Pages

29 Ocak 2010 Cuma

Haftaiçi Karalamaları

21:30

Bir kez daha kafamda gerçeklikle alakasız senaryolar kurup tüm insanlıktan soğuyor, asosyal bünyemi özleyip, ot yaşamıma geri dönmeyi düşlüyorum. Hayret geç kaldın, dedim yavaş yavaş iki göğsümün arasına nüfuz eden bunaltıyı fark edince. Şizofrenik, hipertonik, süperekonomik bilinçaltımda önemsiz bir olayı alıp 6 ciltlik, The Other Boleyn Girl 'e taş çıkartacak kadar entrikalı bir kurgu yaratıyorum. Engel olunacak, engel olunası bir durum değil. Kendimi bildim bileli böyle. Kendimden başka da kimseye zarar vermiyorum, ne mutlu. Kurduğum olası (olası falan da değil) senaryolarla aklımı meşgul edip, gün içinde milyon kere "acaba olur mu ki lan?" diye düşünüp beynimi kemiriyorum. Ciddi ciddi kafaya takıp sinir de oluyorum üstüne ve başıma açtığım hayali beladan kurtulmak için bu sefer de hayali çözüm senaryoları yazıyorum. Yalnız, öyle karmaşık durumların içine sokuyorum ki kendimi, çözümünü bile bulamıyorum. Zihnimin bu karışık mevzularıyla uğraşırken de dış dünyadaki insanı faaliyetlerimi geciktiriyorum. Bir insanın kendi benliğinde kaybolması da bu olsa gerek. Karşıma geçip "bu kadar nevrotik bir hatun olduğunu bilmiyorduk, herşeyi nasıl da büyütüyorsun, seni takıntılı" diye çene yormaya gerek olduğunu da sanmıyorum. Durum nevrotiklikten çok farklı zira. Bir insanın sadist bilinçaltının mazoşist bilincine çektirdiklerinden biri belki. Bir Kieslowski klasiği Three Colours 'ı açıp aralıksız üçünü de (sırasıyla Mavi-Beyaz-Kırmızı) izledikten sonra kolayca başından savılabilecek kurgular aslında bunlar. Ama bunun yerine kalemi kağıdı kapıp orta parmağın kaleme dayandığı yeri morarta morarta yazmak nedense ilk tercih edilen.

Yazıya giriş yaptığımda (sanki baskıya yetişecek bir köşe yazım varmışçasına söyledim bunu) tüm insanlıktan soğumaktan bahsetmiştim. Belki nedeni budur onca zaman kaybının, soğuyan kahvenin, kendi kendine biten sigaranın ve moraran parmağın. Sık sık kabuğuna çekilme isteği. Dönüp baktığımda başıma ne geldiyse çevremdeki insanlarla fazla haşır neşir olduğum dönemlerde geldiğini farkettim. Uyum sağlaman gereken geyikler, gülmen gereken espriler, bulunman gereken mekanlar vesaire vesaire vesaire... Sanırım kendimle kaldığımda "aslında fikrim o değildi, neden öyle söyledim bilmiyorum, an'a ayak uydurmak olsa gerek" leri çok defa söylediğim için bunun farkındalığını düzenli olarak hatırlamaya ihtiyacım var. Kendimi kaybedip, sonra bir anda durup "dur bir dakika, ne yapıyorum lan ben?" diye sorduğumdan ya da. Sonra da insanların 'tutarlı davranışlarım olması gerektiğine' dair vaizlerini dinliyorum.

Yalan da değil, inkar etmek ahmaklık olur. Ama beş dakika hoşça vakit geçirdiğim birinden 10 dakika sonra sıkılıp bunu itiraf etmem de çocukluğumdan bu yana öğrendiğim görgü ve ahlak kurallarını hiçe sayıp taşkınlık etmek olur. Bu durumda yavaş yavaş köşeye çekilip bir süre sakince olanları izlemek belki dışarıdan tutarsız -yerine göre dengesiz- olarak görülecek fakat o an için verilebilecek en zararsız tepki olacaktır.

Aksini de denemediğimi kim inkar edebilir? Kendisinden çok sıkıldığımı söylediğim şahsa gerekçe olarak 'arasıra kendimden bile sıkıldığımı, bunun üzerine kişilik değiştirdiğimi' söylemiştim. Tabi ki ciddiye alınmamıştım. Ama doğruyu söylemek isterim, gerekçe uydurmaya üşendiğim için o an konuşmakta olduğum Mimi'den yardım almıştım. Ama olsundu, şaka yaptığım düşünülmüştü. Ben de insanlık henüz buna hazır değil demiş, dürüstlüğü bir kenara bırakmıştım. İnsanlar da ya hasta olduğum ya da hatunsal dönemlerden geçtiğim kanısına varıyorlardı, yalan söylemeye de gerek kalmıyordu, küçük onaylamalar dışında.

Bazı sağlıksız insanlarla dünyayı ele geçirme planlarımız da o dönemlerde alevlenmiş, planlar o dönemde masaya yatırılmış olsa gerek. Yazacağımız kitaplarla, çekeceğimiz filmlerle hem dolmuş zihinlerimize bir tuvalet molası verebilecek hem de üre asidik fikirlerimizi insaların beyinlerine empoze edebilecektik. Biraz kıvama geldiğimizde ağzmızdan kendimizi çok zeki gösterecek cümlelerin dökülüğünün farkındalığı da bu yolda bize eşlik edecekti. Bu noktada, gelecek zamanın hikayesi fiil çekimini kaldırır, şimdiki zamana uyarlarsak pek de birşeyin değişmediğini görebiliriz zaten.

Beni bekleyen yapacak onca işin yanında hala yazıyor oluşum ve aklımın bir tarafının Ordinary People izlemeye duyduğu yoğun istek birbiriyle çatışıyor. Herşeyin bir zamanı olduğunu ilk annem söylemişti ama o zaman ne elime kalem kağıt alıp sorunlu monologlar yazmayı ne de Ordinary People 'ı biliyordum.

Kızılderili çadırı kurup içinde sızma iznimiz, tabağımızdaki son pirinç tanesini de ağzımıza attıktan sonra verilirdi, onu hatırlıyorum.
***

12:00

Son noktayı koyup kalemi elimden bırakalı ne kadar oldu bilmiyorum ama saat sabahın(!) 12'si. Kalkalı 1 saat oldu olmadı. Son yarım saatimi abimin gitmeden odamda bolca döküp bıraktığı saçlarını toplamakla geçirdim. Sabahsa annemin 'ilk kar' şerefine suratıma attığı kar topuyla uyandım. Şimdilik herşey normal. Geçen geceden kalma kurgulardan eser yok. Annemin elime tutuşturduğu bir adet Forza'yı ağzıma atıp sıcak ıhlamurdan yudumluyorum boğazımı bir nebze de olsa yumuşatması dileğiyle.
****

22:42

Marketten çıkarken fotoğrafı çekilen ve yumruğu havada pozuyla göze pek de babacan görünmeyen adam ölmüş. Yarın, Esmé için- Sevgi ve Sefaletle 'den satırlar okuyup kadeh kaldırmalı Friedrich 'le. Sahi, her sene arkasından kadeh kaldırdığımız adamların sayısı da artıyor bir bir..

20 Ocak 2010 Çarşamba

Kritikselleştirdiklerimiz-5

Uzun zamandır kritik koymamışım bloga. Halbuki izliyorum ben de film, her ne kadar zamanımın çoğu öss, yds, sss, vbs, pps, ve ve se vesairelere hazırlanmakla geçse de. Aslında bu yoğunluğa rağmen gene baya baya filmlerle haşır neşir olmuşum diyorum. Bazı filmler "şimdi ben şu iki saati bununla mı harcadım?" hissi uyandırsa da içimde bir yerlerde, bazı filmler gördüm ki "sınavı, işi, gücü bıraksam, ölene kadar bunu izlesem pek de iyi bir seçim olmaz mı?" diye yırtınarak günlerce aklımdan çıkaramadım, kafamın içinde defalarca izledim. Herneyse, lafı daha fazla uzatmadan (ki sınırlarımı zorlar, daha iyisini yapabilirdim!) başlıyorum.

La Belle Personne (2008)

Louis Garrel filmografisini sömürme sürecim devam etmekte ve sıra La Belle Personne 'de (The Beautiful Person). Söz konusu güzel insan, başrol oyuncusu, pek sevimli Léa Seydoux olabilir ama Garrel Bey ondan da güzel diyerek sığ bir girişle başlayıp sonradan toparlayayım diyorum. La Belle Personne konu itibariyle ilgimi çekti fakat daha başarılı bir şekilde ele alınabilirdi de. Lafı alttan alttan yönetmen Christophe Honoré' ye gönderip devam ediyorum. Yönetmenin aynılığından mıdır nedir, Les Chansons D'amour kadrosunu filmde sık sık görmek mümkün. Filmin o ilgimi çeken konusuna gelecek olursak; Annesinin ölümü üzerine kuzeni ve ailesinin yanına taşınan 16 yaşındaki Junie (Léa Seydoux) yeni okuluna başladıktan bir süre sonra, bir yandan sevgilisi Otto'yu idare etmeye çalışıp, bir yandan da annesinin ölümünün şokunu üzerinden atma derdindeyken karşısına çıkan tutkulu, bir o kadar da çapkın İtalyanca öğretmeni Nemours (Louis Garrel)'a aşık olur ve film; Junie ve Nemours arasındaki açıklığa bir türlü kavuşamayan garip ilişki etrafında döner. Dediğim gibi, seksi öğretmen-güzel öğrenci fantezisi daha başarılı bir şekilde işlenebilirdi, hele ki söz konusu film bir fransız yapımıysa. Ama benim gibi "salla şimdi sanatsal bütünlüğünü, konunun işlenilebilirliğini falan, koymuşsun güzelim Garrel 'ı oraya, yanına da fotoğrafçı, kıvırcık saçlı entel öğrencileri falan, izlemeyeceksin de ne yapacaksın" diyorsanız, bir buçuk saat zevkle geçer...


Les Amants Du Pont-Neuf (1991)

Hazır açılışı fransız romansıyla yapmışken, aynı kulvarda gidip biraz da Dokuzuncu Köprü Aşıkları 'na dokundurmak gerek. Evet fransız, evet romans, ama güzel insanlar mı? Sanmıyorum efendim. Kahramanlarımız evsiz, alkolik, keş bir sirk cambazı olan Alex (Denis Lavant) ve hastalığı nedeniyle görme duyusunu yavaş yavaş kaybetmekte olan Michéle (Juliette Binoche). Yetenekli bir ressam olan Michéle, hastalığının tedavisinin olmadığını ve bir süre sonra tamamen kör olacağını öğrendiğinde evini terkeder ve sokaklarda yaşamaya başlar. Yolları bir şekilde kesişen Alex 'in yanına, yapım aşamasındaki 9. Köprü'ye yerleşir. Alex hayatına giren bu 'dişi'ye aşık olur, Michéle 'in ise onu koruyacak birine ihtiyacı vardır ve Paris sokakları göz önünde bulundurulursa Alex ideal bir koruyucudur. Birbirlerine destek olarak tutunan bu ikili zamanla birbirlerine iyiden iyiye alışırlar. Fakat bir süre sonra Michéle 'in hastalığının tedavisi bulunur ve yakınları Michéle 'i bulup eve getirmek için seferber olurlar. Şehrin heryerine kayıp ilanları asarlar. Bu ilanlardan birine rastlayan Alex panikler ve Michéle 'i kaybetme korkusuyla bu olayı ondan gizlemek için olmadık şeyler yapar. "Aşk" ın sadece güzel ve normal insanlar arasında hissedilen ve yaşanan bir duygu olduğu düşüncesini temelden sarsan bir Leos Carax filmi 9. Köprü Aşıkları (ya da Köprüüstü Aşıkları). Juliette Binoche 'nin başarılı performansını fazlasıyla takdir ettiğimi söyleyebilirim. Konusu ve karakterleri bakımından bir 'banliyö' aşkı anlatılmış, bazen dramatik, bazen komik, bazen de trajikomik biçimlerde. Hollywood çiftlerinden sıkılanlar için damakta günlerce tad bırakacak bir fransız filmi.


Kinsey (2004)

"Biraz da seksten konuşalım."

1940-50 lerde, insanın cinselliği üzerine yürüttüğü araştırmaları sayesinde adından sık sık söz ettirmiş ve bu araştırmalarla tabiri caizse bir cinsel devrim gerçekleştirmiş olan Alfred Kinsey 'in hayatını anlatan keyifli bir film Kinsey. Mahalle baskısı yüzünden çiftlerin yardım almaktan çekindikleri, eşcinsellerin kendilerini sakladıkları, gayet doğal olmasına karşın merak edilen soruların cevaplanmayı bırakın, sorulmaktan çekinildiği bir dönemde büyük bir açıksözlülükle ortaya çıkmış bir adamın öyküsü aslında. Dini baskıyı temsil eden otoriter, fanatik katolik bir baba figürü, mastürbasyonun cehennem bileti olduğu masalıyla geçirilen bir gençlik, ilk deneyimler, cinsellik üzerine medya faktörü, toplumun katı ahlak kuralları ve bunların ortasında üniversitede cinsellik üzerine dersler veren bir profesör, karısıyla ilişkileri, karşılıklı anlayış ve tabuların yıkılması...

Aslında oturup şöyle bakıldığında, toplumlarda belli konular hakkındaki fikirlerin, üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin sabit kaldığı, yıkılması mümkün olmayan sert kurallar yüzünden de bireylerin bu fikirleri bastırmak zorunda kalmaları gerçeği çok da şaşırtıcı değil. Söz konusu, "toplum" adındaki figürse tabi şaşırtıcı olamaz. Biryerlerdeki birkaç gözlüklü adamın listelediği "iyiler"e ve "kötüler"e göre yaşadığımızı unutmamakta fayda var bu durumda. Cinsellik de bu etiketlenip cıs'lanan konulardan belki de en çok göze batanı. Bu açıdan Kinsey, önyargılara, korkulara, bastırılmış duygulara vb konulara güzel bir dokundurma. Listenin en başına alıp özel bir zaman ayırmaya gerek yok belki ama yine de boş zaman için tavsiye eder, Liam Neeson 'ın başrolde olduğunu hatırlatırım.


Dorian Gray (2009)

Ne yalan söyleyeyim, ilk duyduğumda ve başroldeki beyi gördüğümde (Dorian Gray dediğin sarışındır zira) öyle aman aman birşeyler beklemiyordum. Klasik mantık; "Uyarlama film, %90 başarısız filmdir." gözüyle bakmıştım duruma yani. Ben Barnes 'ın yanında Colin Firth 'i ve The Perfume 'de kızıl kızıl göz kamaştıran Rachel Hurd-Wood 'u görünce yavaştan ısınmıştım da bir yandan. Sonunda izledim. Yönetmen Oliver Parker, orjinal hikayeden kopuk olay örgüsünün usta ellerde işlendiğinde gayet de güzel bir şekilde göze kulağa hitap edebileceğini göstermiş oldu bana. İzlemeden önce filmle ilgili en çok merak ettiğim şey Oscar Wilde 'ın karakterler üzerinden, eşcinselliğe dokundurmalarının filme nasıl yansıtılacağıydı -ya da yansıtılıp yansıtılmayacağı. Ama dokundurmayı falan boşverip -yine orjinale sadık kalmayarak- takdir edilesi sahneler eklemişler, takdir de ettim zaten. Genç Dorian 'ın tablosuyla ilgili komik bulup güldüğüm yerler yok değildi ama fazla göze batmıyordu. Konusunu uzun uzun anlatmaya gerek yoktur diyorum ama yine de kısa bir özet geçmek gerekirse; tüm saflığı, gençliği ve güzelliğiyle Londra 'ya ayak basan Dorian Gray 'in narsist duygularına yenik düşüp bu gençliği sonsuza kadar korumak için Şeytan'la yaptığı anlaşma sonucu başından geçen olaylar ve çürüyen ruhunun tavan arasına saklanan tablosuna yansıması, her geçen gün Dorian 'ın içini kemiren kirlilik hissini anlatan ve yoğun miktarda narsizm kokan bir film Dorian Gray. Oliver Parker 'ı benim için büyük önemi olan bu romanın altından pek de güzel bir şekilde kalktığı için tebrik edip kesiyorum artık.


Das Weisse Band: Eine Deutsche Kindergeschichte (2009)

Funny Games 'leri hayatımıza sokan mühim şahsiyet Michael Haneke 'nin son filmi Beyaz Kurdele. Klasik bir Haneke filmi olması yönüyle oldukça durağan bir anlatımı var. Bu yüzden tek başınıza izlemenizi ve başlamadan önce uykunuzu iyi almış olmanızı, bir fincan da koyu kahve öneririm. Yoksa kendinizi durağanlığa kaptırıp, verilmek istenen mesajı kaçırabilirsiniz. Mesaj demişken; film, mütevazı bir köyde, köy sakinlerinin başından geçen huzursuz olaylar çevresinde dönüyor. Rahibi, köy öğretmeni, baronu, çiftçisi vesairesi ile eksiksiz bir köy. Gözümüze inceden inceye sokulmaya çalışılansa sınıfsal ayrım, dini baskı, erdemli olma (ya da görünme) adına bireylerin üzerinde kurulan baskı ve korkunun şiddetle -yeri geldiğinde çocuklara yönelik cinsel taciz ve sapkınlıkla- dışa vurumu. Üstüne düşülen konu açısından filmi Lars Von Trier 'in Dogville 'sine benzettiğim oldu sık sık. Dışarıdan erdemli ve masum görünen ama tüm kısıtlamaların, sınırlamaların acısını fırsat geçtikçe çıkaran kokuşmuş toplum zihniyetine yapılmış ağır bir eleştiri. Birçok açıdan tehlikeli. Büyüklerin ikiyüzlülüğüne, çürümüş ahlak anlayışlarına çocukların uyum sağlayışı da bir o kadar başarılı aktarılmış siyah-beyaz ekrana. Filmin isminin Beyaz Kurdele olması ise, bir dönem, çocukların saflığını, temizliğini, baştan çıkartılmamışlığını temsilen kollarına bağlanan beyaz kurdelelerin, otoritenin hoşuna gitmeyecek birşey yapıldığında rahip olan babaları (otoritenin temsilcisi) tarafından çocukların kollarına tekrar bağlanmasından geliyor. En başta dediğim gibi durağan bir akışı olmasına rağmen, dikkatinizi verip sonuna kadar izlediğinizde Haneke 'nin anlatmak istediklerini aslında alttan alttan dokundurmakla falan değil, sansürsüzce ve çekinmeden gözünüze sokarak anlattığını fark ediyorsunuz. Üstad yönetmene saygılarımı sunup, kendinizi 2 saat 24 dakikaya hazırlayıp başına oturmanızı tavsiye ediyorum. Şimdiden iyi seyirler efendim...

9 Ocak 2010 Cumartesi

Nasıl özlemişim bu kadının sesini...




Tracy Chapman- Fast Car

1 Ocak 2010 Cuma

Cingıl Bel

Bir giriş: Bugün bir sürü kişiden haberleri dahi olmadan ufak tefek hediyeler aldım (Pollyanna' yım ya ben, küçük mutluluklar peşinde koşturup arkadaşlarım için bayram şekerleri biriktiririm, sarışınım da zaten). Otobüsteki kızdan cam kenarı, pizzacıdan sadece tuvaletlerine işeyip çıkma izni, bir arkadaştan koluna girip saatlerce sokaklarda tozutturma, Brazzaville'den Christmas in E.C. vs vs.. Peki ben ne yaptım? Cebimdeki son parayla sevgili abime özel basım tek cilt Yüzüklerin Efendisi aldım. Ah çocuk, ben olmasam ne yapardın sen?
*
Yeni yıla tabiri caizse camış gibi uyuyarak (melek gibi uyumak diye birşey yok efendim, kandırmayalım kendimizi, uyuyan melek değil, uyuyan camış gördük hepimiz ve kendimizi benzetecek başka bir hayvan bulamadığımız için camış gibi uyumak deriz, camış gibi uyuruz) girip 2-3 saatten sonra gözlerimi açıp gün boyu topu topu iki bira içtiğimi farkeder farketmez küçük kuzenlerimin önünde lanet okudum kendime, çok utanç vericiydi. "Senin zaten boğazın ağrıyo, ne birası ne vodkası?" diye seslenerek kahve koydum kendime ("İyi de ne alaka?" diye sorma, yapma bunu!). Biricik yarenime 17 dakika 56 saniye boyunca telefonda car car, içinde 'avukat, pogo, avukat, uyku, avukat...' gibi kelimeler geçen birşeyler anlattım ve akabinde artık bir gelenek haline gelmesi gerektiğini düşündüğüm yeni yıl filmimi açtım (C.R.A.Z.Y.). Çok sakin, yer yer sıkıcı, yer yer gülünç bir yılbaşı geçirdim, bir de utanmadan yanımda duran herkesle "yılbaşı falan benim için artık birşey ifade etmiyor abi, küçükken salaktık eğleniyorduk, şimdi gayet de sıradan birgün gibi geçiyor işte, salla ya" muhabbeti yaptım. Halbuki hiç ilgisi yok, delilere sunulan haktan yararlanmak için her fırsatı değerlendirmek isterim ama şartlar el vermediğine göre, birileri tarafından tee ne zaman özel olarak kabul edilmiş günlerin kıymetini bilip en iyi şekilde suyunu çıkarmak gerek (Evet böyle bir cümle tam olarak da, bir arkadaşla Burger King'in kahve alanlara 30 kuruş karşılığında verdiği hindistan cevizli crunch'ı yerken yaptığımız "gelecek sene bugün bu saatte nerde oluruz ki lan?" muhabbeti sırasında aklıma gelmişti).

Herneyse, kırk yılda bir karşıma çıkan öğlene kadar uyuma fırsatını değerlendirmek üzere uyumaya gider, yeni yılınızı en içten dileklerimle falan filan... Şarkıyı da dinle blogger, keşke bir de kar yağsa, kış yiyecek, içecek, giyecek, dinlenecek vs lerinin tadı adam gibi çıksa... Öptüm.