olacağı. Bana kalsa herhangi bir sanat dalını icra ederek yaşayıp giderim, ama bana kalmıyor. Tembel olduğumdan bahsetmiş miydim? Sanatçı olma düşünceleri de bir kaşık suda boğulduğu için son bir iki yıldır kendime meslek yakıştırmaları yapmaya çalışıyorum. Şu ana kadar bulabildiğim en çekilebilir iş yayınevlerinde editörlük, çevirmenlik vb. şeyler yapmak. Ama 21 yıllık hayatı boyunca para kazanma adına hiçbir girişimde bulunmamış deneyimsiz bir edebiyat öğrencisi olduğum göz önünde bulundurulursa ondan da pek bir şey beklememekte fayda var. Olur da Mimi Wonka kendi organizasyon şirketini falan kurarsa çay kahve getirip götürebilirim belki. Hayat 4 sene önce o kadar güzel ve kolaydı ki, düşünmem gereken en önemli şey Pink Flamingos'un bu kadar iğrenç bir film olmasına rağmen neden izlerken en çok eğlendiğim filmler arasında yer alıyor oluşuydu. Üniversiteye geldiğimde her şeyin süpsüper olacağını, kafamda kurduğum tüm verimli aktiviteleri gerçekleştirebileceğimi düşünürken ne kadar saf ve şirin bir genç olduğumun farkına vardım geçenlerde. 3 sene boyunca tembelliğin, çevremde gördüklerim yüzünden gelişen hayal kırıklığı ve bezginliğin, en sonunda "siktir git adamım" tepkisinin beni dönüştürdüğü tek şey olası bir Boris Vian kitabı karakteri oldu. Bezginlik dünyanın en korkunç ve en yıkıcı hastalığı sevgili okuyucu. En canlı ve üretken fikirleri, hisleri yiyip bitirebiliyor. Tembellik ve yorgunluk bu aşamadaki en önemli faktörlerden biri. 21 yaşındaki bir insanın böyle cümleler kurması ise çok sinir bozucu. Yani ben ben olmasam, kafamı tutup duvara gömebilirim bunları duyduktan sonra. Şımarık ve şişirilmiş geliyor ikinci kere okuyunca, yani bir süre sonra insan kendine bile samimi gelmemeye başlıyor. Bu yüzden ne yazdığın bir şeye benziyor, ne çizdiğin. Başarısız denemeler olarak çöp kutusunu boyluyorlar. O yüzden artık şikayet etmemeye karar veriyorsun, ama pek de rahat ettirmiyor bu durum, çünkü insan başkalarına söylenmeyi bırakabiliyor ama kafasının içinde dönen dolaşan şeylere hakim olamıyor. Kendi kendini yiyip yok eden çirkin bir sistem yani. Bu saatten sonra dileyebileceğin en önemli şey, birbirlerini tekrar edip kafa şişirmekten başka bir şey yapmayan sinir bozucu yeraltı tiplemelerine dönüşmemek. En azından öyle insanlara dönüşmeyeceğimi biliyorum ve bunu bilmek beni rahatlatıyor. Espri anlayışımı, gözlemlediğim herşeyle dalga geçebilme kabiliyetimi kaybetmediğim sürece sıkıntı yok. Yani bu saatten sonra kaç tane Oblomov ya da Raskolnikov çıkarabilirsiniz sevgili insanlar?

Tam böyle şeyleri düşünüp kendimi rahatlattığım anda da tüm bunların "hiçbir şeyi beğenmemezcilikten" geldiğini farketmem daha büyük bir sıkıntı. Bu noktada da çok bilmişliğin bezginlikten daha tehlikeli bir hastalık olduğunu kabul etmek gerekiyor. Ve tüm bunlara kafa yorup yine aynı karmaşanın içinde debelenmektense Afrika'daki çocukları düşünüp sahip olduklarımızın kıymetini.... Yani hayır tamam, durduk yere Afrika'daki çocukları düşünmüyorum ben, kendimizi kandırmayalım. 21. yüzyıl modern insanının kendi bireyciliği içinde kaybolmuşluğu ve daha neler neler... Hadi ama, her iki taraftan düşünmek de o kadar absürd ki, sen de bana hak vermeye başlıyorsun, evet. Üçüncü bir taraf oluşturup, koltuğa gömülüp çay içip kitap okumak, dizi izleyip beyin dinlendirmek, Truffaut'un Godard'dan daha bireysel filmler yaptığını, haliyle bir süre sonra Godard politikliğinden ziyade Truffaut filmlerinin bir anlamda daha güzel geldiğini kabul edip film izlemekle geçen bir gençlik döneminin daha samimi olduğuna kanaat getirmek. En azından şimdilik yaşamın doğrusu bu şekilde.