Pages

23 Şubat 2009 Pazartesi

3 Gün Paris mi ? Ömür Boyu BMW mi?

4 yıldır zift kahve enjekte ettiğim vücudumla ilgili gerçekleri yavaş yavaş kavrıyorum sanırım. Gerçeği tüm açık seçikliğiyle gördüm bugün. Ben bir kafein bağımlısıyım. Evet bu cümleyi Fight Club edasıyla söylüyorum, gözünde öyle canlandır. He "taze haberler ver bize, bilmediğimiz birşey söyle" diyebilirsin. Belki hepimiz biliyorduk bunu. Ama bugün farkettim işin ciddiyetini. Babamı peşime takıp alışveriş merkezine gittim 1-2 saat önce. Abur cubur ve kahve amacıyla daldık içeri. Yiyecekler, meyve suları derken kahve reyonuna doğru yürüdük. Jacobs, Nescafe ürünlerini görünce salyam aktı. Salyam aktı. Gerçekten aktı. Mübalağa yapmıyorum, onu yapmadığım gibi abartmıyorum da. Mendil görevi gören kazağımın koluyla silip 200 gr Jacobs Monarch, sırf keyifliğine 200 gr Jacobs Cronat Gold ve sonsuz saygımdan dolayı 100 gr da Nescafe Alta Rica attım arabaya. Hepsini özenle yerleştirdim raflara. Jacobs lardan hediyelendirilmiş bardakları da kaynar suya yatırdım. Alta Rica 'yı özel günlere saklama hevesine girip, hemen bu açlığı bastırmak için Monarch açtım, kokladım bol bol. "Uyeeehhs, kukusunda davet var ayol" dedim üstüne de gözlerimi kapatıp. Ayol demem normalde, ama dedim, açım çünkü. Klaus Jacobs 'u da saygıyla andım. Şimdi 2. fincanımı içiyorum. Ellerimizin terlemesine, titremesine, soğumasına, kansızlaşmamıza, kahve kahve kokmamıza içelim blogger, sabahlar olmuyor kahve içince, güzel birşey bu. Kıymetlimisss edasıyla sevdim fincanımı. Bir de elimde 30-40 tane film birikti, çok sinir oldum. Okul zamanı yapılmaz böyle şeyler bir insana, yapılmamalıdır. Bilmiş biri, 30 küsür tane bilmiş film getirdi bana. Oturdum inceliyorum. Ama içimde Benjamin Button 'a karşı duyulan anaç hisler "hadi turşu, bugün de good night benjamin yapalım, kıymetlimisss, efendimisss" diyor. Bir insanın aklını böyle çelen hislerden anaç olmalarını beklemek ne derece doğrudur? Anaçlık hislerimi Donnie Darko 'nun şirinler teorilerinden sonra operasyonla aldırmayı düşündüm. Cücükken sanırdık ki uslu çocuk olunca şirinleri göreceğiz. O işler öyle yürümüyormuş. "Mavi mavi şirinlerimiz olsun bizim de büyüyünce" dememek gerekiyormuş. Zira, şirine ortalık malıymış zaten. Sadece gözlüklü şirin değil, şirin baba da sapkın ruhluymuş. Ama sonra yalanmış bunlar, onlar aseksüelmiş. Belliydi böyle olacağı, uslu geçirdiğim yıllara yanıyorum şimdi (hangi yıllar işte, bu soru biraz sorun yaratabilir).

Kenarlarında koala resimleri olan çoraplar aldım bugün bir de. Çok komikler, seviyorum koalaları. Aklıma Nines geldi an itibariyle. Güzel filmdi, beğenmiştim ben. Sayılarla gruplarsak Tanrı=10, Koala=8, İnsan=7, Maymun=6... diye giden bir zincir var. Film 9 numaradaki beyefendinin kurduğu evrenleri anlatıyor. Güzeldi, güzel. Ryan Reynolds da güzeldi. Bir de koalaların 8 olmasının nedeni telepati yeteneklerinin olmasıydı.

Dersler yüzünden film izleyemediğim gibi kitap da okuyamıyorum. Ne kıl bir durum.. Marquis amcanın liberten görüşleriyle bizi yoldan çıkarması an meselesi halbuki. "Büyük fikirler yüzünden ahlakı bozulacak kişiye yazıklar olsun! Felsefi düşünceler içinden yalnızca kötü olanları çekip almayı bilen, ahlakı her şeyle bozulan bu kişilere yazıklar olsun! Bunların ahlakının Seneca ya da Charron okuyarak da bozulmadığını kim ileri sürebilir? Ben asla onlara hitap etmiyorum!" diyerek de kendisini ifade etmiştir Marquis De Sade. Yazıklar olsun bence de, bu şarkı da tüm liberten ruhlu fanilere gelsin, hayattan soğuyun. Seneca 'nın damar açma, baldıran zehiri içme, buharlı odada geberme girişimlerinden ve kanlı, vahşetli oyunlarından dolayı ahlakı bozulacak insanları hesaba katmayaraktan okunmalı Yatak Odasında Felsefe..

Bir de BMW 'den banane? Yani yarım günlük Paris bile olur. Tercih ederim arabaya. An itibariyle kıçımın üstüne oturmuş bir vaziyette, Palahniuk cümleleriyle kınıyorum reklamı. Ama "Bir Korku Duyuyor musun?" temalı krispi reklamı için oturup Top 5 listesi bile yaparım. Korkmadığım şey yok ki. Al bak;

5- Semra Apla (bağlantıya gel, korkunun kaynağını anla. bayatlamış biri değil bu kadın, her daim ultra kaplan gücünde => aradaki 7 farkı bul )
4- Telefonlar (fırsatını buldukça kuytu köşelere saklarım, benden uzak dursun bu edevat, lütfen)
3- Case Closed (Dedektif Conan) 'ın bilmem kaçıncı bölümündeki baltalı katil. Ulan çizgi dizi hobaley diye izlerdim. Cesetleri parçalara ayırıp karnına dolduran, sargılarla kaplı, baltalı katillerin ne işi vardı orada? Kötü etkiledin çocukluğumu. A Clockwork Orange style çocukluk geçirmişim yeni farkediyorum lan.)
2- Marty Feldman (Üzgünüm sanatçı kişiliğine saygı duymak başka, gecenin bir yarısı karşıma Igor kılığında dikilip sırıtması karşısında vereceğim tepki başka!)
1- Linda Blair (Görsellik koyamıyorum çünkü görsellere girip the exorcist versiyonuna bakamıyorum bu kadının. Hala! Yok yani bir bakayım dedim, ucundan gördüm fotoğrafı, çocukluk anılarım canlandı, anında kapattım. Hiçbirşey senin kadar derinden etkilemedi beni Blair teyze, nasıl nefret ediyorum senden bir bilsen...)

Çukurnot: 16. İzmir Avrupa Caz Festivali 'ne Dee Dee Bridgewater geliyor lan! Nasıl üzülüyorum bir bilsen... 2 Mart Pazartesi 'ye koymuşlar Denise teyzeyi. Haftasonu olsa kaçardım, gelirdim, izlerdim. Dear Ella albümünden güzel güzel şarkılar söylerdi. Mayhoş mayhoş dinlerdik, hoş olurdu...

21 Şubat 2009 Cumartesi

Roger Waters İnadına, Syd Barrett Hatrına...



"Our weary eyes still stray to the horizon
Though down this road we've been so many time..."

Demişsin ya amcacım, ne güzel demişsin be.

18 Şubat 2009 Çarşamba

Cadı Çemkiriği


Buna döndüm ben. Aynı bakışlar, aynı duruş, bak bak tıpkı ben... Okul yüzünden hepsi. Niye böylesin okul, (ve Hamlet yakarışlarıyla=>) niye?! Senin yüzünden bloguma uğrayamaz oldum (normalde çok sadık bir blogger'ım halbuki). Gün içinde kitap okuyamaz duruma geldim, acısını gecelerden, uykumdan çıkarıyorum. Artık cnbc e dizilerinin gece tekrarlarına da kalamıyorum. Gün içinde ekiyorum seni, biliyorum çok kıl oluyorsun bu duruma ama "What goes around... comes around" demiş Justin abi, yaz bir kenara. Uykumdan ettin beni (Kitap falan değil, sensin sorumlusu tüm bunların, evet herşey senin yüzünden, evet). Çok yavşaksın da aynı zamanda, sülük gibi yapışıyorsun insana. Turşu'nun annesi der ki; git yavşak! sevmem ben yavşakları, gel popoma sarıl, pis!" Al bu özlü sözü, kulağına küpe olsun. Hep sen mi öğreteceksin fizik, kimya, biyoloji. Kapı gibi hayat bilgisi bu cümle! Birbirimizi daha fazla incitmeden yollarımızı ayırmalıyız aslında. Ama gitmezsem bitmezsin, bunu da biliyorum. O derece de dolambaçlı, labirentli, bağırsak kurdu gibi anlaşılmaz garip birşeysin işte... Neyse yarın sabah görüşürüz beybi, ondan sonraki sabah da...

13 Şubat 2009 Cuma

O-B-S-E-S-S-I-O-N


Elimde orta şekerli türk kahvemle oturdum yine, film izlemeye gitmeden önce birşeyler zırvalayacağımdır (Sen hep buradasın nasıl olsa). Bu ayın (daha doğrusu her ayın) 14'ünün hayatımdaki başlıca önemi ayın 15'inden bir gün öncesi olması (13'ünün önemi ise 2 gün öncesi olması falan diye gidiyor o). Gerçi, tabii aşkitolar mutlu olsun, başlıca temennimiz de bu! İleride peygamber falan olursam o özel günü her ayın 14ü yaparım, mıçarsınız. Samimi biriyim ben, her ay kutlayın aşkito gününü diye söylüyorum. Kutsal kitap da yaparız, adı da Holy Pickle olur, resimli mesimli böyle.. Manifestolarımız da olur bukleli bukleli, sıkıldıkça maddeleri değiştiririz. Dr. House ve Sheldon Cooper 'ı da katarız işin içine, dünyayı ele geçiririz!

Neyse, ayın 15i elime paracıklar geçecek, ona seviniyorum ve hayır artık harçlığımın yüzde yetmişini içkiye yatırdığım söylentileri yalan. Kitap alıyorum ben. Bir yer keşfettim (bak bu küçücük şehirde mekan da keşfedebiliyorum ben), annem gibi bir teyze duruyor başında. Babil Sahaflığının ikinci yeriymiş. İlk gittiğimde Babafingo ve Caz Dönemi bakıyordum. Annesi ve kızıyla beraber bir evde yaşayan tombiş teyzem yeşil çay yaptı (Sallama çayı çıkardı paketinden, ketılda su ısıttı, bardağa döktü, karıştırdı, koydu önüme. Yaptı deyince mekanda koca karı style garip garip otlar bulundurduğu düşünülmesin). Küçük bir masa var, oturdum, kitap inceledim. Fonda da Billie Holiday koymuşlar. Biraz daha kalsaydım, orada sabahlamamın bir sakıncası olup olmadığını soracaktım. Her zaman bekleriz dedi teyze, gel buraya otur saatlerce kitap oku dedi. Dağlar kızı Heidi gibi mutlu oldum vesselam, ama köpekleri sevmem... Gerçi uzun bir süre oraya gitmem gibi geliyor. Yatağımın altı okunmamış kitaplarla doldu (Evet bu bir göndermedir Mimi Wonka). Bir süre uyuyabilmek için kitap okumayı mı bıraksam diye düşündüm. En rahatlatıcısı gece yatağın içine gömülüp el feneriyle kitap okumak çünkü. Türk kahvesi sayesinde sabah altıya kadar da uyuyamadığım için 45 dakika daha ayık durmak en doğrusu geliyor. 6:45de sevgili telefonum Pantera- Broken şeklinde çalıp beni uyandıracağını sandığı için -ki uyuduğum zamanlarda gerçekten de uyandırdığı görülmüştür- gözlerimi kapatıp bekliyorum çalmasını. Neyse, uyku candır herşeye rağmen, tenefüslerde de uyunur... Şu sıralar The Other Boleyn Girl izledikten sonra "Natalie Portman 'lar ölmesin bühü" diye üzülüp Garden State izliyorum. 8. Henry 'nin 7/24 kalkık pipisi yüzünden gitti güzelim hatun (Tamam o yüzden ölmedi ama payı vardı). Kılıçla kellesi kesilen Scarlett Johansson olsaydı bu kadar üzülmezdim. O sarışın çünkü...

Nouvelle Vague da yeniden kulağımı aşındırmakta. Havalar çok kötü burda. Fırtına falan var. Rüzgar, tecavüze uğrayan hatun edasıyla bağırıyor, duymamazlıktan geliyoruz. Aslında Anthony & The Johnsons dinlemeliyiz bu havada. Ne alaka Nouvelle Vague falan? Bande A Part çok güzel albüm çünkü. Dışarda hortum çıksa umrunda olmaz. Eiffel 'ın dibinde oturup dinlenilesi, eşliğinde dans edilesi gruptur (pratiğe dökeriz birgün, yaparız yaparız...). Nouvelle 'nin yanında The Orion Experience çok çok iyi gidiyor. Hayır, şöyle güzel, güneşli bir gün olsun; kulağımda bu şarkılarla sokakta millete serenat yapacağımdır o kötü sesimle, yanıma da "Ville Valo kadın olsa bu kız kadar güzel olamaz" yorumuyla andığımız Miss Little Sunshine 'ı alıp... Yoluma Boncuk Gözlü Dilber çıksın, ona da söylerim. Şarkıların verdiği sarhoşluk bu işte... Neyse gidiyorum ben, geleceğim tekrar ama dersler başladı giremiyorum nete öyle sık sık. Her ay ortalama kaç tane yazı yazabileceğimi falan hesaplıyorum okulda, çok içime işlemişsin, bırakamıyorum seni blog!

Nouvelle Vague- Ever Fallen In Love
The Orion Experience- Obsessed With You
Sixto Rodriquez- Sugar Man

6 Şubat 2009 Cuma

Recently

Sonunda evdeyim blogger. Antalya yolları, orda burda sabahlamaca derken odamın kokusu burnumda tüttü (Hafif tinerli, bol tütsülü, biraz da Alta Rica kokuyor). Annemin gıdığını da özlemişim, bağırıyor ya böyle "deffoool git başımdan" diye, komik oluyor, insanın yanaklarından yüzlerce makas alası geliyor. Dün erken saatlerde İzmirli kuzen ve üniversitede okutman, pek sevimli ingilizce öğretmeni Miss Little Sunshine hanımla (kuzenimin ailesinin aile dostlarının kızı olur kendisi, o derece de yakınız heh) buluştum. Amaç; makarna, sıcak şarap ve Ratatouille... Hiçbirimizin evi geniş geniş yayılıp muhabbet edecek durumda olmadığı için Miss S. 'nin bir öğrencisinin boş durumdaki evine gittik. Öğrenci bayan zaten evi sadece manitasıyla hoş saatler geçirmek için kiraladığı için, giderken anahtarı Sunshine hanıma bırakmış. Biz de malzemeleri kapıp daldık eve. Evin amacına uygun kullanılmış olduğu her halinden belliydi zaten. Prezervatif kutularını, boş şarap şişelerini görmezden geldik. Bir yandan geyik muhabbeti ve seviyesiz espriler yapıp, bir yandan da şarabın tarçın, karanfil ve portakal üçlüsüyle birleşip çıkardığı koku eşliğinde makarna yedik bol bol. Saat geç olduğu için evlere dağılma fikrinden cayıp Miss Sunshine 'ın evine geçtik. Yatağın üstünde küçük kar tanesi şeklinde boklarını bırakmış, pek sevgili tavşan Şampi'i sevdim bol bol. Saçımı yiyip, avucumu yalamayı pek sevdi kendileri de. Küçükken benim de tavşanlarım oldu. Anasınıfındayken tavşanım yavruladı. 6-7 tane yavru tavşanı ve anne tavşanı köpek yedi. Sonrasında aldığım tavşan annemin ihmali sonucu evden kaçtı. En sonuncusu da hastalıklı çıktı, aldığım günün gecesi öldü. İyi anlaşırım ben tavşanlarla... Herneyse sabah 4'e kadar laklak sonrasında, öğleden sonra 1 gibi uyandık. Tavşana elveda deyip çıktık. Eve geldiğimde babamı hapşurup, portakal yerken buldum. Hasta etmiş kendini görmeyeli. İçim acıdı, öpesim geldi de yaklaştırmadı yanına, bulaşmasın diye. Dedemi dün akşamdan beri o sağlık ocağından bu hastaneye taşıyıp durmuşlar. Namaz kılarken bayılmış. Kan testleri, o tahlil bu tahlil diye koşuşturmuşlar. Doktorun teki, muayene etmeden adama şak diye "Sen kansersin amcacım" demiş. Niye demiş, ne alaka belli değil. Babam kızmış doktora, yaşlı adama hemen söylenir mi öyle şey, daha kontrol etmeden diye. Sonra gittikleri başka hastanedeki doktorlar yok öyle birşey, kontrol etmeden, test uygulamadan belli olmaz diye yatıştırmışlar dedemi. Çok sinirlendim. Adam zaten ilaçlarını bir öğün aksatsa fenalaşıyor, oturup bir de ben kanserim diye çökertmiş kendini. Sinirden çatladım resmen...

Neyse geçmek istiyorum o konuyu. Şu konuya gel; akşam yemeğinde kaynayan çorbayı elime döktüm. Kızardı, dokununca yanıyor, parmağım da şişti zaten. Az önce de kitaplıktan fotoğraf albümlerini çıkarırken ansiklopedinin tekine gözüm ilişti. Sayfaları çevirirken yanan elimi kesti yaprakları, tam oldu. Mutfaktan kahve almak için merdivenlerden inerken de kaydım, annemin tablosuna tutunmasam yuvarlanacaktım. Ayağımdaki terliğe de, ansiklopediye de, mercimek çorbasına da sövdüm bir güzel. Fotoğraf albümlerini topladım çevreme. Bir yandan kahve yudumluyorum, bir yandan yazıyorum, bir yandan da babamla annemin gençlik fotoğraflarına bakıyorum. Annemin upuzun saçları var, çok kıskandım. Ama o zamanlar gıdığı yokmuş, şimdi daha bir sevilesi. Bir de anne gibi kokuyor ya... Sonra babamın o beyaz örgü kazakları, bizimkilerin kocaman gözlükleri, benim çiçekli elbiselerim, abimin renkli şortları, fotoğrafların arkasına bırakılmış küçük küçük notlar. O notlar gelenek misali, kitapların başında da bulunur hep, ne zaman alındığı, imzalar vs. Bir fotoğraf var ki, içinde ben olmasam bile en sevdiğim fotoğraftır o. Abim daha 1 yaşını bile doldurmamış. Rize'deki evimiz. Babam pijamalı, gözünde kocaman gözlükleri, göğsünde abim uyuyor. Babam da uykuya dalmış koltukta. Yanında çocuk gelişim ansiklopedisi. Gözlerim doldu, ağladım azcık (bakma öyle, şaşırma, konu çocukluk, aile olunca duygulanıyorum ben). Abimi de özledim. Gelince gitsin diye gözünün içine bakıyorum. Otogarda otobüse bindirdiğimiz anda da pişman oluyorum keşke kızmasaydım, azıcık daha kalsaydı diye diye... Annemin hamileyken çektirdiği fotoğraflar var şimdi önümde. Kocaman gözlüğü yine, bol bol gülümsüyor makineye. Makine deyince, tamir ettirmeliyim onu. Kahverengi deri kabının içinde durmamalı, güzel bir fotoğraf makinesi o. Az önce de kanepenin altında annemin Joan Baez kasetlerini buldum. Bu gece nostalji playlisti hazırlar, Patsy Cline 'dan girer Aznavour 'dan çıkarım. Zaten bu elle oturup ders de çalışamam (olmaz yani, acır, yanar, yds için değmez). 1 saattir eğlencesine çişini tutan Smoky Bonnie 'yle oturur laklak yapar, çocukluk anılarımızdan bahsederiz. Sen de kendine iyi davran, anneni babanı sev, çocukluğunda giydiğin renkli şortlara bakıp piç piç gül, sonra koy kendine bir fincan kahve, daldır elini fincana, senin elin de yansın, kendimi yalnız hissetmeyeyim...



Bak bu bizim en sevdiğimiz Summertime yorumudur, pek güzeldir, akşam akşam iyi gider...

1 Şubat 2009 Pazar

Ortaya Karışık- Chapter: 5 (Saymadım 5 mi oldu?)

Güya haftasonunu evde yatarak geçirecektim dimi? (Evet evet di!) Cumartesi sabahı kuzenin telefonuyla kendime geldim. Yarım saat sonra Antalya yolundaydım. Elimde Kinyas ve Kayra (okumuyorum tabi), çevremde dağlar, ağaçlar, kuşlar, böcekler vs, kulağımda born to be wild diyordu pek sevgili Steppenwolf. Deniz havasını özlemişim onu farkettim. Sahilde kitap okuyup, bira yudumlamak da güzelmiş. Telefonumun şarjı bitecek birazdan, kimse de ulaşamayacak, o da çok güzel bir duygu. Saçlarım da yağlı oh yes diyorum, hava da hoş.. Yok ama sevgi kebelekleriyle işim yok, şubat ayında ne kebeleği? 2 Şubat 'ta evde olurum. Ertesi gün de filmler, babayla içki sohbeti, yarenlerle sabahlamaca, güzel bir doğumgünü olur (Evet blogger doğumgünüm var benim, ben de doğdum, her yıl daha bir hilkat garibesi mod oluyorum onu kutluyoruz. Kutlamıyoruz da aslında. Adıma parti yapmak isteyen tüm arkadaşlarımı kovuyorum, 2-3 gün öncesinden tüm irtibatımızı kesiyorum. Ben doğdum arkadaşım, sana ne oluyor?). Home Sweet Home dinleriz, süpsüper olur yalnız. Ama bak doğumgünümde Nikki olsa tekila krizine sokardım onu, en güzel doğumgünü olurdu lan! Bakma bana öyle Nikki bu, güzel bir insan o, tekrar pembiş saçlı, L.A.M. kılıklı olsun, yanaklarından sevelim (O kadar da masum bir tipim, yanaklarından severim ben insanı!). Neyse boşverelim böyle muhabbetleri, aklımdan geçen yüzbin milyon baloncuğu hafiften hafiften karalama hevesim var...

Bir yazımda hepimiz kıçımızı koyduğumuz yere bağlıyız demiştim, ben mi demiştim onu da hatırlamıyorum ama. Öyle işte.. (Hah hah haaa arkasından felsefik açıklamalarla dolu hoş monologlar bekleyen blogger ın yıkılan hayalleri)...

Shine On You Crazy Diamond!

Iggy Pop- David Bowie- Lou Reed üçlüsü ne güzeldir değil mi? Hepimizin köpeği Iggy, her günün ayrı kahramanı Bowie, parkta Sangria içip, hayalimizdeki harika günü geçirip, eve dönen Reed..

Lastfm arşiv radyosunu açtım az önce, şimdi Drowning Pool çalıyor. Bodies çok güzel şarkıdır yahu. Sevmem ben pek Drowning Pool, ama bodies başka birşey...

Bak keşke 50lerde hobo olsaydık, 68'de hippi olabilirdik, 70lerde parıltılı glam tipleri olurduk, hoş olurdu. 80lerde uzun saçlı rock'n roll dönemini yaşayabilirdik de. 90ların Modern Talking hayranı clubber ları da yakışırdı bize. Şimdinin emocanı en kötüsü olmuş. Yakışmıyor yahu, durmuyor üstümüzde.

Yeni bir kitap aldım. Duruyor dolabımda. Luigi Malerba- Babafingo. Konusunu okuduğumda açıkçası baya güldüm. Kaptım hemen kitabı, eğlencelik, hoş birşey...

Mutfakta kolum büyüklüğünde çikolata var, lastfm'de Deep Purple- Child In Time var, tüyler diken diken oldu yine, gidiyorum ben, çikolata beklemez. Öpüyorum blogger, görüşürüz, iyi davran kendine..