Pages

29 Şubat 2008 Cuma

Ortaya Karışık

Annemin "çok küfrediyorsun sen, konuşman da bozuk zaten" diye gönderdiği, bitiminde kendisinden belirli bir ücret almak şartıyla gitmeyi kabul ettiğim diksiyon kursundaydım bugün yine. Herzamanki gibi sıkıcı ağız, dil, diş hareketleri olacağını ve sandalyemde gelişi güzel yayılıp uyuyacağımı düşünüyordum. Zaten okuldan geldikten sonra anahtarımı unuttuğum için kapıda kalmam ve annemin yarım saat sonra gelmesi yüzünden bir yarım saat daha geç kalmış olacaktım. Herneyse planladığım gibi yarım saat geç kalarak girdim salona. Dinlemeye başladım hocayı. Beyinden, hafızadan, hayal kurmaktan falan bahsediyor adam. Şaşırdım önce, sonra dinlemeye koyuldum. Konu beyin olur da örnek olarak bir Einstein vermemek ayıp olur tabii. Okul yıllarındaki başarısızlıkları, üniversitede başlayan zeka kıvılcımları ve sonunda tarihin en ünlü bilim insanlarından biri. Sormuşlar, okul hayatında bu kadar vasat bir öğrenci olup da nasıl böyle bir yere gelebildiğini. "Ben sadece hayal kurdum" demiş. İçimdeki şımarık, çok bilmiş veletin egosu dorukta tabii. "Hahahahayt biliyordum biliyordum evet evet benim de günüm gelecek" diye naralar atarak göğsünü kabartıyor. Pişmiş kelle gibi etrafa sırıtıyor.
Neyse dikkatimi iki sıra önümdeki yaşlı tonton teyzem dağıtıyor. Geçen hafta kürsüye çıkıp kendini tanıtıp konuşanlara verilmek şartıyla birsürü pasta yapmış. E bendeniz pek sever öyle hamur işini. Sırf yapılan yemekler için annesinin paçasından ayrılmamış bu vakte kadar. Nerde kadın günü, orda Turşu. Kurtlu ve açgözlüyüm ya çıktım anlattım kendimi. Bol bol "ııııı" kullanarak. İnsan kendini Fight Club ın meşhur rehab toplantılarında sanıyor oradayken. Konuşursun, alkışlarlar, yüreklendirirler, sahneye çıkmaktan ne kadar korktuğunuzu söylersiniz, destek olurlar vs. Yani bir de ağlama ve sarılma işi olsa kendime Marla Singer gibi garip bir karakter bile bulurum orda. Sonunda da elde ettim o marmelatlı tatlıyı. Ne diyordum, haa o yaşlı teyze. Dün kendini tanıtmak için çıktı. 3 siyasi olay görmüş, 33 yıl astımla mücadele etmiş, kanser olduğunu öğrendiği gün astımı geçmiş, kanseri 6 yılda atlatmış, ordan oraya tayini çıkartılmış (zorla), görmediği yer kalmamış ve zorla emekli edilmiş bir öğretmenmiş bizim pastacı teyze. 4-5 tane dil biliyormuş. Çalamadığı alet yok denecek kadar azmış. Daha neler anlattı da kafamda bu kadarı kaldı. Vay be böylesi de varmış.Onca seneye neler sığdırmış. İçimdeki velet susuyor o kadını gördüğüm zaman...

27 Şubat 2008 Çarşamba

Huzursuzluk

Yazı yazmak istemiyorum. Peki şuan niye yazıyorum? Beynime oksijenin ilk gitmeye başladığı günden beri yapmak istemediğim ama yaptığım şeylere o kadar alıştım ki artık gayet doğal geliyor. İnsan; insan olduktan sonra "ben" diye bir kavramın varlığını unutuyor. "Biz" egemenliği altına giriyor. Hatta "siz". Biz'in içinde kendisi de var. Oysa bir kişi yaşıyorsa kendisi için değil başkaları için yaşıyordur. Şöyle bir gözümü kapatıyorum ve kendim için yaptığım en son şeyi hatırlamaya çalışıyorum, olmuyor. Aynı annemin "en son ne zaman birinden özür diledin?" sorusu karşısında suratıma baktığı gibi boş bakıyorum. Diksiyon kursunda hocanın "hayatınız boyunca tam olarak kendinize ait hissettiğiniz, en mutlu üç anınızı kafanızda canlandırın." dediği zaman hocaya baktığım gibi boş... Ben de hocanın verdiği zaman diliminde en iyi yaptığım şeye, hayal kurmaya başlıyorum. Belki de kendim için yaptığım en güzel şey budur. Hayal kurmayı olağanlaştırmak. Günlük hayatın bir parçasıymış gibi. Serviste, okulda, evde, tuvalette, yemekte, uyurken... Hiçbirşey yapmak istemediğim zamanlarda aklıma gelen tek şey. Hiçbirşey yapmak istemediğimi sanırken yanılmama neden olan şey... "Hayal etmekten başka elimizde hiçbirşey yok" diyen bir arkadaşım geliyor aklıma. Sonra "Finding Neverland" filminde Johnny Depp'in boş dünyanın boş insanlarının boş sözlerini geride bırakıp, odasının kapısını aralayıp hayal dünyasına süzüldüğü sahne geliyor gözümün önüne. Çok benzetiyorum kendime. Belki boş değildir, insanın kendisi için yapacağı şeylerle doludur dünya. Ama ben kendimi o hayal dünyasına kapatıp, kapının anahtarını diş perisine sattığım için bunları farkedemiyorumdur. Ama bu durumdaki bir insan, bütün bunları farketmiş bir insan bunu tek başına aşabilir mi? İnsan başka birine ihtiyaç duymaz mı bu konuda? Ama "o biri nerde" bir dilemma ise birşeyleri farketmişsin farketmemişsin ne önemi var? Hayal dünyandaki Peter Pan'la mutlu mesut yaşamak daha net ve huzurlu değil mi?

24 Şubat 2008 Pazar

Yazık Oldu Kötü Adamlara

Hayatım boyunca filmlerdeki birçok kötü karaktere karşı açıklayamadığım duygular besledim. Şefkat gösteresim geliyor çoğuna. İnsanlar film boyunca kötü karakterin ölüp, iyilerin kazanıp dünyaya barış getirmelerini bekleyip, film sonunda da sinemadan yüzlerinde gülümsemelerle çıkarlar. Benim beynimdeyse katil, canavar, deli artık kötü adam her kimse, onunla ilgili garip teoriler dolaşır durur. Acaba nasıl bir çocukluk geçirdi? Gerçek amacı neydi? Eğer iyiyi yok etseydi ve dünyaya hakim olsaydı bizi nasıl bir yaşam beklerdi? Sonra üzülüyorum bazılarına. Belki de hepsi Erol Taş'ın suçu. Filmlerindeki kötü karakterinden etkilenen birkaç vatandaş tarafından taşlanmasaydı bu kadar ezik, masum gelmezdi gözüme kötüler. Bir Lex Luthor, Voldemort, Baptiste, İskeletor, Kira, Tyler Durden, Hannibal Lecter vs. hepsi içime işleyen, film sırasında yüzlerini gördüğümde gözlerimin dolmasına sebep olan nacizane karakterlerdir. Ki bunların arasında en çok üzüldüğüm, öldüğünde ağlamaktan helak olduğum, film boyunca "nolur istediği parfümü yapsın ve insanlar tarafından sevgi, şefkat görsün" diye çırpındığım Baptiste karakterinin çok ayrı bir yeri vardır. Kitabı okurken beynimde canlanan Baptiste'nin aynısını filmde de görünce hem Ben Whishaw'ın kendisine hem de Baptiste'nin kişiliğine bir kez daha aşık oldum. Oysa tek isteği biraz sevgi değil miydi?

17 Şubat 2008 Pazar

Hier Encore

dün yine yirmi yaşındaydım
zamanı okşuyordum hayatla oynuyordum aşk oyunu oynar gibi
ve geceleri yaşıyordum
saymadan günlerimi zamanla akıp giden
ne kadar da çok plan yaptım havada kalan
umutlarım uçup gitti
kaybolup gittim
nereye varacağımı bilmeden
gözler gökyüzünü ararken, kalbim yerde
geçmişi bilmeden, gelecekte yaşayarak
öne çıkardım her sohbette
ve söylerdim fikrimi haklı çıkmayı isteyerek
eleştirirken dünyayı patavatsızca
yirmi yaşındaydım
ama zamanımı saçmalıklarla harcadım
alnımdaki kırışıklık ve can sıkıntısından başka
bana bir şey bırakmayan zamanımı
çünkü aşklarım başlamadan bitmiş
arkadaşlarım teker teker gitmiş
hepsi benim hatam, bu yalnızlığı kendim ördüm
ve hayatımı, gençliğimi söndürdüm.
iyiyle kötüden iyiyi attım
gülümsemem soldu
gözyaşlarım dondu
şimdi neredeler?
ah neredeler?
benim yirmili yaşlarım...

Diyor Aznavour amca. Çok çekmiş, belli... Çok hayal kurmuş, çok hayal kırıklığına uğramış, çok eleştirmiş, çok eleştirilmiş...Ben yaşadım siz de yaşamayın der gibi söylüyor şarkıyı. Peki tam olarak ne anlatmak istiyor bu adam? Zamanını hangi saçmalıklarla harcamış? Neleri eleştirmiş patavatsızca? "Gençliğinizi böyle sorgu suallerle harcamayın, hayat size ne verirse onunla yetinmeyi bilin" mi demek istiyor yoksa "plan yapın ama havada asılı kalmasın, pratiğe de dökün, eleştirin ama bir sonuca ve çözüme varın, laf kalabalığı olmasın" mı??? İçinden çıkamıyorum. Mimi Wonka ya soruyorum ama ondan da tepki gelmiyor. 4 yıl sonra Charles amcayla Zeki Müren dinleyip iki tek atmayı umut ediyorum...

Çember İçindeki Düz Çizgi

Olay, nam-ı değer deri ceketli çocuğun İstanbul'da dergi için röportaj yetiştirdiği bir akşam gerçekleşti. Msnde uzun süredir görmediğim o nick i görünce hemen damladım tabii.
- Senin ne işin var msnde "lön" çık gez dolaş!
- Ya çalışıyorum, röportajları düzenliyorum ve barlar fecii gürültülü evde oturmak en iyisi. Bu arada "lön" ne demek?
- Lan len lun'un çekimlerinden biri işte takma.
- Ne kadar iğrenç aşağılık seviyesiz bişey bu böyle!Senden de bu beklenir zaten.
- Hönk! İnsan herkesi kendi gibi bilirmiş. Bilirsin bunu. Farkındalık güzel bişey.
... (insanın herkesi kendi gibi bilmesi ve farkındalık üzerine derin ama anlamsız bir tartışma sürüp gider...)
- Empati'nin tanımını yapsana.
- İnsanın kendini karşısındaki kişinin yerine koyması, onun gibi düşünüp, olaylara onun bakış açısıyla bakması.
- Peki insanın herkesi kendi gibi bilmesini açıkla bana...
-Olayları karman çorman edip, ordan girip burdan çıkıyosun. Kafamı karıştırıp, sonunda saçma bir cevap vereceğimi biliyorsun. Bilgisayar başında kıs kıs güldüğünden eminim. Lafı dolaştırmak... Yaptığın tek şey bu!
... ( Karşısındakinin tezini çürütme amaçlı anlamsız,saçma bol bol laf oturtmalı bir tartışmadan sonra...)
- Kardeşim olduğun için sana özür dilemen için 10 saniye veriyorum =D
- Özür dilemicem tabiki de kötü bişey yapmadım ben. Konuşma boyunca laf oturtmaya çalışan sensin.
- 10
- :)
- 9
- :)
- 8
- :)
- O sırıtma ifadelerinin altında gözyaşları ve pişmanlık hissediyorum.
- Öyle olsaydı üzgün smileyi koyardım, ben lafı dolaştırmam. Bunlar sadece sırıtma :)
- Çember içindeki düz çizgi çok cazip geldi birden =)
- Engelle engelle hiç çekinme. Bi süre sonra bi kardeşin olduğunu da unutursun. İkimiz de mutlu mutlu yaşar gideriz =)
- Kırıldım. 7
-Ben de :)
- 6
- 5
- 4
- 3
- 2
- 1
- Özür dilemicem, üzgünüm :)
- Ben de.
- 0...

13 Şubat 2008 Çarşamba

Tutamadığım Sözler

Yine yaptın yapacağını Turşu dedim elimdeki Marilyn Monroe'lu kahve kupasına bakarak. İç sesimle konuştum:
- Hani bırakıyodun lan kahveyi? Hani ellerin titriyodu miden kötü oluyodu hıı hıııı?
- Ama ama ama...
- Sen içkiyi bırakıcam diye söz verdiğinde de tutmamıştın sonunu taaa o zamandan biliyodum ben senin!
- Ama ama ama...
- Sus cevap verme bana! Şimdiye kadar verdiğin kaç sözü yerine getirdin ha? Milleti bırak kendi kendine verdiğin sözleri bile tutamadın! Bi de iradeliyim ben diye geçiniyosun ortalıkta!
- İradeliyim tabi. İçmek istediğim için içiyorum kardeşim, istemesem niye içiyim hıh? Hem bırakıcam demedim azaltıcam dedim ve azalttım daha ne?
...Diyerek televizyon karşısında biricik monarch ımı höpürdete höpürdete, taaa iç sesimin kulaklarında yankı yapana kadar içtim. Pişman mıyım? Hayır. Yine olsa yine yaparım. İnsanın gerçekten istediğinde yapamayacağı şey yoktur. "Bağımlısı oldum bırakamıyorum" cümlesine de inanmam ben. Herşey beyinde biter, onu kontrol etmekte... Başkalarına istemediğim sözler verip onun ağırlığı altında ezilmektense karşılarına geçer kahve höpürdetirim daha iyi. "Ben" konu olunca birilerine sözler verip sırf doğruluk timsali iradeli insan imajı çizmek yerine sorumsuzu oynamayı tercih edenlerdenim. İradeyse konu; sorumluluğu veren de benim, alan da... Birgün gerçekten istediğimde istemediğim ne kadar şey varsa hepsinden kurtulucam. Ama şimdilik iradesizliğin tadını çıkarmayı düşünüyorum. Bu saatte kalkıp bunu yazmışsam bilin "beni tanıyın, ben böyleyim aslında vs vs" amacında değilim. Kahveden olsa gerek uykum yok kitap okuyacağım zaten şimdi, sabahlarım ben iyi geceler efeem...

İçimdeki Fındık Halüsinasyonu

Sanırım herşey o gün babamla ceviz, fındık ayıklarken başladı. Halının köşesine fırladığını sandığım fakat almaya gittiğimde orda olmayan fındık kabuğu tüm düzenimi altüst etti. Beynimde o kadar çok kurcaladım ki bu durumu, sonunda yolda yürürken gördüğüm garip çocuğu başkaları da görüyor mu düşüncesini bile soktum kafama; ki o konuda hala ısrarlıyım efeem öyle bir çocuk bu dünyadan olamaz. Sonra aklıma çocukken edindiğim pek sevgili saygılı hayali arkadaş camiası geldi. Belki de bu onların bana oynadığı pis bir oyun. Eskisi gibi yol ortasında, evde, okulda onlarla şakalaşıp oynamadığım için intikam alıyorlar.
En son okul bahçesindeki çimenliklerde otururken gördüğüm hamamböceğinin gerçek olup olmadığını düşünürken, yanımdaki kızın büyük bir tiksintiyle yerinden kalktığını farkedip rahatlıyorum. Hamamböceğine de acımaktan başka birşey yapamıyorum. Yere doğru eğilip fısıldayarak gerçek olduğu için kendisine teşekkür edip oradan ayrılıyorum. Şizofrenik karı, şizofrenik karı diye başımın etini yiyen herkese saygılar...

10 Şubat 2008 Pazar

Kötüyüm ben kötüyüm kötüyüm...

Dün bir arkadaşım beni ikiyüzlü olmakla suçladı. Söylediğim tek şey kendisinin fazla iyimser olduğuydu! Ne yani birden fazla kişiliğim olduğu için kendimden nefret mi etmem gerekiyor? Hayır aksine Gackt gibi hepsini bağrıma basıp, birbirleriyle karıştırıp ortaya başka başka kişilikler çıkarmak hoşuma gidiyor. Başka bir yazıda da o kişiliklerimin birkaçından bahsederim zaten. Evet evet başkalarına göre sahtekarlık, ikiyüzlülük vs. olarak tanımlansa da seviyorum böyle davranmayı... Hem ben bu huyumu kabullendiğim için ikiyüzlülük yapmış oluyorum. Birçok insan ikiyüzlüdür ama bunu dışa vurmaz, öyle değilmiş gibi davranır. Böylece doğru olan o, yanlış olan ben olurum. Varsın olsun beynimde yeterince doğru var bir tutam da yanlış olsun ne farkeder? Hem zaten pek saygıdeğer "deri ceketli çocuğun" dediği gibi; doğrular insanlara göre değişir, sadece bir gerçek vardır...

9 Şubat 2008 Cumartesi

Solucan ve Cennet

Geçenlerde izlediğim bir filmin etkisinden olsa gerek son zamanlarda çok düşünür oldum. Eğer Tanrıyla konuşabilsem, onunla şöyle saatlerce yada günlerce sohbet edebilsem neler söylerdim ona? Ya da onun bana ne anlatmasını isterdim... Acaba filmdeki gibi tüm konuşmayı bir yere not alıp kitap mı çıkarırdım? Kim bilir belki ünlü olur yaşamımı o senaryoya göre oynardım. Belki de insanlar tarafından deli damgası yiyip, oturup evde elimde kahvemle "Tanrıyla keyifli muhabbetler" kuşağına devam ederdim. Az önce ilham gelsin diye annemin izlediği bir filme baktım 15 dakika. Malzememi de buldum haa ! Konu tanıdık; Nazi kampları, esirler, savaş vs. İki adamın konuşmasına dek geldim:
- Sence ben ölünce ruhum nereye gidecek? Cennete mi yoksa solucanlara mı?
- Solucanlara...

Herhalde Tanrıyla konuşsam sorucağım ilk soru bu olurdu. Peki o bana ne anlatırdı? Herkesle konuşurmuş. Öyle diyor geçenlerde izlediğim film. Herkesle, kendi sesleriyle... Önemli olan kimin dinlediğiymiş. Filmdeki her replik öyle özenle seçilmiş ki, sanki bu konuyla ilgili beynimde oluşan her türlü düşünceyi kelime kelime geri vermiş bana. Toplum; Tanrıyı gözünde öyle korkunçlaştırmış, ondan öyle ürkmüş ki artık her davranışında, her sözünde bir günah korkusu, cehennem korkusu... Konuşan öğrencisinin eline cetvel vurmayı bekleyen bir öğretmen gibi hayal etmiş. Gerçek sevgiden bahsediyorsunuz ama bunun ne olduğuna dair en ufak bir fikriniz yok. Sadece korkuyorsunuz. Cehennem cehennem dediğiniz, gitmediğiniz halde hakkında atıp tuttuğunuz o yerden korkuyorsunuz. Hurileri Nurileri görememekten belki de... Yaptığınız iyilikler bile günaha girme korkusu üzerine inşa edilmiş. Bencillikten başka nedir bu? İyilik yapmak için değil, sevap kazanmak için yapıyorsunuz bunların hepsini. Tanrı demiş filmde "İyi biri olmak için tehdit edilmen mi gerekiyor?" Evet toplum toplum dediğimiz insanların kafalarında yarattıkları Tanrı bu olduğu için, iyi birer insan olmaları için bu gerekiyor. Benim Tanrımsa sizinkilerden biraz farklı. Onunla ilgili düşündüğüm herşeyi anlatamam belki ama beni benden iyi tanıdığını biliyorum. Neler yaptığımı, neler yapabileceğimi, neler yapmak istediğimi... O yüzden iyi bir insanım ve iyi bir insan olmak için günahlardan korkmama gerek duymuyorum, çünkü öyle birşey yok...

6 Şubat 2008 Çarşamba

Deri Ceketli Genç ve Turşu

İnsanın yolda yürürken izlendiğini hissetmesi...Kim olsa arkasına bakar. Orada biri olsa da olmasa da... İzlendiğini hissettiği için gerçekten de izleniyor olması mı gerekiyor? Odamdan içeri giren uzun saçlı, siyah deri ceketli oğlanın bana baktığını hissettiğim için ben de ona bakma ihtiyacı içine giriyorum. Gülümsüyor...
- Noldu niye bakıyon lön?
- Sen niye bakıyosun?
- İlk sen baktığın için olmasın??
- Bana bakmadan benim sana baktığımı nasıl bilebilirsin?
- Hissettim. Bir insanın yolda yürürken izlendiğini hissetmesi gibi birşey heralde.
- Peki o insan her izlendiğini hissettiğinde kesinlikle izleniyor mu olması gerekir?
- Hayır ama izlene de bilir. Bu olasılığı göz önünde bulundurduğu için de arkasına bakar.
- Peki ya izlenmiyorsa?
- Peki ya izleniyorsa? İzlenmiyorsa hislerinin bir güvenilirliği, bir anlamı yok demektir.

Söylediğim cümlenin altında eziliğimi hissediyorum ve susuyorum. Bir sonuca varmayan tartışmamız bitince iki kardeş Anathema'ya kulak veriyor ve bir siteden anime seçiyoruz...