Pages

28 Şubat 2013 Perşembe

Geri dönmüş olabilirim, bilemiyorum. Dur bakalım...


Ben blog olsam yazı yayımlanılmayan her ay için çok ilginç küfürler sarfederdim kendime. Blog değilim ama güven bana, kendimdeyken bile takdir edilesi şeyler söyleyebiliyorum içten içe. Gerçi sonradan kıyamayıp yanağımdan bir makas alıp güne devam ediyorum ama olsun, bu blogu hayatının merkezine koymuş binlerce okuyucunun hatrına yapıyorum bunu, azarlıyorum kendimi. Ama şunu söylememe izin vermelisin, yani, sakinleş, otur önce, bırak nefes alıp verişin düzene girsin, sana bir kadeh şarap koyabilirim. Neyse. Ağustos'tan beri şu bloga bir tek satır yazasım gelmedi dostum. Bırak onu, araç çubuğuna blogger.com yazasım bile gelmedi. Neredeyse 7 aydır, evet 7 aydır (bunu yazılı bir şekilde ifade edince ne kadar ayıp ettiğimi fark ettim, biliyorum, vur ama sonra bir makas al yanaktan, yazık) 2, bilemedin 3 kere girmişimdir siteye. Oldukça uzatılmış bir "Haaaydi bakalım" eşliğinde de kapattım sayfayı her seferinde.

Koltuğuna kurulmuş, çayını içip dizisini izleyen, tembel bir edebiyat öğrencisi olarak son zamanlarda en çok merak ettiğim konu ilerde nasıl iş güç sahibi olacağım. Daha da önemlisi ise işimin ne olacağı. Bana kalsa herhangi bir sanat dalını icra ederek yaşayıp giderim, ama bana kalmıyor. Tembel olduğumdan bahsetmiş miydim? Sanatçı olma düşünceleri de bir kaşık suda boğulduğu için son bir iki yıldır kendime meslek yakıştırmaları yapmaya çalışıyorum. Şu ana kadar bulabildiğim en çekilebilir iş yayınevlerinde editörlük, çevirmenlik vb. şeyler yapmak. Ama 21 yıllık hayatı boyunca para kazanma adına hiçbir girişimde bulunmamış deneyimsiz bir edebiyat öğrencisi olduğum göz önünde bulundurulursa ondan da pek bir şey beklememekte fayda var. Olur da Mimi Wonka kendi organizasyon şirketini falan kurarsa çay kahve getirip götürebilirim belki. Hayat 4 sene önce o kadar güzel ve kolaydı ki, düşünmem gereken en önemli şey Pink Flamingos'un bu kadar iğrenç bir film olmasına rağmen neden izlerken en çok eğlendiğim filmler arasında yer alıyor oluşuydu. Üniversiteye geldiğimde her şeyin süpsüper olacağını, kafamda kurduğum tüm verimli aktiviteleri gerçekleştirebileceğimi düşünürken ne kadar saf ve şirin bir genç olduğumun farkına vardım geçenlerde. 3 sene boyunca tembelliğin, çevremde gördüklerim yüzünden gelişen hayal kırıklığı ve bezginliğin, en sonunda "siktir git adamım" tepkisinin beni dönüştürdüğü tek şey olası bir Boris Vian kitabı karakteri oldu. Bezginlik dünyanın en korkunç ve en yıkıcı hastalığı sevgili okuyucu. En canlı ve üretken fikirleri, hisleri yiyip bitirebiliyor. Tembellik ve yorgunluk bu aşamadaki en önemli faktörlerden biri. 21 yaşındaki bir insanın böyle cümleler kurması ise çok sinir bozucu. Yani ben ben olmasam, kafamı tutup duvara gömebilirim bunları duyduktan sonra. Şımarık ve şişirilmiş geliyor ikinci kere okuyunca, yani bir süre sonra insan kendine bile samimi gelmemeye başlıyor. Bu yüzden ne yazdığın bir şeye benziyor, ne çizdiğin. Başarısız denemeler olarak çöp kutusunu boyluyorlar. O yüzden artık şikayet etmemeye karar veriyorsun, ama pek de rahat ettirmiyor bu durum, çünkü insan başkalarına söylenmeyi bırakabiliyor ama kafasının içinde dönen dolaşan şeylere hakim olamıyor. Kendi kendini yiyip yok eden çirkin bir sistem yani. Bu saatten sonra dileyebileceğin en önemli şey, birbirlerini tekrar edip kafa şişirmekten başka bir şey yapmayan sinir bozucu yeraltı tiplemelerine dönüşmemek. En azından öyle insanlara dönüşmeyeceğimi biliyorum ve bunu bilmek beni rahatlatıyor. Espri anlayışımı, gözlemlediğim herşeyle dalga geçebilme kabiliyetimi kaybetmediğim sürece sıkıntı yok. Yani bu saatten sonra kaç tane Oblomov ya da Raskolnikov çıkarabilirsiniz sevgili insanlar?

Tam böyle şeyleri düşünüp kendimi rahatlattığım anda da tüm bunların "hiçbir şeyi beğenmemezcilikten" geldiğini farketmem daha büyük bir sıkıntı. Bu noktada da çok bilmişliğin bezginlikten daha tehlikeli bir hastalık olduğunu kabul etmek gerekiyor. Ve tüm bunlara kafa yorup yine aynı karmaşanın içinde debelenmektense Afrika'daki çocukları düşünüp sahip olduklarımızın kıymetini.... Yani hayır tamam, durduk yere Afrika'daki çocukları düşünmüyorum ben, kendimizi kandırmayalım. 21. yüzyıl modern insanının kendi bireyciliği içinde kaybolmuşluğu ve daha neler neler... Hadi ama, her iki taraftan düşünmek de o kadar absürd ki, sen de bana hak vermeye başlıyorsun, evet. Üçüncü bir taraf oluşturup, koltuğa gömülüp çay içip kitap okumak, dizi izleyip beyin dinlendirmek, Truffaut'un Godard'dan daha bireysel filmler yaptığını, haliyle bir süre sonra Godard politikliğinden ziyade Truffaut filmlerinin bir anlamda daha güzel geldiğini kabul edip film izlemekle geçen bir gençlik döneminin daha samimi olduğuna kanaat getirmek. En azından şimdilik yaşamın doğrusu bu şekilde.