Pages

27 Temmuz 2010 Salı

The Importance Of Being Idle*

Sadece aylaklık yapıyorum. Çok zevkli birşeymiş, çok da özlemişim. O da beni özlemiş. Tom Waits de özlemiş beni. Müzik, çok harika birşey aslında (Bu cümleyi Oğuz Haksever tonunda söylediğimi düşün). Saçma sapan şeylerden bahsedip canını sıkmıyor insanın, garip yükler bindirmiyor omzuna, ağır olanlarından. Her ruh haline göre, seni memnun etmek için şekilden şekile girebilitesi var.

Bilemiyorum, aylaklığın verdiği rahatlıkla da olabilir, çevremde gelişen olaylara pek şaşırmıyorum, birileri şikayetlerle, "olmaz ama böyle"lerle gelirken tek yapmak istediğim, Tom Waits Bey'in "bir fıçı burbonda ıslatıldıktan sonra beş ay tütsülenmiş ve ardından da bir arabanın altında çiğnenmiş" sesiyle kafamı dinlemek. Ve nedense kendimi Oasis* klibindeki Rhys Ifans gibi hissettim bu cümleden sonra.

Anlatacak, tavsiye edecek onlarca film izledim aslında ama filmler hakkında birşeyler anlatmak için klavye başına oturduğumda "bunu izle, bunu izleme, bu baya klas, bundan bi bok olmaz, şunu da izle, hadi öptüm." deyip "kaydı yayınla" ya tıklamaktan korkuyorum. Bu işi gayet de güzel yapan tiplerin varlığı rahatsız edici. Ama tabi bir de kıçımı kıpırdatmaya üşenmemin yanında, beynim harıl harıl çalışarak önümdeki her aktivite için mükemmele yakın bahaneler üretirken klavyenin başına geçmek her zaman için tercih edilen olmuyor (Uzun cümleleri ise okuyanın kafasını karıştırıp ne fevkalade, ne süperzeka, ne eşi benzeri bulunmayan bir hatun olduğumu göstermek için kurmuyorum, yayınladığımda gözüme uzun görünen cümlelerden oluşmuş uzun paragraflar beni mutlu ediyor. Kendime 3. şahıs kimliği verip yazıyı baştan aşağı 4-5 kere okurken suni bir tatmin olma hissiyatı içine giriyorum).

Babamla yaptığımız "şehirdışı dnr keşifleri"nde en son uğradığımız yer olan Antalya-Bilmem ne AVM DnR'ından aldığım son kitapların ("bir bok varmış gibi önceden aldığın ama hala kitaplıkta süzülen onlarca kitap dururken yenilerini almak neyine?" sorusunu her ne kadar kendime sık sık soruyor olsam da, pembe elbiseli, beyaz, dantelli çoraplı, saçları örgülü şımarık kız çocuğunun sırf seyretmesi güzel diye yeni aldığı her bebeği yatacak yer kalmayıncaya dek yatağına dizmesi gibi, o kitapların hepsinin raflarda değil de kanatlarım altında olduğunu bilmek içimi rahatlatıyor diyebilirim.) listesini çıkaracak olursak;

Tezer Özlü- Yaşamın Ucuna Yolculuk (itiraf etmek gerekirse bunu sırf ismi Céline'in Gecenin Sonuna Yolculuk'una benzediği için aldım, belki biraz da birinin zevkine güvendiğim için)

Oriana Fallaci- Doğmamış Çocuğa Mektup (Boşu boşuna aldığımı farkettiğimde çok geçti, almıştım. Hayır internette bol keseden atan salaklar, motosiklet temalı o müthiş mektup bu kitapta değil! Şahsen mektubun, varoluş karmaşasını çoktan aşmış, uzun, beyaz sakallı, bir dağ evinde yaşayan, sallanan koltuğunda oturup gün boyu piposunu tüttüren bir bey tarafından oğluna verilmek üzere yazıldığını, yolda da postacının yanlışlıkla mektubu düşürdüğünü düşünmekteyim. Öyle garip teorilerim var, bir ara tartışırız..)

Ryu Murakami- Şeffaf Mavi (Ve sonunda Murakami'yle kavuşuruz...)

John David California- 60 Yıl Sonra (Biliyorum, Salinger şu duruma tanık olsa gözünden sarkan tüm kurtçukları canlı canlı yedirirdi bana, ya da söve söve mezarına dönerdi ya da ayaklanmaya bile tenezzül etmezdi, farketmez. Ama dürtüyor bir şekilde o rafta öyle melül melül..)

Tüm bunlar, dolapta boşalttığım yeni gözde duran, bir hafta öncesinde Denizli'de bir sahaftan topladığım kitapların yanında çok hoş duracaklar. Ve hayır, verdiğim izlenimin aksine hepsini yerleştirdiğim sıraya göre okuyorum, aferin.

Yazacağım, inan bana, adam akıllı birşeyler çıkacak bir gün bu kafadan, mevsimsel aslında... gerçekten bak...peheyy...