Bugün kafein mutluluğunun bünyeme yeterli olduğu, nikotine gerek olmadığı gerçeğiyle yüz yüze geldim. Dumansız hava sahası bilmem nesi yüzünden değil. Kafelerin açık alanlarında gayet de içilebiliyor. Çay bahçeleri, parklar vs... Sadece dank etti bir an birşey. Kansere davetiye çıkarma korkusu falan da değil o dank eden. Otobüste gelirken düşündüm. Öncesinde birkaç arkadaş toplanmış çay kahve içip muhabbet ediyorduk, ben de paket taşıyan arkadaşın paketinden otlanıyordum bir iki. Otobüste, kulağımda Stones tıngırdıyordu i tell you love, sister, it's just a kiss away, it's just a kiss away diye diye.. Sonra birileri muhabbete sardı, Phaedrus'udur, Pier'idir (bak bu nereden geldi bilmiyorum, maşallahı var bilinçaltı Andy Warhol fabrikası gibi olunca takip etmiyorsun kim geliyor kim gidiyor -ki benliklere isim takmak çok eğlenceli bir olay vazgeçemiyorum), Alasse malasse başladık.
Phaedrus: ya o değil de, paket almaya alışık değilsin, zaten kıyamıyorsun o paraya gidip çikolata alıyorsun, yazık değil mi paketi yarılamış arkadaşlarından otlanıyorsun falan?
Alasse: ya yok, iyi gidiyor arkadaş muhabbetinde, konserde falan, elin boş kalmıyor, o yüzden..
Pier: bence uzaktan izleyip "zıkkım için lan ahaha" diye gülmek daha eğlenceli..
Phaedrus: hayır biliyorum ben seni, ipini salsak aileden ayrılınca üniversitede kıyarsın paraya devam edersin o şekilde de mesele o değil. sıkıldık lan.
Pier: bi de "sonsuza kadar yaşarım olm ben" diyordu, keko afsdafdas
İsmini vermek istemeyen bir seyirci: ya bi sittir git.
Alasse: ee tadımlık, otlanmaca, parazit olayını bırakıyoruz yani öyle mi? iyiymiş, tamam diyorum bu teklife.
Phaedrus: dumansız hava sahası style..
Alasse: olm çok gevezesiniz lan, sıçtınız gimme shelter a.
Pier: bloga özet geçersin...
31 Temmuz 2009 Cuma
30 Temmuz 2009 Perşembe
"-Hayattaki en büyük amacınız nedir?
-Ölümsüzleşmek... Sonra da ölmek."
demiş Sayın Godard, Bay Melville aracılığıyla. Son 1-2 aydır Godard 'a bir saygı yazısı yazıp yazmamak konusunda tereddüt içindeydim. Sonradan vazgeçtim. Üstad diye bellediğin bir sanatçıya olan saygını dile getirmek istiyorsan şöyle iddialı, az ve öz bir giriş cümlesi (ya da kapanış cümlesi ya da tek bir cümle) sarfetmek her zaman iyiydi çünkü. Öyle ya, üstad dediğim o insan bile üstad diye bellediği o insan için bir cümle söylemiştir, tarihe kazınmıştır.
"The cinema is Nicholas Ray."
-Jean-Luc Godard
2-3 hafta önce Travis 'in yazdığı À Bout De Souffle yazısını okuyunca uzun zamandır dinlemediğim bir grup aklıma geldi (cümlede geçen uzun zaman tamlaması yaklaşık 1-2 haftaya tekabül etmekte (evet tekabül etmek karizmatik bir eylem olmakla birlikte konunun akışı gereği ortama vintage bir hava da katıyor (hem tekabül diyerek aklını alır hem de vintage diyerek tuz biber eker, birbirinin içine açılan parantezlerle başladığın yeri unuttururum))). Nouvelle Vague, son albümleriyle en sonunda favori gruplarım arasına girmeyi başarmış pek güzel bir bossa-nova cover grubudur. Kulağımızın hep aşina olduğu o eski parçalara yaptıkları harika coverlar değil tabiki grubu gözümde bu kadar özel yapan. Vokal listesinin Camille 'den Melanie Pain 'e, Phoebe Killdeer 'a, Sophie Delila 'ya kadar uzaması ve bu vokallerin parçaları, orjinallerini daha önce hiç dinlemeden yorumlamaları sonucu ortaya daha özgün şeylerin çıkması da değil (ben bu durumu pek inandırıcı bulmam ama yine de güzel bir fikir olduğu konusunda hemfikirim). Kurucular Marc Collin ve Olivier Libaux 'ın yaptıkları işlerin buram buram Godard kokması asıl heyecan verici olay. Grubun isminin Nouvelle Vague olması ve ilk albümün de aynı adı taşıması bu kanıya varmak için yetersizdir belki. Ancak ikinci albümün adının Bande À Part olması ve Dance With Me parçasına klip olarak Bande à part 'taki pek uzun dans sahnesini seçmeleri (bardağı taşıran son damladır!) N.V. 'nin en sevdiğim gruplar arasına girmesindeki en büyük nedendir. Son albümde Depeche Mode, Talking Heads, Sex Pistols, Echo & The Bunnymen coverlarından ziyade bir Soft Cell- Say Hello, Wave Goodbye yorumu vardır ki, haftalarca winamp listemden, mp4ten, dilimden düşmemiştir. "Marc, Olivier, bir dahaki albümün ismini Vivre Sa Vie istiyorum, ayağınızı denk alın'" içerikli tehdit mailleri gönderme planlarım şimdilik rafa kaldırıldı tarafımdan. Patti Smith teyzemi de oyuncu listesinde gördüğümüz Socialisme 'yi izledikten sonra düşünürüm birşeyler.
Nouvelle Vague- Say Hello, Wave Goodbye
Ve konu değiştiriyorum...
İnsanın çocukluğundan hortlayan anıların birbir yüzüne vurulması gerçekten şok edici birşey. Çünkü çocukken nasılsanız hala öyle olduğunuzu farkediyorsunuz. "Birkaç kitap, birkaç film, biraz müzik" kadar değişmişsiniz ancak, öz yine aynı. Cücüklük dönemlerim memur anne-baba tayinleri vs yüzünden Rize'de geçti. Çalışan ebeveyn durumu klasiği olarak abim de ben de Rizeli bir çiftin elinde büyüdük sayılır. Şuan ikimiz de tam anlamıyla "eşşek kadar" insanlar olmuşsak da, şehir değişimlerine rağmen bakıcılarımızla bağlantıyı koparmadık ailecek. Son görüşmemizin üstünden 5 yıl geçtiği için 2 gün önce atladılar otobüse 23 saatlik otobüs yolculuğundan sonra geldiler yanımıza. Haliyle kahvaltıda, öğle çayında, akşam yemeklerinde konuşulan genel konu çocukluk anılarımız. Hiç hatırlamadığım, duyunca "olur da birgün zaman makinesi falan icat edersem, yapacağım ilk iş "Velet Alasse"yi alnından öpmek olacaktır" diye düşündüğüm şeyler anlattılar. Bakıcı komşuya kadar gittiğinde küçük veletlerin zorla bezlerini değiştirme girişimlerim (direnmelerine fırsat kalmadan halı batıyormuş zaten ota boka), kapıyı çalan bakıcıma "çatladın mı, bekle 5 dakka şu dizi bitsin öyle açayım" çığırmalarım, evdeki 3-5 çocuğun kepazeliklerine dayanamayan bakıcımın bayılması üzerine başına toplanan veletlere "numara yapıyo o, inanmayın, aynısını geçen hafta da yaptı ki" uyarılarım... Şu zaman makinesini bir an önce icat etmek lazım diyorum ben, kahramanımsın Cücük Turşu!
-Ölümsüzleşmek... Sonra da ölmek."
demiş Sayın Godard, Bay Melville aracılığıyla. Son 1-2 aydır Godard 'a bir saygı yazısı yazıp yazmamak konusunda tereddüt içindeydim. Sonradan vazgeçtim. Üstad diye bellediğin bir sanatçıya olan saygını dile getirmek istiyorsan şöyle iddialı, az ve öz bir giriş cümlesi (ya da kapanış cümlesi ya da tek bir cümle) sarfetmek her zaman iyiydi çünkü. Öyle ya, üstad dediğim o insan bile üstad diye bellediği o insan için bir cümle söylemiştir, tarihe kazınmıştır.
"The cinema is Nicholas Ray."
-Jean-Luc Godard
2-3 hafta önce Travis 'in yazdığı À Bout De Souffle yazısını okuyunca uzun zamandır dinlemediğim bir grup aklıma geldi (cümlede geçen uzun zaman tamlaması yaklaşık 1-2 haftaya tekabül etmekte (evet tekabül etmek karizmatik bir eylem olmakla birlikte konunun akışı gereği ortama vintage bir hava da katıyor (hem tekabül diyerek aklını alır hem de vintage diyerek tuz biber eker, birbirinin içine açılan parantezlerle başladığın yeri unuttururum))). Nouvelle Vague, son albümleriyle en sonunda favori gruplarım arasına girmeyi başarmış pek güzel bir bossa-nova cover grubudur. Kulağımızın hep aşina olduğu o eski parçalara yaptıkları harika coverlar değil tabiki grubu gözümde bu kadar özel yapan. Vokal listesinin Camille 'den Melanie Pain 'e, Phoebe Killdeer 'a, Sophie Delila 'ya kadar uzaması ve bu vokallerin parçaları, orjinallerini daha önce hiç dinlemeden yorumlamaları sonucu ortaya daha özgün şeylerin çıkması da değil (ben bu durumu pek inandırıcı bulmam ama yine de güzel bir fikir olduğu konusunda hemfikirim). Kurucular Marc Collin ve Olivier Libaux 'ın yaptıkları işlerin buram buram Godard kokması asıl heyecan verici olay. Grubun isminin Nouvelle Vague olması ve ilk albümün de aynı adı taşıması bu kanıya varmak için yetersizdir belki. Ancak ikinci albümün adının Bande À Part olması ve Dance With Me parçasına klip olarak Bande à part 'taki pek uzun dans sahnesini seçmeleri (bardağı taşıran son damladır!) N.V. 'nin en sevdiğim gruplar arasına girmesindeki en büyük nedendir. Son albümde Depeche Mode, Talking Heads, Sex Pistols, Echo & The Bunnymen coverlarından ziyade bir Soft Cell- Say Hello, Wave Goodbye yorumu vardır ki, haftalarca winamp listemden, mp4ten, dilimden düşmemiştir. "Marc, Olivier, bir dahaki albümün ismini Vivre Sa Vie istiyorum, ayağınızı denk alın'" içerikli tehdit mailleri gönderme planlarım şimdilik rafa kaldırıldı tarafımdan. Patti Smith teyzemi de oyuncu listesinde gördüğümüz Socialisme 'yi izledikten sonra düşünürüm birşeyler.
Nouvelle Vague- Say Hello, Wave Goodbye
Ve konu değiştiriyorum...
İnsanın çocukluğundan hortlayan anıların birbir yüzüne vurulması gerçekten şok edici birşey. Çünkü çocukken nasılsanız hala öyle olduğunuzu farkediyorsunuz. "Birkaç kitap, birkaç film, biraz müzik" kadar değişmişsiniz ancak, öz yine aynı. Cücüklük dönemlerim memur anne-baba tayinleri vs yüzünden Rize'de geçti. Çalışan ebeveyn durumu klasiği olarak abim de ben de Rizeli bir çiftin elinde büyüdük sayılır. Şuan ikimiz de tam anlamıyla "eşşek kadar" insanlar olmuşsak da, şehir değişimlerine rağmen bakıcılarımızla bağlantıyı koparmadık ailecek. Son görüşmemizin üstünden 5 yıl geçtiği için 2 gün önce atladılar otobüse 23 saatlik otobüs yolculuğundan sonra geldiler yanımıza. Haliyle kahvaltıda, öğle çayında, akşam yemeklerinde konuşulan genel konu çocukluk anılarımız. Hiç hatırlamadığım, duyunca "olur da birgün zaman makinesi falan icat edersem, yapacağım ilk iş "Velet Alasse"yi alnından öpmek olacaktır" diye düşündüğüm şeyler anlattılar. Bakıcı komşuya kadar gittiğinde küçük veletlerin zorla bezlerini değiştirme girişimlerim (direnmelerine fırsat kalmadan halı batıyormuş zaten ota boka), kapıyı çalan bakıcıma "çatladın mı, bekle 5 dakka şu dizi bitsin öyle açayım" çığırmalarım, evdeki 3-5 çocuğun kepazeliklerine dayanamayan bakıcımın bayılması üzerine başına toplanan veletlere "numara yapıyo o, inanmayın, aynısını geçen hafta da yaptı ki" uyarılarım... Şu zaman makinesini bir an önce icat etmek lazım diyorum ben, kahramanımsın Cücük Turşu!
Etiketler:
sinema,
Sing in Your Ear,
time machine
21 Temmuz 2009 Salı
Son zamanlarda eski bir alışkanlığa geri döndüm blogger. Süt içmeye başladım. Günde iki kupa (kupa dediysem 3 su bardağı süt kapsayan cinslerinden yess). Sabah kahvaltısında ve gece Moonlight izlerken. Akşam 10da içilen sade kahve adamı 4e, 5e kadar ayakta tuttuyor. Sabah erken kalkmak istesem de en erken öğleden sonra 1 suları gözümü açtığım için evet akşam içilen kahveden 2-3 saat sonra dikiyorum o sütü. Ha bir yararı oluyor mu diye sorarsan, hayır derim. Yine yatağa girip ninni niyetine Tom Waits hırıltıları dinliyorum, Rain Dogs albümü bitmeye yakın sızıp kalıyorum.
1 ay sonra dershaneler açılacağı için soğuk duş etkisi yaratmasın diye yavaştan ders çalışmaya başladım, erken kalkmak icap ediyor haliyle. Matematiğidir, fen'idir vs gidiyor bir şekilde ama ingilizce çalışmam konusundaki çelişkiler çevremde hala sürüyor. Kimileri "yds bu, oturup test çözeceksin ingilizceden, öyle sabahtan akşama kadar film izlemeyle olmaz bu iş" diyor. Bense hala "How I Met Your Mother ingilizce altyazıyla izlenirse Boğaziçi garantidir hocam" mantığının arkasındayım. O "kimileri" doğru söylüyor ama. Yds hazırlığı yapan bir öğrenciden ingilizce konuşmasını, yazmasını beklemek ayıp olur. O adam bozmuştur kafayı perfect tense lerin formülleriyle (evet okullarda formülle öğretiyorlar ingilizceyi), en çok sorulan phrasal verb lerle vs (Bu noktada 8-12 yaş arası şımarıklığımı ortaya çıkarıp "Çocukluğumdan beri Janis Joplin, Pink Floyd şarkıları söyleyip çeviriyorum, sen karşıma beş şık koyuyorsun, yabancı dil beş şıklı mı konuşulur beybi?" diye sorarım ama adi yds en az 95 net ister, David Gilmour Amca'nın da beş şık konusunda pek bir yardımı olmaz)... Neyse sevgili blog sayfam temmuz ayında sınav sistemi çemkirmeleriyle dolmasın, dönem başlasın bol bol söveriz..
*
Aslında değinmek istediğim konu köpekler. Yapmışımdır belki bu muhabbetin aynısını eski yazılarda ama yazı geçer gider, bu köpekler evin dibinde havlamaya devam eder. Hani seveni vardır ona birşey diyemem ama ben nefret ediyorum o hayvanlardan. Ne zaman yürüyüşe çıksam tasmalarıyla orda burda dolaşan ve gördükleri anda suratıma suratıma bağıran köpeklerle karşılaşıyorum. Kedi insanı, köpek insanı diye bir ayrım yapılır ya, öyle birşey varsa kesinlikle kedi insanıyımdır ben. Kedi karizmatik bir hayvan bence. Her gördüğüne bağırmıyor. Çekiliyor köşesine, "kuul" bir havayla kesiyor gelen geçeni ancak. Sevdiğim köpekler de yok değil. Bazı arkadaşlarımın kendi halinde takılan, sakin köpekleri var, seviyorum onları. Car car bağırmıyor yanından geçtiğinde. Cinsine, o'suna bu'suna göre de ayrım yapmıyorum hepsinden çıkıyor uyuzu, sakini ama o süs köpekleri yok mu.. Hareket eden birşey gördüğü anda otomatiğe bağlayıp rahat 1-2 saat durmadan ciyaklayan başka bir canlı bilmiyorum ben. Kabus gibiler ve heryerdeler. Yaşadığımız mahalle ve çevresi genelde bahçeli evlerden oluştuğu için ipini koparan kulübeyi bahçeye dikip kendine bir köpek ediniyor. O koca koca dobermanlara falan alıştım tamam da (hayır her geçtiğimizde "merhaba cici doberman bugün nasılsın?" tarzı bir alışma değil bu.. Geçmiyorum o evlerin yanından, en fazla o kadar alışabiliyorum), o süs köpeklerinin nereden çıkacağı belli olmuyor. Sahiplerini hiç anlamıyorum. Hadi hırsızlık olayları falan sık sık oluyor diye aldın bir doberman ama süs köpeği lan! Evine girecek hırsız ancak benim kafadan bir eleman olmalı ki o ciyaklamayı duyduğu anda gidip kendi teslim olacak. Hiç sevmiyorum köpekleri, süs köpeklerine istisna bile yapmıyorum. Ki paspasa benzeyen görüntüsü yüzünden birinin üstüne yanlışlıkla basmışlığım bile vardır, o gün de ciyaklamıştı durmadan. Çok güzel kedi- köpek ayrımı yapıyorum biliyorum ama kedi hakikaten başka birşey. Turşu'nun alerjik bünyesi kurban olsun size.
1 ay sonra dershaneler açılacağı için soğuk duş etkisi yaratmasın diye yavaştan ders çalışmaya başladım, erken kalkmak icap ediyor haliyle. Matematiğidir, fen'idir vs gidiyor bir şekilde ama ingilizce çalışmam konusundaki çelişkiler çevremde hala sürüyor. Kimileri "yds bu, oturup test çözeceksin ingilizceden, öyle sabahtan akşama kadar film izlemeyle olmaz bu iş" diyor. Bense hala "How I Met Your Mother ingilizce altyazıyla izlenirse Boğaziçi garantidir hocam" mantığının arkasındayım. O "kimileri" doğru söylüyor ama. Yds hazırlığı yapan bir öğrenciden ingilizce konuşmasını, yazmasını beklemek ayıp olur. O adam bozmuştur kafayı perfect tense lerin formülleriyle (evet okullarda formülle öğretiyorlar ingilizceyi), en çok sorulan phrasal verb lerle vs (Bu noktada 8-12 yaş arası şımarıklığımı ortaya çıkarıp "Çocukluğumdan beri Janis Joplin, Pink Floyd şarkıları söyleyip çeviriyorum, sen karşıma beş şık koyuyorsun, yabancı dil beş şıklı mı konuşulur beybi?" diye sorarım ama adi yds en az 95 net ister, David Gilmour Amca'nın da beş şık konusunda pek bir yardımı olmaz)... Neyse sevgili blog sayfam temmuz ayında sınav sistemi çemkirmeleriyle dolmasın, dönem başlasın bol bol söveriz..
*
Aslında değinmek istediğim konu köpekler. Yapmışımdır belki bu muhabbetin aynısını eski yazılarda ama yazı geçer gider, bu köpekler evin dibinde havlamaya devam eder. Hani seveni vardır ona birşey diyemem ama ben nefret ediyorum o hayvanlardan. Ne zaman yürüyüşe çıksam tasmalarıyla orda burda dolaşan ve gördükleri anda suratıma suratıma bağıran köpeklerle karşılaşıyorum. Kedi insanı, köpek insanı diye bir ayrım yapılır ya, öyle birşey varsa kesinlikle kedi insanıyımdır ben. Kedi karizmatik bir hayvan bence. Her gördüğüne bağırmıyor. Çekiliyor köşesine, "kuul" bir havayla kesiyor gelen geçeni ancak. Sevdiğim köpekler de yok değil. Bazı arkadaşlarımın kendi halinde takılan, sakin köpekleri var, seviyorum onları. Car car bağırmıyor yanından geçtiğinde. Cinsine, o'suna bu'suna göre de ayrım yapmıyorum hepsinden çıkıyor uyuzu, sakini ama o süs köpekleri yok mu.. Hareket eden birşey gördüğü anda otomatiğe bağlayıp rahat 1-2 saat durmadan ciyaklayan başka bir canlı bilmiyorum ben. Kabus gibiler ve heryerdeler. Yaşadığımız mahalle ve çevresi genelde bahçeli evlerden oluştuğu için ipini koparan kulübeyi bahçeye dikip kendine bir köpek ediniyor. O koca koca dobermanlara falan alıştım tamam da (hayır her geçtiğimizde "merhaba cici doberman bugün nasılsın?" tarzı bir alışma değil bu.. Geçmiyorum o evlerin yanından, en fazla o kadar alışabiliyorum), o süs köpeklerinin nereden çıkacağı belli olmuyor. Sahiplerini hiç anlamıyorum. Hadi hırsızlık olayları falan sık sık oluyor diye aldın bir doberman ama süs köpeği lan! Evine girecek hırsız ancak benim kafadan bir eleman olmalı ki o ciyaklamayı duyduğu anda gidip kendi teslim olacak. Hiç sevmiyorum köpekleri, süs köpeklerine istisna bile yapmıyorum. Ki paspasa benzeyen görüntüsü yüzünden birinin üstüne yanlışlıkla basmışlığım bile vardır, o gün de ciyaklamıştı durmadan. Çok güzel kedi- köpek ayrımı yapıyorum biliyorum ama kedi hakikaten başka birşey. Turşu'nun alerjik bünyesi kurban olsun size.
Etiketler:
alttan alttan sivri dilli,
aynı malı deme corc,
Kemik Torbası
15 Temmuz 2009 Çarşamba
"Modem Canavarı" Dedi Bana Bilgisayarcı Pier.. Canavar Diğilim Ben!
15 gün içinde bir insan şimşek, fırtına vs yüzünden iki kere modem değiştirmek zorunda kalabilir mi yahu?Hani uğraşsan olmaz bu kadar sürede.
Senelerdir kullandığın modem şimşek çakması sonucu elektrikler gidince "şıraak!" diye bir ses çıkararak yanar. Tüh lan der üzülürsün, 50 milyona yenisini alırsın mecburen (ki teknolojik alet edevatlardan anlamayan biri olarak onu da kurmak için günlerce uğraşır (Denizli'de okuyan abiden, tatildeki arkadaşa, Mimi'nin kardeşine kadar herkesi arayıp telefonda modem ayarları çözümlemeye çalışır), akabinde kasayı ve modemi toplayıp bilgisayarcıya götürürsün, orası ayrı bir maceradır (kasasız da kurulabileceğini öğrendiğindeyse boşu boşuna taşıdığına yanarsın vs)). Sonra aradan iki hafta bile geçmeden ikinci bir şimşek gelir akşam vakti. Tam How I Met Your Mother 'ın beklediğin bölümü inmek üzeredir, sende şimdiye kadar inen bölümleri izlemek üzeresindir ve şansa bak ki dibindeki pencerenin panjurları kapalı olduğu için bir anda aydınlanan gökyüzünü çok geç farkedersin. Farkettiğin anda modemin fişini çekme girişimlerinde bulunurken "şıraaak!". Yine aynı sesi duyarsın ve mucize gibi garip garip şeyler beklersin elektrik gelene kadar. Ama anlamışsındır ki cebinde kaşınan yeni bir 50 milyon vardır (Bu sinirle şanssızlığına söverek masaüstüne yeni metin belgesi açar, yazarsın birşeyler ama bu keko durumu sindirememenin verdiği gazla 2. tekil şahıs yüklersin cümlelere).
Hayır bazen düşünüyorum böyle uzaklarda, kimsenin gitmediği, gidip de göremediği, görüp de geri dönemediği yerlerde, hayatlarımızı izleyen ve "abi bu sefer ne ipnelik yapsak bu tiplere nihoahaohaoa evet evet yaşasın sinir krizleriiii" diye coşup doyuma ulaşan birkaç adamın varlığına inanıyorum ben ve bir yakalasam o kemik çerçeveli gözlüklü keltoş herifleri çok pis benzeticem lan! (ki sanıyorum japon bunlar.)
Etiketler:
aynı malı deme corc,
Kemik Torbası
9 Temmuz 2009 Perşembe
Kritikselleştirdiklerimiz-4
Le Premier Jour Du Reste De Ta Vie (2008)
Marc-André Grondin filmlerine göz gezdirmeyi çok uzun zaman önce kafama koymuştum. C.R.A.Z.Y. yi izleyip, en sevdiğim film ilan ettikten hemen sonraydı, evet. Ama üşengeçlik, unutkanlık, zaman bulamama vs yüzünden oturup imdb listesini incelemişliğim yoktu. Geçenlerde Mimi Wonka 'yla bir muhabbet sırasında kafamıza dank etmiş, içlerinden birini seçmeye girişmiştik. İsminin de etkisiyle (Geri Kalan Hayatınızın İlk Günü) indirdim filmi. Aile üzerine dram-komedi serpilmiş bir film. Biraz klişe bir konu ama o kadar samimi işlenmiş ki, türlerinden ayırıp ayrı bir rafa kaldırmamak mümkün değil. Anne-baba-üç çocuk- bir köpek. Köpek ölür, çocuklar büyür, çift yaşlanır. Ergen problemleri, nesil çatışmaları, olgunlaşma, hayal kırıklıkları, yaşlanma kaygısı, kaybetme korkusu ve dağılma eşiğine gelmiş aileyi bir arada tutma çabaları.. İlk cinsel deneyimini yaşama hevesi (korkusu) ile kapıdan içeri adımını atan genç kızın kafasını çevirdiğinde çocukluğundaki haliyle karşılaşması ve kapanan kapının altından sızan kan. Yaşlanma korkusunu taşıyan annenin başarısız aldatma girişimleri, taksi şoförlüğü yaparak para kazanan babanın ise (Jacques Gamblin) başarısız sigarayı bırakma girişimleri. Partide kız kardeşine asılan erkekle tartışan en büyük abinin sinirlenip oğlan kardeşine (Marc-André Grondin) yumruk attığı anda çalmaya başlayan ve bu beklenmedik süprizle kanımı donduran Janis Joplin- Summertime... Yani tamamiyle sıradan bir aile yaşantısının sıradışı bir içtenlikle seyirciye sunulması. David Bowie- Time, Janis Joplin-Summertime, (son sahnede çalan) Lou Reed- Perfect Day... şeklinde giden (ve nedense hiçbiryerde bulunamayan) soundtrack'iyle ve Rémi Bezançon 'un takdire şayan yönetmenliğiyle bir Marc-Andre Grondin filmi yeniden favorilerimin arasına girmiş bulunmakta.
Le Scaphandre Et Le Papillon (2007)
"Bugün bütün yaşamımın bir başarısızlık dizisi olduğunu farkettim. Sevemediğim kadınlar, elimden kaçırdığım fırsatlar, uçup havaya karışan mutlu anlar. Sonucu önceden bilinen ama kaybetmeye mahkum bir yarış. Kör veya sağır mıydım o sıralar? Varlığımın gerçek özünü görebilmem için elim ayağım tutmaz mı olmalıydı?"
"Artık şikayet etmeyeceğime karar verdim. Farkettim ki gözüm hariç felç geçirmeyen iki parçam daha var. Hayal gücüm ve hafızam... Hayal gücüm ve hafızam, dalgıç giysimden çıkabilecek iki yol bana."
"Yıpranmış perdemin arkasındaki solgun aydınlık sabahın ilk ışıklarını çağırıyordu odama. Topuklarım ağrıyordu, kafam çok ağırdı. Sanki bir çeşit dalgıç giysisi bedenimi tutsak ediyordu. Hayatımın şuanki amacı, geçmiş maceralarımla yatalak notlarımı birleştirip yalnızlığa hapsedilmiş kıyılara bırakmak."
Le scaphandre et le papillon; Elle dergisinde editörlük yapan Jean-Dominique Bauby 'nin locked in syndrome adındaki hastalığın etkisiyle bir gözü hariç bedeninin tamamının felç geçirmesiyle değişen yaşamını anlatıyor. İletişim kurmak için Jean-Do 'nun tek yolu gözünü "evet" için bir, "hayır"için iki kere kırpmasıdır. Cümleler kurabilmesi için kelimeler kurabilmesi gereklidir. Kelimeler kurabilmesi için harfleri birleştirmesi, harfleri birleştirmesi için de kullanım sıklığına göre dizilmiş alfabeyi baştan sonra duyması, her doğru harfte gözünü kırpması gerekmektedir. Filmin büyük bir kısmı, Jean 'ın felç geçirmesinden ölümüne kadar uzanan süreçte hayal dünyası, umutsuzlukları ve dış dünya hakkındaki gözlerimleri onun gözünden yansıtılmış. Hem filmi hem de yönetmen Julian Schnabel 'i ve Jean-Dominique rolündeki Mathieu Amalric 'i yakın takibe almanızı tavsiye ediyorum efendim.
Senaryosu, durgun havası, müzikleri ve yönetmeniyle akla geldikçe çıkartılıp izlenecek filmlerden biri la double vie de veronique. Polonya'da yaşan Veronika ve Paris'te yaşayan Veronique 'nın birbirlerinden habersiz ama bir şekilde paralel giden yaşamları (Ki paralelliği çevrelerindeki insanlarda, günlük yaşamlarındaki davranışlarında ve zaten aynı kişi (Irene Jacob) olmalarında görebiliyor insan). Veronika 'nın bir müzisyen olarak ilk performansında öldüğünü söylemekte bir sakınca görmüyorum çünkü zaten filmin büyük bir bölümü Veronique 'nin hiç tanımadığı bu kızın ölümünden sonra değişen ruh hali ve davranışları üzerine işlenmiş. Krzysztof Kieslowski hakkında şöyle harikadır, böyle süpsüperdir demeyeceğim ama filmi izledikten sonra "bu adam başka neler yapmış yahu" diyerekten imdb ye göz gezdireceğinizi düşünmekteyim.
Die Welle (2008)
Die Welle konusunu 1960larda Kaliforniya'daki bir okulda geçen olaydan almış. Filmde ise yer Almanya'da bir okul. Olaylar; araba kullanırken bangır bangır Rockn Roll High School dinleyen, tüm 1 Mayıslara katılan, Ramones tişörtlü beden eğitimi hocası Rainer Wenger 'in okuldaki proje haftasında konu olarak anarşiyi istemesine rağmen otokrasi dersine girmesiyle başlıyor. "Almanya'da bir daha diktatörlük olur mu?" sorusuna verilen "Kesinlikle olmaz, bunun için çok bilinçliyiz" cevabının karşısında Rainer, konuya ilgi göstermeyen öğrencilere aktif bir hafta geçirmek için bir öneride bulunur. Liderleri Rainer olarak bir hafta boyunca derslerde otokrasiyi pratiğe dökeceklerdir. Üniforma zorunluluğu, izin alıp ayağa kalkarak konuşma kuralı ve bu tip hafif uygulamalarla başlarlar deneylerine. Özel hayatlarında ailelerinden baskı, ilgisizlik ve boşverilmiş gören çoğu öğrenci oluşturdukları bu düzeni sevmeye ve benimsemeye başlar. Uygulama ders dışına da yansır, diğer proje sınıflarından öğrenciler almaya başlanır. Tek tip kıyafetler, selamlaşma şekilleri, amblemler, web siteleri derken birkaç günde okuldaki birçok öğrenciyi kendine çeker grup. Durumu birçok öğrenci ciddiye almaya başlar ve işler kontrolden çıkar. Diktatörlük için fazla bilinçli olduklarını söyleyen öğrenciler bu faaliyete kendilerini öylesine kaptırırlar ki, işler gruba katılmayanların dışlanıp dövüldüğü, baskı ve şiddetin kol gezdiği bir safhaya çıkar. Filmin süresi böyle bir konuyu ele alınmak için çok kısa da olsa, film vermek istediği mesajı başarılı bir şekilde veriyor, sıkmadan izletiyor kendisini.
Marc-André Grondin filmlerine göz gezdirmeyi çok uzun zaman önce kafama koymuştum. C.R.A.Z.Y. yi izleyip, en sevdiğim film ilan ettikten hemen sonraydı, evet. Ama üşengeçlik, unutkanlık, zaman bulamama vs yüzünden oturup imdb listesini incelemişliğim yoktu. Geçenlerde Mimi Wonka 'yla bir muhabbet sırasında kafamıza dank etmiş, içlerinden birini seçmeye girişmiştik. İsminin de etkisiyle (Geri Kalan Hayatınızın İlk Günü) indirdim filmi. Aile üzerine dram-komedi serpilmiş bir film. Biraz klişe bir konu ama o kadar samimi işlenmiş ki, türlerinden ayırıp ayrı bir rafa kaldırmamak mümkün değil. Anne-baba-üç çocuk- bir köpek. Köpek ölür, çocuklar büyür, çift yaşlanır. Ergen problemleri, nesil çatışmaları, olgunlaşma, hayal kırıklıkları, yaşlanma kaygısı, kaybetme korkusu ve dağılma eşiğine gelmiş aileyi bir arada tutma çabaları.. İlk cinsel deneyimini yaşama hevesi (korkusu) ile kapıdan içeri adımını atan genç kızın kafasını çevirdiğinde çocukluğundaki haliyle karşılaşması ve kapanan kapının altından sızan kan. Yaşlanma korkusunu taşıyan annenin başarısız aldatma girişimleri, taksi şoförlüğü yaparak para kazanan babanın ise (Jacques Gamblin) başarısız sigarayı bırakma girişimleri. Partide kız kardeşine asılan erkekle tartışan en büyük abinin sinirlenip oğlan kardeşine (Marc-André Grondin) yumruk attığı anda çalmaya başlayan ve bu beklenmedik süprizle kanımı donduran Janis Joplin- Summertime... Yani tamamiyle sıradan bir aile yaşantısının sıradışı bir içtenlikle seyirciye sunulması. David Bowie- Time, Janis Joplin-Summertime, (son sahnede çalan) Lou Reed- Perfect Day... şeklinde giden (ve nedense hiçbiryerde bulunamayan) soundtrack'iyle ve Rémi Bezançon 'un takdire şayan yönetmenliğiyle bir Marc-Andre Grondin filmi yeniden favorilerimin arasına girmiş bulunmakta.
Le Scaphandre Et Le Papillon (2007)
"Bugün bütün yaşamımın bir başarısızlık dizisi olduğunu farkettim. Sevemediğim kadınlar, elimden kaçırdığım fırsatlar, uçup havaya karışan mutlu anlar. Sonucu önceden bilinen ama kaybetmeye mahkum bir yarış. Kör veya sağır mıydım o sıralar? Varlığımın gerçek özünü görebilmem için elim ayağım tutmaz mı olmalıydı?"
"Artık şikayet etmeyeceğime karar verdim. Farkettim ki gözüm hariç felç geçirmeyen iki parçam daha var. Hayal gücüm ve hafızam... Hayal gücüm ve hafızam, dalgıç giysimden çıkabilecek iki yol bana."
"Yıpranmış perdemin arkasındaki solgun aydınlık sabahın ilk ışıklarını çağırıyordu odama. Topuklarım ağrıyordu, kafam çok ağırdı. Sanki bir çeşit dalgıç giysisi bedenimi tutsak ediyordu. Hayatımın şuanki amacı, geçmiş maceralarımla yatalak notlarımı birleştirip yalnızlığa hapsedilmiş kıyılara bırakmak."
Le scaphandre et le papillon; Elle dergisinde editörlük yapan Jean-Dominique Bauby 'nin locked in syndrome adındaki hastalığın etkisiyle bir gözü hariç bedeninin tamamının felç geçirmesiyle değişen yaşamını anlatıyor. İletişim kurmak için Jean-Do 'nun tek yolu gözünü "evet" için bir, "hayır"için iki kere kırpmasıdır. Cümleler kurabilmesi için kelimeler kurabilmesi gereklidir. Kelimeler kurabilmesi için harfleri birleştirmesi, harfleri birleştirmesi için de kullanım sıklığına göre dizilmiş alfabeyi baştan sonra duyması, her doğru harfte gözünü kırpması gerekmektedir. Filmin büyük bir kısmı, Jean 'ın felç geçirmesinden ölümüne kadar uzanan süreçte hayal dünyası, umutsuzlukları ve dış dünya hakkındaki gözlerimleri onun gözünden yansıtılmış. Hem filmi hem de yönetmen Julian Schnabel 'i ve Jean-Dominique rolündeki Mathieu Amalric 'i yakın takibe almanızı tavsiye ediyorum efendim.
Senaryosu, durgun havası, müzikleri ve yönetmeniyle akla geldikçe çıkartılıp izlenecek filmlerden biri la double vie de veronique. Polonya'da yaşan Veronika ve Paris'te yaşayan Veronique 'nın birbirlerinden habersiz ama bir şekilde paralel giden yaşamları (Ki paralelliği çevrelerindeki insanlarda, günlük yaşamlarındaki davranışlarında ve zaten aynı kişi (Irene Jacob) olmalarında görebiliyor insan). Veronika 'nın bir müzisyen olarak ilk performansında öldüğünü söylemekte bir sakınca görmüyorum çünkü zaten filmin büyük bir bölümü Veronique 'nin hiç tanımadığı bu kızın ölümünden sonra değişen ruh hali ve davranışları üzerine işlenmiş. Krzysztof Kieslowski hakkında şöyle harikadır, böyle süpsüperdir demeyeceğim ama filmi izledikten sonra "bu adam başka neler yapmış yahu" diyerekten imdb ye göz gezdireceğinizi düşünmekteyim.
Die Welle (2008)
Die Welle konusunu 1960larda Kaliforniya'daki bir okulda geçen olaydan almış. Filmde ise yer Almanya'da bir okul. Olaylar; araba kullanırken bangır bangır Rockn Roll High School dinleyen, tüm 1 Mayıslara katılan, Ramones tişörtlü beden eğitimi hocası Rainer Wenger 'in okuldaki proje haftasında konu olarak anarşiyi istemesine rağmen otokrasi dersine girmesiyle başlıyor. "Almanya'da bir daha diktatörlük olur mu?" sorusuna verilen "Kesinlikle olmaz, bunun için çok bilinçliyiz" cevabının karşısında Rainer, konuya ilgi göstermeyen öğrencilere aktif bir hafta geçirmek için bir öneride bulunur. Liderleri Rainer olarak bir hafta boyunca derslerde otokrasiyi pratiğe dökeceklerdir. Üniforma zorunluluğu, izin alıp ayağa kalkarak konuşma kuralı ve bu tip hafif uygulamalarla başlarlar deneylerine. Özel hayatlarında ailelerinden baskı, ilgisizlik ve boşverilmiş gören çoğu öğrenci oluşturdukları bu düzeni sevmeye ve benimsemeye başlar. Uygulama ders dışına da yansır, diğer proje sınıflarından öğrenciler almaya başlanır. Tek tip kıyafetler, selamlaşma şekilleri, amblemler, web siteleri derken birkaç günde okuldaki birçok öğrenciyi kendine çeker grup. Durumu birçok öğrenci ciddiye almaya başlar ve işler kontrolden çıkar. Diktatörlük için fazla bilinçli olduklarını söyleyen öğrenciler bu faaliyete kendilerini öylesine kaptırırlar ki, işler gruba katılmayanların dışlanıp dövüldüğü, baskı ve şiddetin kol gezdiği bir safhaya çıkar. Filmin süresi böyle bir konuyu ele alınmak için çok kısa da olsa, film vermek istediği mesajı başarılı bir şekilde veriyor, sıkmadan izletiyor kendisini.
8 Temmuz 2009 Çarşamba
Bir Böcek Hikayesi
Olay mahalinde ifadesi alınan (resmin altında) zanlının, kurbanın yakınlarının büyük acısı karşısında verdiği şok edici açıklaması: "Öldür öldür bitmiyor piç kuruları!"
"Gece yine bilgisayar başına geçmiş, gün içinde inen filmlerden birini izliyordum. Film başladıktan 15-20 dakika sonra garip sesler duymaya başladım. Önce filmden geldiğini düşünüp üstünde durmadım ama duyduğum sesin filmdeki sahneyle uzaktan yakından ilgisi yoktu. Durdurdum filmi, çıt çıkarmadan bekledim sesin nereden geldiğini anlamak için. En büyük korkularımdan birinin yaklaşmakta olduğunu farkedince ışığı açmaya yeltendim. Ayağa kalkıp ilerlediğimde ayağıma birşeyin çarpıp geçtiğini hissettim. İğrenç sesler çıkarıyordu bu "birşey". İyice tırsıp hemen ışığı yaktım. Yere baktığımda debelenen o iğrenç şeyi gördüm. Bacağıma değmişti o yaratık. Tiksinti ve korku karışımı duygularla izledim başparmağım büyüklüğündeki yaratığı. Elimle dokunamazdım ve onu tutacak birşeyler bakınırken havalandı. Odadaki lambanın çevresinde daireler çizerek uçuyordu uçan yaratık. Işığa olan ilgisinden faydalanıp lambayı bir yaktım bir söndürdüm, yaktım, söndürdüm, yaktım söndürdüm pis pis sırıtarak. Sinirlenen yaratık sonunda kanepenin üstüne kondu. Bu iğrenç görüntüye bir son vermek ve yeniden filmime dönebilmek için elime en yakın yerde duran Victor Hugo 'nun Sefiller kitabını geçirdim. Ön tarafına kıyamayacağım için arka yüzünü çevirdim kitabın. O sırada kanepeden uçup yere konan ve iğrenç sesler çıkarmaya devam eden yaratık, Sefiller' in "ezici" gücünden bir haber çevresine bakınmaya devam ediyordu...
Ve sonra o ses geldi...
-Vıyçk!
Kitabı kaldırıp başparmağım büyüklüğündeki "artık uçamayan" uçan yaratığın içinden çıkan sıvıyı seyrederken, leşine karşı en saygısız üslubumu takınıp utanmadan o iğrenç espriyi yaptım, "İlk okuduğumda ben de böyle hissetmiştim beyb".
Peçeteyle pestilini temizleyip çöpe gönderdim cansız bedenini..."
"Gece yine bilgisayar başına geçmiş, gün içinde inen filmlerden birini izliyordum. Film başladıktan 15-20 dakika sonra garip sesler duymaya başladım. Önce filmden geldiğini düşünüp üstünde durmadım ama duyduğum sesin filmdeki sahneyle uzaktan yakından ilgisi yoktu. Durdurdum filmi, çıt çıkarmadan bekledim sesin nereden geldiğini anlamak için. En büyük korkularımdan birinin yaklaşmakta olduğunu farkedince ışığı açmaya yeltendim. Ayağa kalkıp ilerlediğimde ayağıma birşeyin çarpıp geçtiğini hissettim. İğrenç sesler çıkarıyordu bu "birşey". İyice tırsıp hemen ışığı yaktım. Yere baktığımda debelenen o iğrenç şeyi gördüm. Bacağıma değmişti o yaratık. Tiksinti ve korku karışımı duygularla izledim başparmağım büyüklüğündeki yaratığı. Elimle dokunamazdım ve onu tutacak birşeyler bakınırken havalandı. Odadaki lambanın çevresinde daireler çizerek uçuyordu uçan yaratık. Işığa olan ilgisinden faydalanıp lambayı bir yaktım bir söndürdüm, yaktım, söndürdüm, yaktım söndürdüm pis pis sırıtarak. Sinirlenen yaratık sonunda kanepenin üstüne kondu. Bu iğrenç görüntüye bir son vermek ve yeniden filmime dönebilmek için elime en yakın yerde duran Victor Hugo 'nun Sefiller kitabını geçirdim. Ön tarafına kıyamayacağım için arka yüzünü çevirdim kitabın. O sırada kanepeden uçup yere konan ve iğrenç sesler çıkarmaya devam eden yaratık, Sefiller' in "ezici" gücünden bir haber çevresine bakınmaya devam ediyordu...
Ve sonra o ses geldi...
-Vıyçk!
Kitabı kaldırıp başparmağım büyüklüğündeki "artık uçamayan" uçan yaratığın içinden çıkan sıvıyı seyrederken, leşine karşı en saygısız üslubumu takınıp utanmadan o iğrenç espriyi yaptım, "İlk okuduğumda ben de böyle hissetmiştim beyb".
Peçeteyle pestilini temizleyip çöpe gönderdim cansız bedenini..."
Etiketler:
bir böcük hikayesi,
Kemik Torbası
7 Temmuz 2009 Salı
5 Temmuz 2009 Pazar
Hiçbir insan, yoldan çıkma pahasına aklına tabi olmadı. Sonuç, beki fiziksel bir rahatsızlık olabilir, ama daha yüksek prensiplere uyan bir yaşamdan kimse pişmanlık duyduğunu söyleyemez. Eğer gündüzü ve geceyi neşeyle selamlıyorsan, hayat çiçekler ve hoş kokulu bitkiler gibi güzel kokular saçıyorsa, daha esnek, yıldızlı ve ölümsüzse - işte o zaman başardın demektir. Doğa, bütünüyle sana yapılmış kutlamadır, anbean kendini kutsamış olursun. En büyük kazançlar ve değerler en az takdir edilenlerdir. Varlıklarından kolaylıkla şüphe edebiliriz. Çabucak unutulurlar. En yüksek gerçek onlardır. Belki de en şaşırtıcı ve gerçek şeyler bir insandan diğerine aktarılmaz. Günlük yaşantımın gerçek ürünü, gündüzün ve akşamın çizgileri gibi tarif edilemez ve elle tutulup gözle görülemezdir. Yıldızlardan yakalanan toz zerreleri, gökkuşağının sıkıca kavradığım bir parçasıdır. (WALDEN)
*
Burada tabiat yabani, ürkütücü fakat aynı zamanda da çok güzeldi. Doğaüstü güçlerin neler yaptığını görmek, ellerinden çıkan yapıtın biçimini, üslubunu ve de malzemesini müşahede etmek maksadıyla, üzerinde yürüdüğüm topraklara saygıyla karışık korku içinde bakıyordum. Bu topraklar, Kaos ve Kadim Gece' den mürekkep olduğunu öğrendiğimiz yeryüzünün ta kendisiydi. Ayaklarımın altındaki hiçkimseye ait olmayan topraklardı, sahipsiz yerküre. Ne çayır, ne çimen, ne mera, ne otlak, ne orman, ne tarla, ne de çorak araziydi burası. Bu topraklar, Dünya gezegeninin taptaze, doğal yüzeyiydi; bizim deyişimizle, ezelden beri ve ebediyete dek insan oğlunun meskeniydi. Tabiatın elinden çıkmıştı ve eğer becerebiliyorsa insanoğlu onu değerlendirebilirdi. Gene de insanın onunla ilişkilendirilmemesi gerekiyordu. Madde'ydi o; göz alabildiğine uzanan ve olağanüstü; ayaklarımızla çiğneyebileceğimiz ya da içine gömülebileceğimiz, duyduğumuz, bildiğimiz Toprak Ana değildi; hayır, kemiklerinin orada yatması için bile çok tanıdıktı; Zaruret ve Kader 'in eviydi. Açık bir şekilde, insanoğluna karşı nazik olmak gibi yükümlülüğü olmayan bir gücün varlığı hissediliyordu. Dinsizliğin, putperestliğin, batıl inançların topraklarıydı; kayalara ve vahşi hayvanlara bizim olduğumuzdan çok daha yakın olan türden insanlar tarafından mesken edilecekti... Bir yıldızın yüzeyini, katı bir cismi kendi evinde göstermekle kıyaslandığında, bir müzeye kabul edilmenin, belli şeylerden çokça görmenin anlamı nedir! Kendi vücudumda huşu içinde dikilmiş, mecbur olduğum bu şeyin bana nasıl da yabancılaştığını hissediyorum. Ruhlardan ya da hayaletlerden korkum yok, ben de onlardan biriyim (vücudum bir gün onlara dönüşecek); fakat bedenlerden, onlarla temasa geçmekten ürperti duyuyorum. Benim üzerimde nüfus sahibi olan bu Titan da neyin nesi? Gizemlerden konuşalım! Hayatlarımızı tabiat içinde düşünelim; maddeyle gündelik temas içinde; kayalarla, ağaçlarla, yanaklarımıza vuran rüzgarla! Katı Dünya! Gerçek Dünya! Sağduyu! Temas! Temas! Kimiz biz? Neredeyiz biz? (KTAADN)
Henry David THOREAU
*
Burada tabiat yabani, ürkütücü fakat aynı zamanda da çok güzeldi. Doğaüstü güçlerin neler yaptığını görmek, ellerinden çıkan yapıtın biçimini, üslubunu ve de malzemesini müşahede etmek maksadıyla, üzerinde yürüdüğüm topraklara saygıyla karışık korku içinde bakıyordum. Bu topraklar, Kaos ve Kadim Gece' den mürekkep olduğunu öğrendiğimiz yeryüzünün ta kendisiydi. Ayaklarımın altındaki hiçkimseye ait olmayan topraklardı, sahipsiz yerküre. Ne çayır, ne çimen, ne mera, ne otlak, ne orman, ne tarla, ne de çorak araziydi burası. Bu topraklar, Dünya gezegeninin taptaze, doğal yüzeyiydi; bizim deyişimizle, ezelden beri ve ebediyete dek insan oğlunun meskeniydi. Tabiatın elinden çıkmıştı ve eğer becerebiliyorsa insanoğlu onu değerlendirebilirdi. Gene de insanın onunla ilişkilendirilmemesi gerekiyordu. Madde'ydi o; göz alabildiğine uzanan ve olağanüstü; ayaklarımızla çiğneyebileceğimiz ya da içine gömülebileceğimiz, duyduğumuz, bildiğimiz Toprak Ana değildi; hayır, kemiklerinin orada yatması için bile çok tanıdıktı; Zaruret ve Kader 'in eviydi. Açık bir şekilde, insanoğluna karşı nazik olmak gibi yükümlülüğü olmayan bir gücün varlığı hissediliyordu. Dinsizliğin, putperestliğin, batıl inançların topraklarıydı; kayalara ve vahşi hayvanlara bizim olduğumuzdan çok daha yakın olan türden insanlar tarafından mesken edilecekti... Bir yıldızın yüzeyini, katı bir cismi kendi evinde göstermekle kıyaslandığında, bir müzeye kabul edilmenin, belli şeylerden çokça görmenin anlamı nedir! Kendi vücudumda huşu içinde dikilmiş, mecbur olduğum bu şeyin bana nasıl da yabancılaştığını hissediyorum. Ruhlardan ya da hayaletlerden korkum yok, ben de onlardan biriyim (vücudum bir gün onlara dönüşecek); fakat bedenlerden, onlarla temasa geçmekten ürperti duyuyorum. Benim üzerimde nüfus sahibi olan bu Titan da neyin nesi? Gizemlerden konuşalım! Hayatlarımızı tabiat içinde düşünelim; maddeyle gündelik temas içinde; kayalarla, ağaçlarla, yanaklarımıza vuran rüzgarla! Katı Dünya! Gerçek Dünya! Sağduyu! Temas! Temas! Kimiz biz? Neredeyiz biz? (KTAADN)
Henry David THOREAU
Etiketler:
into the wild,
kitap,
on the road
3 Temmuz 2009 Cuma
Birleştirildiğinde bir kitap haline gelme potansiyeline sahip "Şimdi Kaydet" 'ilen taslaklarım "yayınla artık ulaan!" şeklinde bağırırmışçasına gözüme gözüme batarken, bendeniz evdeki tadilat sonrası tiner kokularıyla kendimden geçmiş bir vaziyette Janis Joplin albümleri indirip, Krzysztof Kieslowski (sıkıyorsa telaffuz et) filmleri indiriyordum.
Bir insanın evinde 20 küsür gün boyunca ustalar, çıraklar dolaşabilir mi? sorusunun cevabını bilmeyi geçtik, yaşıyoruz adeta. Bu da yetmezmiş gibi bilgisayarı formata götürmeden önce 6-7 gblık bir müzik klasörünü flash disk in içine doldurma gibi bir halt yedim, flash disk bozuldu. Garantiye gönderdik ama geri geldiğinde içinde Beirut, Yann Tiersen, Janis Joplin, Skid Row, Nick Cave vs. diskografileri olmayacak. Acı gerçeği bir bardak suyla sindirip aklıma gelen kayıpları telafi etme girişimlerine başladım. Tüm bunların üstüne şu layout'umun bozuk, garip görüntüsüne sinirlenip, 20 gündür kokladığım tinerin de etkisiyle çoğu taslağı sildim. Bazılarını kırptım, koydum aşağıya biryerlere. Ne alaka yahu diye sorabilirsin, ki aslında hiçbir alakası yok gerçekten de. Okuduğumda hoşuma gitmedikleri için sildim o taslakları. En son entry nin 16 haziranda girilmiş olmasının nedeni de budur. Akşama kadar dizi izleyip, kitap okuyup, sabaha kadar da film izleyince haliyle adam akıllı yazacak birşeyi olmuyor insanın. Ama seni temin ederim blogger, harika filmler izledim, taslak halinde kaydediyorum kritiklerini (yok silmem artık, tiner falan kalmadı), bir bir tavsiye edeceğim yakın gelecekte!
*
Temiz hava soluma isteği evde geçirdiğim her gün daha fazla artmakta. Dağ esintisi gibi beklentilerim yok tabi ki ama 2 günde bir yarım saat- bir saatlik yürüyüşler yapmak güzel bir fikir gibi görünüyor. Evin dibindeki parkın çevresini insanlar koşsunlar diye düzenlemişler, yapmışlar birşeyler. Kendi kuyruğunu kovalayan köpek misali dönüp duruyorsun, hoş bir görüntü.. Ama yürüyüş yapmak için ya sabahın erken saatlerinde ya da akşamları çıkmalı insan. Her sabah kurmama ve her sabah bangır bangır ötmesine rağmen çalar saatin sesini duymamazlıktan gelme gibi bir adetim var. Güneşin bol bol terlettiği vakitlerde uyanınca haliyle yürüyüşe çıkma fikri pek cazip değil. Akşamlarıysa insanın üşengeç kıçı kalkmaya pek yeltenmiyor. "Zaten akşam olmuş, otur film izle" mantığı her daim. İki durum arasında en makulu akşam yürüyüşleri gibi görünüyor yine de, deneyip görmek lazım.
*
Geçenlerde Kafka'nın bir insana hamamböcekli kabuslardan başka neler katabileceğini kendi gözlerimle gördüm, yaşadım. Isparta denilen gereğinden fazla mütevazı şehirde aradığım kitapları bulmak gülünç ve acınası bir girişim olduğundan belli zamanlarda bir kitap listesi oluşturup, şehir dışına çıkıp listeyi DnR lardan temin etme gibi bir aktivitem var. Geçen haftasonu Antalya bilmem kaç m Migros Dnr'da kitapları toplayıp, görevliye teslim edip, 1-2 saat sonra alacağımı söyledim. Babam kredi kartı eşliğiyle seminerinden dönene kadar oturup, kahve içebileceğim bir yer ararken Starbucks görüp daldım içeri. Ne içeceğime karar verirken, siparişimi bekleyen Starbucks elemanıyla muhabbet etmeye başladık. Önce şehirlerarası kitap alışverişimden, sonra aldığım Kafka ve Krakauer lerden etkilendiğini belirterek kahvemi hazırladı. Çabuk biten ilk fincanın ardından gelen beleş irish cream Kafka 'nın umrunda olmazdı belki ama damağım halinden memnundu...
Bir insanın evinde 20 küsür gün boyunca ustalar, çıraklar dolaşabilir mi? sorusunun cevabını bilmeyi geçtik, yaşıyoruz adeta. Bu da yetmezmiş gibi bilgisayarı formata götürmeden önce 6-7 gblık bir müzik klasörünü flash disk in içine doldurma gibi bir halt yedim, flash disk bozuldu. Garantiye gönderdik ama geri geldiğinde içinde Beirut, Yann Tiersen, Janis Joplin, Skid Row, Nick Cave vs. diskografileri olmayacak. Acı gerçeği bir bardak suyla sindirip aklıma gelen kayıpları telafi etme girişimlerine başladım. Tüm bunların üstüne şu layout'umun bozuk, garip görüntüsüne sinirlenip, 20 gündür kokladığım tinerin de etkisiyle çoğu taslağı sildim. Bazılarını kırptım, koydum aşağıya biryerlere. Ne alaka yahu diye sorabilirsin, ki aslında hiçbir alakası yok gerçekten de. Okuduğumda hoşuma gitmedikleri için sildim o taslakları. En son entry nin 16 haziranda girilmiş olmasının nedeni de budur. Akşama kadar dizi izleyip, kitap okuyup, sabaha kadar da film izleyince haliyle adam akıllı yazacak birşeyi olmuyor insanın. Ama seni temin ederim blogger, harika filmler izledim, taslak halinde kaydediyorum kritiklerini (yok silmem artık, tiner falan kalmadı), bir bir tavsiye edeceğim yakın gelecekte!
*
Temiz hava soluma isteği evde geçirdiğim her gün daha fazla artmakta. Dağ esintisi gibi beklentilerim yok tabi ki ama 2 günde bir yarım saat- bir saatlik yürüyüşler yapmak güzel bir fikir gibi görünüyor. Evin dibindeki parkın çevresini insanlar koşsunlar diye düzenlemişler, yapmışlar birşeyler. Kendi kuyruğunu kovalayan köpek misali dönüp duruyorsun, hoş bir görüntü.. Ama yürüyüş yapmak için ya sabahın erken saatlerinde ya da akşamları çıkmalı insan. Her sabah kurmama ve her sabah bangır bangır ötmesine rağmen çalar saatin sesini duymamazlıktan gelme gibi bir adetim var. Güneşin bol bol terlettiği vakitlerde uyanınca haliyle yürüyüşe çıkma fikri pek cazip değil. Akşamlarıysa insanın üşengeç kıçı kalkmaya pek yeltenmiyor. "Zaten akşam olmuş, otur film izle" mantığı her daim. İki durum arasında en makulu akşam yürüyüşleri gibi görünüyor yine de, deneyip görmek lazım.
*
Geçenlerde Kafka'nın bir insana hamamböcekli kabuslardan başka neler katabileceğini kendi gözlerimle gördüm, yaşadım. Isparta denilen gereğinden fazla mütevazı şehirde aradığım kitapları bulmak gülünç ve acınası bir girişim olduğundan belli zamanlarda bir kitap listesi oluşturup, şehir dışına çıkıp listeyi DnR lardan temin etme gibi bir aktivitem var. Geçen haftasonu Antalya bilmem kaç m Migros Dnr'da kitapları toplayıp, görevliye teslim edip, 1-2 saat sonra alacağımı söyledim. Babam kredi kartı eşliğiyle seminerinden dönene kadar oturup, kahve içebileceğim bir yer ararken Starbucks görüp daldım içeri. Ne içeceğime karar verirken, siparişimi bekleyen Starbucks elemanıyla muhabbet etmeye başladık. Önce şehirlerarası kitap alışverişimden, sonra aldığım Kafka ve Krakauer lerden etkilendiğini belirterek kahvemi hazırladı. Çabuk biten ilk fincanın ardından gelen beleş irish cream Kafka 'nın umrunda olmazdı belki ama damağım halinden memnundu...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)