Pages

21 Aralık 2010 Salı

Her gün gördüğüm, ama hakkında pek de birşey bilmediğim insanlarla arkadaşlık ediyorum. Aslında arkadaşlık kurmanın sağlıklı yolu bu olsa gerek. Pek de birşey bilmemek. İrdelememek. İnsanlar hakkında ne kadar az şey bilirsen o kadar rahat hissediyorsun. Karşında bir vücut görüyorsun, zihniyetten ziyade. Yüzeysel demek isterim ama doğru kelime bu değil, belki olumlu bir yüzeysellik ama. İnsan ilişkileri bu olumlu yüzeyselliğin üstüne kurulunca devam ediyor, ben de öğreniyorum.

Televizyon başında, elinde KFC kovasıyla, üstünde 1 aydır yıkanmayan tişörtüyle koltuğunda oturan bir adam olabilirim. Saçları dökülen hafiften.. Ya da sarı tüylü kedisinden başka bir şeyi olmayan, 40larının ortalarında, saç boyası akmış, aradan beyazları görünen bir kadın. İç çamaşırı bir haftalık. Elimizdeki tek kanıt bu klavye. Kendimle ilgili bu kadar şey anlatmamış olsaydım 3 yıldır, belki inandırabilirdim birilerini. Sarı tüylü bir kedi olmadığımı kim söyleyebilir ama?

O kadar farklıyız ki gün içinde ve o kadar kendimiz değiliz ki hareketlerimizde. Ya da birinci tekil şahıs. Ya da aslında gerçek olan gün içindeki ben, botlarımı çıkardığımda sahte birine dönüşüyorum. Ama yine de bunu ihtimaller dahiline katmazdım. Sarı tüylü bir kedi olmam daha mantıklı bir seçenek.

Sadece son üç gündür kendimi 'yakından' gözlemliyorum, uzun zamandır yapmadığım bir şeydi. Korkulacak birşey yok, herşey gayet tanıdık, pek de bir şey değişmemiş. Sadece yanağımın kenarında küçük bir sivilce çıkmış. Çevrede bir şeyler değişiyor ve ben çok başarılı bir şekilde ayak uyduruyorum. Ama kahkahalar eşliğinde gülerken bir yerden kulağımda çınlayan "kötü espriydi, kabul et" cümlesi ben ben olduğum sürece asla değişmeyecek, bunu biliyorum. Sosyal bir insan oldum ama yolda hala kaldırım çizgilerine bakarak yürüyorum ve hala bindiğim toplu taşıma aracının güzergahından bihaber, ineceğim durağı insanlara soruyorum. İnsanları çok dinliyorum, sıradan şeyleri, ama bazen dinlemediğim belli olmasın diye sırıtıyorum da.

Aslında gayet hoş, çekilebilir bir insan oldum, ama bazen çok sıkılıyorum.

12 Aralık 2010 Pazar

A Ceux Qui Sont Malades Par Mer Calme

-Kar yağıyor buralarda. Ankara'nın merkezinde durumlar nasıl bilmem ama Beytepe denilen mekanda öğrencilerin kar topu oynayıp durduk yere uluyarak eğlendikleri doğru. Gece Mimi Wonka'yla 54 dakikalık bir telefon konuşması yaptığım için yurdun güvenlik görevlileri tarafından tutanak tutuldu şahsım adına. Yani tabi ki olayın Wonka'yla bir ilgisi yoktu ama o soğukta altımda şort, üstümde montla beni gören görevli bayanlar pek şaşırmış olacak ki kendimi bir anda içerde buldum. Tutanağımın sebebi ise kapıdan giriş çıkış yaparken kart kullanmammış. Gece 12'den sonra yurttan çıkış yapmak yasak olduğu için kenardaki kapıdan kart göstermeden çıkılması gerekiyormuş sigara vb ihtiyaçlar için ve bunu da bana kimse söylememiş. Pazartesi günü yurt müdürü tarafından çağırılacağımı, şöyle bir saat kadar her söylenene "peki efendim, bir daha olmaz efendim.." şeklinde yanıt vermem gerektiğini, korkacak birşey olmadığını söyleyip yatağıma gönderdiler. "Bu ne saçma şey! Hangi çağda yaşıyoruz efenim?" tarzı gereksiz çene aktiviteleri için halim olmadığını farkedip usul usul odama çekildim. Zaten 2 saat öncesinde 12 Aralık'a giriş yapmış bulunmuştuk ve Sinatra dinlemek için çok güzel bir günün başlangıcıydı tam da Sinatra'nın doğumgünü.


-Son 2 aydır uğraşmaktan zevk aldığım tek şey film-dizi ikilisi. Ne okuyorum ne de yazıyorum. Aslına bakarsan tüm suçu içinde bulunduğum şehire atmıştım ve bir kere yükü omzumdan attıktan sonra "gerisini şehir düşünsün" demiş rahatıma bakmıştım. Ama o kadar rahat değilim artık. Yavaş yavaş huzursuz oluyorum bu laubalilikten. Birşeyler izlerken fazla kafa yormama gerek kalmıyor sanırım. Çok düşünmüyorum ya da irdelemiyorum, sadece izleyip keyif alıyorum. Ama ne okumak ne de yazmak bu kadar rahat aktiviteler. Evet, 2 aydır odaklanma problemi yaşıyorum aslında. İlgim bir noktada sabit kalmıyor uzun süre. Zira birşeyler izlerken bile mutlaka önümde yiyecek kırıntılar oluyor. Biraz daha alışıp yerleşmem gerekiyor aslında bulunduğum yere. Yine de olan Céline'e oldu bu süreçte. Gecenin sonuna doğru trajikomik bir yolculuğa çıkmıştık kitabın başında ama şimdi sadece tıkanıyorum okurken, bırakıyorum elimden kitabı, Céline devam ediyor.

-Tüm bu enteresanlıklara rağmen uğraşacak birşeyler mutlaka buluyorum. İşaret dili öğrenmeye hevesliyim şu sıralar. Bölümde seçmeli ders olarak almadan önce bir giriş niteliğinde olsun diye fransızca kursuna başlayacağım. Kafamda sıraladığım birçok şeye bu sene el atma niyetindeyim aslında. Gelecek sene okumaya başlayacağım İngiliz Edebiyatı bu seneki gibi rahat geçmeyecek çünkü. Günde 3 saatlik dersler ve çerez tadında sınavlarla geçen senenin içine bir iki ufak kişisel başarı sıkıştırmak hiç de fena olmaz sanki.

-Bu şehrin güzel tarafı, sinemanın 15, tiyatronun ise 4 tl olması. İnsanı film konusunda download'a, tiyatro konusunda ise mabadını kaldırmaya teşvik ediyor. Tiyatro heves ettiğim ama asla birlik beraberlik içinde ortaya birşeyler çıkarma konusundaki beceriksizliğim yüzünden yanaşamadığım bir mevzu oldu her zaman. O yüzden zihnimden enteresan yazın fikirleri çıkana kadar izleyici koltuğundaki görevimi devam ettirmeyi düşünüyorum. İnsanların yapamayacakları şeyler de vardır Sayın Phaedrus..

-Bugün uyandığımda aklımdan geçen birşeyler vardı. Eğer insan hayatındaki bazı günler Yann Tiersen şarkılarıyla bütünleşmiş olsaydı, bugünün adı A ceux qui sont malades par mer calme olurdu. Bu kadar yani, görüşürüz..

20 Kasım 2010 Cumartesi

Öhöm.

25 Eylül 2010 Cumartesi

Kritik (Part 1)

Film kritiği koymayalı olmuş hayli, girişte laf salatasına takılmadan geçeyim diyorum, pek hoş şeyler biriktirdim doğrusu..

Beyond The Sea (2004)

Kevin Spacey'in yazdığı, yönettiği, yapımcılığını üstlendiği, başrolünü oynadığı, üşenmeyip bir de ost'de yer aldığı Bobby Darin'ın hayatının anlatıldığı biyografik, dramatik, ucundan kıyısından da müzikal bir film Beyond The Sea. Kevin Spacey'i sevmeyen var mıdır bilmiyorum ama takdir ettiğim bu adama gerçekten hayran olmamı sağlayan film Shrink'ti. Ve açıkça söylemek gerekirse, Kevin Spacey'i bir Shrink'te bir de Beyond The Sea'de bu kadar içten ve rolüyle kaynayıp bütünleşmiş gördüm. Shrink'in konusu ve Spacey'in karakterinin ruh hali, yapısı bu kanıya varmamda büyük etkendi tabi ki. Ama Bobby Darin rolündeki Spacey'in film boyunca ekrana ışık saçmasının sebebi başta da belirttiğim gibi filmin bir nevi çocuğu olması. Herşeyi üstlenmesinin verdiği heyecanla mıdır nedir çözemedim tam, ahım şahım bir film olmasa bile etkileniyorsunuz Kevin Spacey'i izlerken.

Konuyu anlatmama gerek yok. Müzisyen biyografilerinden bekleyebileceğiniz şeyler. Müzik, aşk, para, şöhret, inişler, çıkışlar vs.. Tabii konu Bobby Darin olunca ost de haliyle Bobby Darin şarkıları ağırlıklı oluyor, Kevin Spacey yorumlarıyla. Güzel de oluyor dinlemesi.

Sade, hoş, kafa yormayan, aksine müzikleriyle pek de neşelendiren bu filmle girişi yapıp, üstüne bir de izlemeden önce atıştırmalık niyetine birkaç parça dizip geçiyorum...

Kevin Spacey- Simple Song Of Freedom
Kevin Spacey- Beyond The Sea
Kevin Spacey- The Curtain Falls

J'ai Tué Ma Mére (2009)

"Biz annemizi tanımadan sevdik,
 Son bir hoşçakaldan sonra,
 Sevginin ne kadar derin olduğunu anladık."

Xavier Dolan'la tanışmamız, I Killed My Mother'dan öncesine dayanır aslında. (spoiler gibi birşey olabilir) Martyrs filminin ilk 10 dakikasında gözümüze çarpıp, akabinde korku dolu gözlerle, ağlayarak öldürülür, bir daha da görmeyiz zaten kendisini. Açıkçası mutfak masasında yığılıp kalan çocuğun 1 yıl sonra çok konuşulacak bu filmi yazıp yöneteceğini, üstüne de hafife alınmayacak birçok ödül toplayıp götüreceğini tahmin etmezdim. Şimdi kafamda o 10 dakikalık performansıyla değil de "annesini öldüren, bunu da gayet başarılı bir şekilde anlatan çocuk" olarak yer edindi. İyi de yaptı. Filmden biraz bahsedecek olursak; isminden yanlış anlaşılmasın, konunun cinnet geçirip 3. sayfa haberlerine çıkan bunalımlı gençlerle bir ilgisi yok. Bir anne-oğul (hatta bununla sınırlı kalmayıp genelleştirerek ebeveyn-çocuk da diyebiliriz) arasındaki inişli çıkışlı, çoğunlukla agresif ve saplantılı ilişkiyi anlatmış Dolan. Tabi ki beğenmeme rağmen muhteşem diyemem filme. İzlerken "şöyle değil de böyle bir diyalog olsaymış daha başarılı olurmuş bu kısım" dediğim sahneler oldu. Bazen abartı'lar, bazen de yetersiz'ler gördüm. Fakat Xavier Dolan'ın ilk yönetmenlik deneyimi olduğunu göz önünde bulundurursak (ki daha bu yaşta) bir muhteşemlik aramak da yersiz olur zaten. Ayrıca ilk yönetmenlik deneyimi olmasına rağmen samimiliğin dozunu çok iyi tutturmuş Dolan. Herşeye rağmen inandırıcılığını koruyor ana-oğul ilişkisi.


Aslında çoğu ebeveyn ve çocuğun arasındaki iletişim pek de farklı değildir filmdekinden. Tek farkı, bir tarafta bağıra çağıra söylenmek istenenler vardır, öteki taraftaysa sadece ağızdan çıkanlar. Sadece anne-baba-çocuk ilişkisiyle sınırlı değil, insanlar arasındaki birçok ilişkide vardır bu tutum. Saniyelik ruh hali değişimlerimiz çok farklı şeyler söyletebilir bize. Bir an karşımızdakine "seni seviyorum" derken 5 dakika sonra küçük bir hal, hareket, mimik, sözle ya da sadece kafamızdan geçen bir düşünceyle karşımızdakinin suratına bir tane patlatmak isteyebiliriz veya sadece "senden nefret ediyorum" diye bağırırız. Gündelik hayatta bu ani duygu değişikliklerini yansıtmaktan kaçınırız, sonuçta adı üstünde bunlar "ani" değişimlerdir, etkisi 5 saniye süren duygular. Yaratacağı sonuçları (anlık da olsa kırılan insanlar, başkalarıyla kurulan ilişkilerin pamuk ipliğine bağlı hale geleceği düşüncesi, bu tepkilerin dışarıdan kişilik bozukluğu semptomları olarak algılanacak olması fikri...) tahmin edebildiğimiz için çenemizi tutar ve odağımızı değiştiririz, bir süre sonra da unutup gideriz zaten. Bahsettiğim bu genel durum yüzünden filmi izlerken herhangi birinin "ne alaka şimdi niye bağırdı bu herif?" diye sorup burun kıvırması olağan. Bu yüzden, Hubert'ın yemek masasında annesinin dudağının kenarına bulaşmış krem peynire sinir olup sudan sebeplerle tartışma başlatması en başta garipsenebilir ama film ilerledikçe, Hubert'ın annesiyle olan ilişkisinin derinliklerinde tüm bu abartılmış tepkileri tetikleyen çözülmemiş sorunların yattığının farkına varıyor izleyen ama tüm bu sorunlara rağmen "Bugün ölseydim ne yapardın?" diye soran oğlu arkasını dönüp giderken sessizce "Yarın ölürdüm" diyen anneye de; hakaret dolu, şiddetli bir kavgadan sonra kendini banyoya kapatıp, el kamerasının karşısına geçerek "çılgınlık bu, biri onu incitirse o insanı öldürürüm, kesinlikle" diyen çocuğa da sempatiyle bakıyor ve başta da söylediğim gibi çiçeği burnunda yönetmenimizin basit ama gerçekten samimi bir film yapmaya çalıştığına kanaat getiriyor.

Toparlamak gerekirse, J'ai Tué Ma Mére; gerek konunun sadeliği, anlatımın rahatlığı, gerekse müzik seçiminin yerindeliğiyle şöyle sakin bir akşam bir fincan çayla oturup izlenilecek bir film. Xavier Dolan ise takdir edilip, yer imlerine eklenerek gelecekteki projeleri takip edilesi bir yönetmen/oyuncu.

Roman Polanski: Wanted And Desired (2008)

Roman Polanski; kimine göre büyük yönetmen, kimine göre kaçık bir tecavüzcü, kimine göre bir aranan, kimine göre ise bir arzulanan... Kişiliğini sevin ya da sevmeyin ama bir Repulsion'ı, bir Chinatown'ı izlerken Polanski'nin yönetmenliğinin hakkını verin. Belgeseli izleyene kadar yönetmenin özel hayatıyla ilgili pek de bir bilgim yoktu. Hamile karısının Charles Manson fanatikleri tarafından vahşice öldürüldüğü ve 13 yaşındaki bir kızla cinsel ilişkiye girdiği için dava edildiği konuları hakkında çok yüzeysel bir bilgim vardı. Çok da deşelememiştim, soran olursa "Bitter Moon gibi film izledim, bana ne adamın özel hayatından" der geçerdim. Ki hala da geçmişini umursamadan izler, severim Polanski yapımlarını. Amacım da Polanskiyi kakalamak ya da göklere çıkarmak değil. Ancak bu belgeselde, yönetmenin karısının ölümünden sonra başına gelenleri, dava sürecini gerçekten iyi araştırılmış ve sunulmuş bir şekilde izliyorsunuz. Bu yüzden filmin yönetmeni Marina Zenovich'i de ayrıca takdir etmek gerek. Belgeseli izledikten sonra -belki Polanski'nin röportajlardaki tavırlarından, belki Samantha Geimer'ın (Polanski hakkındaki) rahatlığından, belki de olayların basının yansıttığından, kamuoyunun algıladığından çok farklı geliştiğine kanaat getirmemden olacak- Polanski'ye karşı herhangi bir ayıplama geçmedi aklımdan, ya da " 30 sene sonra da olsa çeksin cezasını pis köpek" şeklinde yorumlar yapmadım (Samantha'nın ve annesinin olaylar olmadan önce Polanski ve çevresine karşı tutumlarının da etkisi oldu bu düşüncemde). Geimer tarafından bile affedilen bir adam hakkında ahlak polisliği yapmak en azından kişisel ahlak anlayışıma pek de uygun düşen birşey değil. Her neyse, Polanski'ye aşina değilseniz, tavsiyeme uyup da şöyle bir Bitter Moon izleme düşünceniz de varsa, önce bu belgesele göz atmanızı tavsiye ederim (tabi yönetmenle ilgili sözlüklerdeki yorumları filmden sonraya bırakmanızı da...).

Çukurnot: Belgesel boyunca birkaç kere ekranda görünerek uzun ve boş bakışlarıyla insanı bir anda kahkahaya boğan muhabir Furnell Chatman ise filme ayrı bir hava katmış doğrusu..

Synecdoche, New York (2008)

Charlie Kaufman'ın ilk yönetmenlik deneyimi New York Yanılsamaları. Aslına bakarsanız film hakkında anlatabileceğim pek de birşey yok. Sıralayabileceklerim; başrolde Phillip Seymour Hoffman'ın olduğu ve başarısız bir tiyatro yönetmenini canlandırdığı, filmin çok yorucu, ağır ve bazen de bunaltıcı bir yapısının olduğu, bu yüzden de ikinci bir tekrar gerektirdiği, ağır ve umutsuz replikler cennetini andırdığı vs.'lerle sınırlı. Bu noktada da filmi anlatmak için debelenmek yerine boşluğu repliklerle doldurup hemen bir sonraya atlamaktan başka çarem kalmıyor. Kesinlikle uygun bir ruh halinde izlenmesi gerekir yoksa ya uyutan ya da ekran başında çıldırtan bir filmden ibaret kalır.


"Kimin ki şu an evi yok, asla da olmayacak. Kim ki yalnız, yalnız kalacak. Okuyacak, oturacak, akşam çökünce uzun mektuplar yazacak. Ve volta atacak yollarda, yorulmak bilmeden. Ve etrafında yaprak döken ağaçlar olacak.."

"Herşey senin düşündüğünden daha karmaşık. Doğru olanın sadece 10'da 1'ini görüyorsun. Verdiğin her karardan etkilenecek milyonlarca şey var. Her seçim yaptığında hayatını mahvedebilirsin. Ama belki de aradan 20 yıl geçer ve sen asla ama asla neden böyle olduğunu anlamayabilirsin. Ve doğru işi yapmak için yalnızca tek şansın vardır. Sadece dene ve kendi ayrılığının nedenini bulmaya çalış. Ve kader diye birşeyin olmadığını söylerler ama herkes kendi kaderini belirler. Ve dünya ne kadar uzun süre devam ederse etsin sen sadece saniyelik bir zaman dilimi için buradasın. Zamanın büyük bir kısmı ölüyken ya da doğmamışken harcanır. Ama yaşamak varken, sen, birinin gelip herşeyi düzeltmesini bekliyorsun. Bir telefon için, bir mektup için ya da bir bakış için yıllarını harcıyorsun. Ve gelecek gibi görünmesine rağmen asla gelmiyor. Sonuçta zamanını hayal meyal bir pişmanlık ya da gerçekleşmesi imkansız bir umut ile geçiriyorsun. Sana bağlılık hissettiren birşey... Kendini bir bütün hissetmeni sağlayan şey... Gerçek şu ki...çok kızgınım... Ve gerçek şu ki...çok mutsuzum... Ve gerçek şu ki çok yalnız kaldım ve çok uzun süre acı çektim. Ve yalnız kaldıkça, bütün bu süre zarfında iyiymiş gibi davrandım. Nedenini bilmiyorum. Belki herkes kendi dertleriyle ilgilenirken benim zavallığımı duymak istemediği için. Pekala, herkesin a.ına koyayım. Amen!"

"...Sana tapan insanlar tapmayı bıraktıkça, öldükçe, yollarına devam ettikçe, sen onları çıkarıp attıkça, kendi güzelliğini, gençliğini çıkarıp attıkça, dünya seni unutmaya başladıkça, sen fani olduğunu farkettikçe, özelliklerini bir bir kaybettikçe, seni artık kimsenin izlemediğini, aslında eskiden de hiç izleyenin olmadığını öğrendikçe sadece sürmeyi düşüneceksin. Nereden geldiğini veya nereye gideceğini değil.. Sadece süreceksin, vakit öldüreceksin. Şimdi buradasın, 7.43. Şimdi buradasın, 7.44. Ve şimdi...yoksun."

The Virgin Suicides (1999)


Bir kitap uyarlaması olan The Virgin Suicides; oldukça muhafazakar, bir o kadar da baskıcı bir anneye ve karısının otoritesi altında ezilen pasif bir babaya sahip olan 13, 14, 15, 16 ve 17 yaşlarındaki 5 kızın hayatını, bu hayatı karşı caddedeki evden takip eden bir grup oğlanın gözüyle anlatan bir Sofia Cappola filmi. Kirsten Dunst 'a bayıldığımı söyleyemem ama Lux Lisbon'u canlandırdığı performansını takdir etmeden de geçemedim. Film; kardeşlerin en küçüğü, 13 yaşındaki Cecilia'nın intihar girişimiyle başlar. Yavaş yavaş kızların yaşamlarına konuk oluruz bazen evin içinden, bazen de takıntılı oğlanların gözünden. Spoiler olarak gelebilir ama zaten olay filmin başında gerçekleştiği için büyük bir kayıp olmaz diye düşünüyorum. İntihar nedeni açıklanmadan (filmin ortalarında izleyici bir kanıya varabiliyor ancak), kardeşlerin en küçüğünün ölümüyle gelişir olaylar. Tüm aile için yıkıcı olan bu olaydan sonra çevreden gelen yorumlarla anne baba otorite düşkünlüklerinden tavizler vermeye başlarlar -en azından taviz verdiklerini düşünürler. Yine de Lisbon ailesinin tüm mahalleye konu olan vukuatları en küçük kızın intiharıyla sınırlı kalmaz. Film boyunca kalan dört kızın otoriter ebeveynlerinden kurtulup özgür olmak için verdikleri mücadeleye tanık oluruz. Gençlik filmi olarak görünmesine rağmen (Air 'ın da soundtrack katkılarıyla) aslında gayet rahatsız edici ve huzursuz bir film The Virgin Suicides. Pencereden teleskopla kızların yatak odalarına bakan oğlanlardan biri olabiliyorsunuz ya da Aerosmith plağını yakmamak için annesine yalvaran Kirsten Dunst. Sonunda tüm olanlara kesin bir anlam yükleyemeden bitiriyorsunuz filmi. Yine de izletiyor kendini.

*

Saat sabah 2:54 ve 5'te Ankaraya doğru yola çıkacağım. Daha eklenecek çok film var ama zaman yok. Yazının ikinci partını 3 gün sonra Ankara'dan döndüğümde düzenleyip yayınlarım. Şimdilik bu kadar.

Çukurnot: Beyond The Sea dışında çok rahatsız bir liste oldu, 2. partta telafi ederim artık..

31 Ağustos 2010 Salı

"Sakın kimseye birşey anlatmayın. Herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra."

Çevremde gördüğüm şeylerden sıkıldığım anlarda, sağıma ya da soluma uzandığımda okuyabileceğim bir kitaba erişebilme ve bu süreçte de başka hiçbir şeye ihtiyaç duymama lüksüne sahip olduğum gerçeğini bilmek birazcık da olsa rahatlatıyor şu sıralar. Çok da rahat bir ruh haline geçiş yaptığımı söyleyemem, zira. Halbuki fena bir haftasonu da geçirmemiştim; denize girip, güneşin bağrında kumdan kale bile yapmıştım, işimiz bitince de kendimizi godzilla sanıp yarattığımız şehri yerle bir etmiştik. Kumdan kalelerin bile bir standartı vardır belki; her isme, her cisme hitap etmiyordur.


Birkaç senedir tanımakta olduğum bir kişiye dönüşme korkum olmasa, kafamın içindeki tüm hayalperest huylu tümörleri bir bir yok ederdim herhalde. Çünkü adamın teki çok doğru söyledi bir filmde.

"Things have been tough lately for dreamers."

Böyle bir kanıya varmam için çok ekstrem olaylara ihtiyacımın olmaması, aksine çok küçük bir gözlemlemenin ardından kafamda kurduğum devasa senaryo-fikir yumağı-düşünce ağının, ne denirse artık, zihnimde ne denli büyük bir sansasyon yarattığı gerçeği gerçekten çok gülünç. İşte bu yüzden hayalperest ruhlu beyin tümörleri yok edilmeli aslında. İçinde yaşadığımız dünya kesinlikle kafamızdaki kadar geniş değil, insanlarıysa ya ters ya fazla karmaşık. Kendi kendine var ettiğin hayal kırıklığı ise; herkesin birden bire doğaçlama yapmaya başladığı bir tiyatro sahnesinde apışıp, repliğini unutmak gibi. O kadar şairane ve o kadar trajikomik.

"Bazen hayatın takıldığı zaman vurarak düzelttiğiniz ve sonuna gelmek için ileri alabildiğiniz bir film şeridi gibi olmasını gerçekten isterim."



Son günlerde sürekli yoldayım. Yarım saatlik otogar kafelerinde içilen çay ve sigara molasından sonra 3-5 saatlik yolculuklar yorucu oluyor çok, ama otobüslerde uyuyabilen biri değilim. Ne kadar yorgun olursam olayım gözlerimi kapatıp uyuyamıyorum. Müzik dinleyip dışarıyı seyretmekten başka hiç bir şey işe yaramıyor, yoksa mide bulantısı ve kusma düşüncesinin ağızda bıraktığı kekremsi tatla berbat bir zaman geçiriyorum. Cam kenarında yer olmasa bile yanımdaki insanlara gerçekten inandırıcı bir biçimde "az sonra o şık tişörtüne midemi çıkardığımda bana yerini vermediğin için çok pişman olacaksın" izlenimini verebiliyorum. Eğitimini almadım ama rol yapma sanatı insana birçok kritik durumda yardım edebiliyor.

Bu gece Ankara'ya gidiyorum okul ve yurt kayıt işlerini ayarlamaya. Bölüme birinci olarak girseniz bile orda burda bir "torpil amca"nız olmadığında yurt başvurularınız pek de göz önünde bulundurulmuyormuş, bu sabah öğrendim (Hergün Kızılay'dan Beytepe'ye gitmek için sabahın köründe kalkıp yola çıkacağım düşüncesi çok oturdu mideme). Gün içinde, yolda Kansas- Carry On Wayward Son ve türevleri ideal yol playlistini oluştursa da gecenin bir yarısı 6 saatlik Ankara yolunda sadece Abel Korzeniowski eli değmiş A Single Man soundtrack'lerini dinlemeye karar verdim, belki insanların ışıktan rahatsız olmayacakları tutar da Holden Caulfield'i 76 yaşında New York'u tekrar keşfe çıkartan aptalın kitabını bile okuyabilirim.


Bunların dışında pek bir değişiklik yok. Alkol arıyorum sürekli, iyi geliyor, ayıkken çoğu şey sıkıcı görünüyor gözüme. Tüm günümü My Name Is Earl izleyerek geçiriyorum, şu sıralar izlemekten en çok keyif aldığım dizi oldu. Karakterlerin salaklıkla karışık komikliği izlerken hiç yormuyor. Suratımda saçma bir sırıtmayla izliyorum, soundtrack tercihlerine de hayran kalarak.. Şöyle bir düşünüyorum da, gerçekten, son zamanlarda kafamdaki tıkırtıları, göğsümdeki bulantıyı unutturan ve 25 dakika boyunca keyifli hissettiren 1-2 şeyden biri bu dizi. Ve özelikle o repliği;

-Hey Earl!
-Hey Crab Man!

14 Ağustos 2010 Cumartesi

Çukurnot:

Bu sabah resmi olarak Hacettepe Üniversitesi- İngiliz Dili ve Edebiyatı öğrencisi olduğum gerçeğini öğrendim ö'lü s'li y'li m'li bir siteden. "Sağol şekerim" dedim siteye, kapattım sonra. How I Met Your Mother 4. sezonu sıraladım gom player'a. Bir elimde Nesquik mısır gevreği, diğer elimde Dimes Çiftlik sütüyle her zamanki popo izli koltuğuma gömüldüm ve yerimden saatlerce kalkmadım. Hala da birşeyler kafama dank etmiş değil. Şu an gecenin 2'si, ve yanımda tirbuşonu takılı bir Kayra-Cumartesi var. Peynir ve üzümümü de kenara koydum. Sabahlayıp, o şişeyi bitirip, gece boyunca Mimi Hanımla yeni planlar yapıp, ayyaş manifestosu falan hazırlamayı düşünüyorum. Ne zaman kendime gelip, olan bitenin farkına varacağım? Cumartesi günü annem balkona hazırladığı kahvaltı için seslenip, abim başıma üşüşerek gıdıklayarak uyandırdığında ve (1 aydır ağzıma bile almamama rağmen cumartesi sabahı için istisna yapacağım) sabah kahvemden bir yudum aldığım zaman herşey dank edecek, böyle filmlerdeki gibi..

4 Non Blondes- What's Up

Tüm gün kulağımda bu şarkı vardı, bilmiyorum daha önce paylaştım mı ama kesinlikle kendinden geçip kocaman, böyle 32 dişin olmasa bile 32 diş birden sırıtmana yol açan şarkıdır bu. Çok güzeldir yahu..

8 Ağustos 2010 Pazar

Çağrışım


Buena Vista Social Club- Chan Chan

Bu şarkıdan başka bir çağrışım da yapamazdı fotoğraf. Dinleyin, sevin, sonra albümünü indirin, sonra belgeselini indirip 80-90 yaşındaki müzisyen dedelerle Havana sokaklarını karış karış gezin. Her dinleyişte, insanın tüm hücrelerini Küba aşkıyla dolduran enfes müzik..

Günün Posası:

Bugün yolda giderken önümden geçen otobüsün içinde başbaşkanın tüm Isparta halkına el sallaya sallaya selam ettiğini görünce, orta parmağımı kaldırırcasına ben de selamladım onu, biraz uzağımdaki polislerse hödük gibi otobüse bakan kıza sadece sırıttılar.

2 Ağustos 2010 Pazartesi

John Lennon- Woman

"İnsanlar aşka değil aşık olma fikrine taparlar." cümle buydu ya da bunun ayarında birşeydi sanırım. Ya bir film repliğiydi ya da film repliği tadında biri söylemişti, tam hatırlamıyorum. Aşkın göreceli bir fantezi olduğunu düşündüğüm için -daha doğrusu bu yaşta düşündüğüm için- kendime kızmıyor değilim ama evet, ben de çevresinde birbirinden memnun ve birbirine saygısını yitirmeyen çiftler bulunmayanlardanım. Yazdıklarımı okuyan ve mutlu bir ilişkisi olan biri varsa söylediklerimi ciddiye almamalı, zira bunları yazan hödük zaten hayatında böyle bir tecrübeyi yaşamaya cesaret etmemiş biridir ve dolayısıyla atıp tuttuklarının güvenilirliği bir hayli tartışılır. Fakat en yakınımdan en alakasız olduklarıma kadar birbirini delice sevdiğini söyleyip de en gergin anlarda bile birbirine karşı temkinli yaklaşan, saygısını koruyan bir çifte hiç rastlamadım. Buna anne-babam da dahil, samimi arkadaşlarım, akraba çevrem, aksini aklımın ucundan bile geçirmediğim tanıdıklarım, çok çok yakıştırıp takdir ettiklerim, mutlu olmalarını gerçekten çok istediğim çiftlerin hepsi... Sanırım bu; birçok insanın sevdiğini ve sevildiğini düşündüğünde, bunun karşısındakini pek bir düşündüğü için değil de en çok yalnız kalmaktan korktuğu için biriyle beraber olmak istediği gerçeğini kabul etmemesiyle alakalı. Yani kabul edelim, bu sırf seviştiğimiz insanlarla yaşadığımız ilişkiler için geçerli değil, yaşadığımız birçok çeşit ilişki için geçerli, birini yanımızda istememizin ya da birinin yanında olmak istememizin en önemli sebebi kendimizi, en çok da kendimizi sevmemiz ve düşünmemiz. Üzgünüm, aşka inanmadığımdan değil (bir insan için en yaratıcı ve en mükemmel fantezi olduğunu iddia ederim), sadece sırf kendimizi herkesten, herşeyden daha çok sevdiğimiz için başka bir kimseyle hayatımızın geri kalanını mutlu mesut, sevgi ve saygı dolu günler içerisinde geçireceğimiz düşüncesi hiç inandırıcı gelmiyor artık. Evlilik ve bir aile kurma düşüncesinden çok daha öncesinde vazgeçmiştim zaten, şimdiyse ömrünün geri kalanını başka biriyle mutlu bir şekilde geçirme düşüncesinden vazgeçiyorum. Hayatta herşeyin tadımlık olması fikri ilk başta carpe diem izlenimi yaratabilir, ama değil, gerçekten... Sadece kendimizi iyi hissettirecek mutlu anılar toplamaya çalışıyoruz 60-70 yıl boyunca, daha fazlası değil.

Bazı fikirlerden vazgeçtiğimi söylüyorum, bunlardan ebediyen vazgeçtiğimi değil. Nasıl ki bundan 5 yıl sonra kendimi belli bir yerde göremiyorsam, bundan 5 yıl sonra ne düşüneceğimi kesinleştirip garantisini de veremiyorum. Bu yüzden "ömrünün geri kalanını başka biriyle mutlu bir şekilde geçirme düşüncesi" hakkındaki fikirlerimden şu an bile kuşku duyuyorum. Ama "evlilik ve bir aile" bundan 10 yıl sonra bile aynı şekilde kalır gibi sanki..

Gerçekten bu cümleleri başkaları adına kurmuyorum. Kendi sınırlarımı değerlendiriyorum sadece. Karşıma geçip "yıllardır beraberim ve bir saniyesinden bile pişman değilim" dersen söyleyecek birşeyim zaten olmaz. En başta da söyledim, kendime baktığım zaman tüm riskleri alıp böylesi bir tecrübenin ne sorumluluğunu alabilecek ne de ona atılabilecek cesarete sahip birini görüyorum. Sanırım, bir insanın bireyselliğini, şahsi özgürlüğünü, kişisel iradesini bir çift olarak yaşayıp bir çift olarak hareket etmekten daha ön planda tuttuğum için böyle. Zaten sırf bana bıraksan fantezi dünyasında tanrıcılık oyununu, eline gitarını alıp karşıma geçerek John Lennon-Woman söyleyen kişi için uğruna vazgeçtiğim şeylerden vazgeçip bütün tabularımı yıkarım. Dediğim gibi, sadece sınırlarımı değerlendiriyorum şu an.

27 Temmuz 2010 Salı

The Importance Of Being Idle*

Sadece aylaklık yapıyorum. Çok zevkli birşeymiş, çok da özlemişim. O da beni özlemiş. Tom Waits de özlemiş beni. Müzik, çok harika birşey aslında (Bu cümleyi Oğuz Haksever tonunda söylediğimi düşün). Saçma sapan şeylerden bahsedip canını sıkmıyor insanın, garip yükler bindirmiyor omzuna, ağır olanlarından. Her ruh haline göre, seni memnun etmek için şekilden şekile girebilitesi var.

Bilemiyorum, aylaklığın verdiği rahatlıkla da olabilir, çevremde gelişen olaylara pek şaşırmıyorum, birileri şikayetlerle, "olmaz ama böyle"lerle gelirken tek yapmak istediğim, Tom Waits Bey'in "bir fıçı burbonda ıslatıldıktan sonra beş ay tütsülenmiş ve ardından da bir arabanın altında çiğnenmiş" sesiyle kafamı dinlemek. Ve nedense kendimi Oasis* klibindeki Rhys Ifans gibi hissettim bu cümleden sonra.

Anlatacak, tavsiye edecek onlarca film izledim aslında ama filmler hakkında birşeyler anlatmak için klavye başına oturduğumda "bunu izle, bunu izleme, bu baya klas, bundan bi bok olmaz, şunu da izle, hadi öptüm." deyip "kaydı yayınla" ya tıklamaktan korkuyorum. Bu işi gayet de güzel yapan tiplerin varlığı rahatsız edici. Ama tabi bir de kıçımı kıpırdatmaya üşenmemin yanında, beynim harıl harıl çalışarak önümdeki her aktivite için mükemmele yakın bahaneler üretirken klavyenin başına geçmek her zaman için tercih edilen olmuyor (Uzun cümleleri ise okuyanın kafasını karıştırıp ne fevkalade, ne süperzeka, ne eşi benzeri bulunmayan bir hatun olduğumu göstermek için kurmuyorum, yayınladığımda gözüme uzun görünen cümlelerden oluşmuş uzun paragraflar beni mutlu ediyor. Kendime 3. şahıs kimliği verip yazıyı baştan aşağı 4-5 kere okurken suni bir tatmin olma hissiyatı içine giriyorum).

Babamla yaptığımız "şehirdışı dnr keşifleri"nde en son uğradığımız yer olan Antalya-Bilmem ne AVM DnR'ından aldığım son kitapların ("bir bok varmış gibi önceden aldığın ama hala kitaplıkta süzülen onlarca kitap dururken yenilerini almak neyine?" sorusunu her ne kadar kendime sık sık soruyor olsam da, pembe elbiseli, beyaz, dantelli çoraplı, saçları örgülü şımarık kız çocuğunun sırf seyretmesi güzel diye yeni aldığı her bebeği yatacak yer kalmayıncaya dek yatağına dizmesi gibi, o kitapların hepsinin raflarda değil de kanatlarım altında olduğunu bilmek içimi rahatlatıyor diyebilirim.) listesini çıkaracak olursak;

Tezer Özlü- Yaşamın Ucuna Yolculuk (itiraf etmek gerekirse bunu sırf ismi Céline'in Gecenin Sonuna Yolculuk'una benzediği için aldım, belki biraz da birinin zevkine güvendiğim için)

Oriana Fallaci- Doğmamış Çocuğa Mektup (Boşu boşuna aldığımı farkettiğimde çok geçti, almıştım. Hayır internette bol keseden atan salaklar, motosiklet temalı o müthiş mektup bu kitapta değil! Şahsen mektubun, varoluş karmaşasını çoktan aşmış, uzun, beyaz sakallı, bir dağ evinde yaşayan, sallanan koltuğunda oturup gün boyu piposunu tüttüren bir bey tarafından oğluna verilmek üzere yazıldığını, yolda da postacının yanlışlıkla mektubu düşürdüğünü düşünmekteyim. Öyle garip teorilerim var, bir ara tartışırız..)

Ryu Murakami- Şeffaf Mavi (Ve sonunda Murakami'yle kavuşuruz...)

John David California- 60 Yıl Sonra (Biliyorum, Salinger şu duruma tanık olsa gözünden sarkan tüm kurtçukları canlı canlı yedirirdi bana, ya da söve söve mezarına dönerdi ya da ayaklanmaya bile tenezzül etmezdi, farketmez. Ama dürtüyor bir şekilde o rafta öyle melül melül..)

Tüm bunlar, dolapta boşalttığım yeni gözde duran, bir hafta öncesinde Denizli'de bir sahaftan topladığım kitapların yanında çok hoş duracaklar. Ve hayır, verdiğim izlenimin aksine hepsini yerleştirdiğim sıraya göre okuyorum, aferin.

Yazacağım, inan bana, adam akıllı birşeyler çıkacak bir gün bu kafadan, mevsimsel aslında... gerçekten bak...peheyy...

25 Haziran 2010 Cuma

Oldies But Goodies

Kırmızı babetlerimle en havalı eteğimi kapıp geliyorum!

24 Haziran 2010 Perşembe

Nerede Kalmıştık?

(Öyle biryerlerde kalmışlığımızdan ya da süpersonik biçimlerde devam edeceğimizden değil aslında, afili göründüğü için yazılmış bir başlık.)

Selamlar sevgili blogger, ben buralarda yokken umarım günlerin güzel geçmiştir, eğlenmişsindir. Gerçi benim varlığımla veya yokluğumla ilişkilendirdiğim bi durum değil tabi ki eğlenmen, günlerini mutlu geçirmen falan, kimsenin mutluluğunun, üzüntüsünün sorumluluğunu alacak biri gibi hissetmiyorum şu sıralar (şımarık). Neyse sen yine de iyi ol; güzel temenni.

Çok özel, eşi benzeri bulunmayan bir insan olmama rağmen nedense "1 yıl eşek gibi çalışıp girdiği sınavdan sonra kendini boşlukta hisseden ergen" durumunu hissetmeye başladığımı itiraf etmem gerekir. Ama bu eziyet, kaçırdığım dizilerin (house olsun, mad men olsun, himym, the big bang theory vs vs) rapidleri tamamlanana kadar sürüp sonra beni 24 bölüm boyunca rahat bırakıyor.

Özlediğim şeyleri yapıyorum. How I Met Your Mother izlerken çerez-bira götürmek, The Big Bang Theory izlerken tıkınmak, Mad Men izlerken karpuzlu votkayla jelibon keyfi sürmek, 4-5 kere tavaf edilen seri şeklindeki filmleri seanslar halinde bir güne yaymak, "zamandan bol ne var" mantığıyla her gördüğüm grubu yer imlerine ekleyip diskografilere göz gezdirmek, kafadan yaz için okunacaklar listesi yapıp dolaba sırasıyla yerleştirip kitaplarla oynaşmak, sabahın 8'inde ayaklanıp yürüyüşe çıkmak -ki akşam da 45 dakikalık yürüyüş için playlist hazırlama keyfi vs vs... Kesinlikle sıkılmıyorum, yani tamam şunun şurasında sadece 3 gün geçti ama her an yapacak yeni birşey bulabilirmişim gibi geliyor, o derece yaratıcı bir ruh hali..

Tüm bunlara rağmen geçireceğim şu 3 ayın şu ana kadar yaşadığım en boktan yaz tatili olabileceğinin de farkındayım. Kafamı az çok bozduğunun yeni yeni farkına vardığım beklenilen sınav sonucum, şiddeti şimdilik durulmuş, lehimde sonuçlanmasını umduğum sürpriz tartışmalara ev sahipliği yapacak olan bölüm-şehir tercihlerim yeterli olur gibi bu durum için.

Uzun zaman önce alıp da elimi sürmeyi unuttuğum Boris Vian- Kızıl Ot kitabımın bekaretini bozup 70-80 sayfa ilerledikten sonra 19:40 sularında elimden bırakıp akabinde winampa hakkı verilesi grup Piano Magic 'in The Troubled Sleep Of Piano Magic albümünü attım. Luxembourg Gardens eşliğinde lastfm'in uzun zamandır önerdiği ama malum sebeplerden başına oturup inceleyemediğim gruplara bakıyorum. Bir grubu dinlemeye herhangi bir albümü playlistte sırasıyla çalarken başladığımda her ne kadar sonradan sevecek olsam bile ısınamadığımı düşünecek olursak (istisnalar yok değil tabi ki), sırf bu yüzden en çok dinlenen şarkılar hakkında fikir sahibi olmak adına SoulSeek denilen ilahi programı da aynı anda açıp mutlu bir şekilde önerilere göz gezdiriyorum. Neyse.
***

Son zamanlarda duyduğum en samimi itiraftır sanırım bu satırlar; "... Şefkate karşı gösterilen bu tepki, başkalarının yargılarından duyulan bu kaygı, yalnızlığa doğru atılan adımlardı bunlar. Korktuğum, utandığım, hayal kırıklığına uğradığım için, kayıtsız kahramanları oynamak istedim. Bir kahramandan daha yalnız ne vardır?" (Boris Vian-Kızıl Ot/80)

Kayıtsızlıkla duyarlılık arasında bir yere koymaya çalışıyorum şu sıralar kendimi. Tam olarak bir tarafa sabitlenemediğim için üçüncü seçeneği göz önünde bulundurmaktayım. Üçkağıtçılık. İşine gelene burnunu sokup, işine gelmeyene burun kıvırmak bir nevi buradaki üçkağıtçılık. Böyle bir durumda kahramanlık taslamanın Don Kişot'luktan farksız olacağını kabullenmiş olmalıyım ki o kabullenmenin verdiği dayanılmaz hafifliğin kafada yaptığı dumanla tüm düşüncelerim birbirine girmiş durumda. Kafamda milyonlarca şey vardı ama vaziyeti benden çok daha iyi ifade edebilecek satırlara rastladım yine Kızıl Ot'ta. Boris'in kerameti..

"...Birbirimizi iyi anlayalım. Bir taraftan, özgürleştirdi beni lise, çünkü kendi ortamlarınınkinden türemiş alışkanlık ve takıntıları, benim çevreminkilerle aynı olmayan insanlar görme imkanı sağlıyordu bana; bu da sonuçta beni, kendi kişiliğimi oluşturmak için, bütünden kuşku duymaya ve hepsinin arasından beni memnun etmeye en elverişli olanları seçmeye itti... Diğer taraftan, Bay Perle'yle bahsettiğim bazı ayırdedici özelliklerin güçlenmesine katkıda bulundu; kahramanlık arzusu bir yandan, fiziki zayıflık diğer yandan, ve ikisinden birine kendimi tamamen bırakmaktaki beceriksizliğimin doğal sonucu olarak hayal kırıklığı.

-Kahramanlık isteğiniz birinci sıraya göz dikmeye itiyordu sizi.

-Ama tembelliğim oraya ulaşmamı engelliyordu durmadan... İstikrarsız bir denge bu. Yıpratıcı bir denge. Etki eden tüm kuvvetlerin sıfır değerinde olduğu bir sistem, çok daha uygun gelirdi bana... İkiyüzlülüğüm arttı sadece. Niyetini gizlemek anlamında değildi ikiyüzlülüğüm; yaptığım işlerle sınırlıydı. Yetenekli olmak şansına sahiptim, ve en ufak bir gayret göstermeden ortalamayı geçebildiğim halde çalışıyormuş gibi yapıyordum. Ama yetenekliler sevilmez.

... On altı sene...kıçım kaskatı bankların üzerinde geçen on altı sene... dümenlerin ve dürüstlüğün birbiriyle nöbet değiştirdiği on altı yıl, -on altı sıkıntı yılı- ne kaldı geriye? Kopuk kopuk hatıra kırıntıları... ekim başında yeni kitapların kokusu, resimleri yapılan yapraklar, uygulamalı çalışmalarda doğranan kurbağanın formol kokan iğrenç karnı, tatile çıkacakları için öğretmenlerin de insan olduklarının farkına varıldığı ve sınıfların tenhalaştığı yılın son günleri. Ve sınavların öncesinde, sebebi hiç bilinmeyen bütün o büyük korkular... Bir alışkanlıklar düzenliliği... bununla sınırlıydı. Ama biliyor musunuz, Bay Brul, çocuklara on altı yıl süren bir alışkanlıklar düzenliliği dayatmak alçakçadır? Zaman çarpıtılıyor, Bay Brul. Gerçek zaman mekanik değildir, hepsi birbirine eşit saatlere bölünmez... gerçek zaman, kendi içimizdedir... her sabah yedide kalkın... öğlen yemek yiyin, dokuzda yatın... ve asla kendinize ait bir geceniz olmayacak... ve denizin alçalmayı bırakıp durduğu, yeniden yükselmeden önce gece ve gündüzün birbirine karışarak birleştiği ve tıpkı okyanusa kavuşan nehirlerin yaptığı gibi bir coşku seti oluşturduğu, dingin bir zamanın var olduğunu asla bilmeyeceksiniz. On altı yılımın gecelerini çaldılar benden, Bay Brul. Başka şeylerin yanı sıra.. onları da çaldılar... Amacımı çaldılar benden, Bay Brul. Beşinci sınıfta, altıncı sınıfa geçmenin tek hedefim olması gerektiğine inandırdılar beni... son sınıfta, bitirme sınavını vermem gerekti... ve daha sonra bir diploma... Evet, bir amacım olduğunu zannettim, Bay Brul... ve hiçbir şeyim yoktu.. Başı sonu olmayan bir koridorda, bazı budalaların arkasına takılıp, başka budalaların önünde ilerliyordum. Size zorlanmadan yutturmak için, acı tozların kapsüllere konulması gibi, diploma denen eşek postlarıyla kaplanıyor hayat... ne ki, Bay Brul, hayatın gerçek tadını tercih ederdim, bunu artık biliyorum... İşte bu yüzden hile yaptım. Kafesinin içinde düşünen birinden başka bir şey olmamak için.. hile yaptım, çünkü ne de olsa orada tepkisiz kalanlarla beraberdim... ve bir saniye bile erken çıkmadım oradan. Kuşkusuz, baş eğdiğimi, onlar gibi yaptığımı sanabilirlerdi, ve bu da başkalarının düşündüklerinden duyduğum kaygıyı gideriyordu. -Mamafih, bütün bu zaman, başka yerlerde yaşıyordum... ben bir tembeldim ve başka şeyler düşünüyordum..."

Evet, sanırım bu kadar. Biraz daha kıçımın üstünde rahatça oturmaya alıştığım zaman uzun uzun kendi cümlelerimi kurarım sanırım. Şimdilik başka başka adamların benim yerime, söyleyeceklerimi az çok ifade ettikleri sayfalardan alıntılar yapıp hazırcılığın tadını çıkarıyorum. Sonra uğrarım yine blogger, bir iki de sen karalamışsan onları da okurum. Tamam, tam olarak bu kadar, görüşürüz..

(Ayrıca abimin yırtıcı ama bir o kadar da sevimli kedisiyle evde başbaşa geçirdiğim 6 saatten sonra, şu an kendimi süperman gibi hissediyorum, kolu tırnak çizikleriyle süslenmiş kırmızı ojeli süperman.)

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Çukurnot:

Çok güler oldum kendime son zamanlarda. Ne zaman ciddi birşeyler söylesem, içimden koca bir Gregorian korosu "hadi ordan!" diye bağırarak oktav çıkıyor. Saatlerce car car çene çalarken anlattığım şeylere sonradan hiç de katılmadığımı farkediyorum. Karşımdakilerle bir ilgisi de yok, ağzımdan çıkan şeylerle aklımdakiler birbirini tutmuyor sadece. Ya laf salatası yapıyorum, kayda değer birşeyler çıkmıyor ya da zihnimi beklemeye alıyorum tepkisiz kalıyorum. Gerzekçe.. Annem olsa "kitap okumuyorsun, ondan böyle" derdi. Ama bu; bana, bir ay sonra gireceğim sınava ve kitaplığımda bekleyen kitaplara büyük haksızlık olurdu. Woody Allen filmlerinden fırlamış ne istediğini bilmeyen, tatminsiz hatunlar gibi oldum. Bu durum üzerine sık sık düşünüp, hal ve hareketlerime bir çeki düzen vermek adına, baktıkça aklıma gelmesi için sol elimin işaret parmağıyla baş parmağı arasındaki yere olağanüstü boyutta bir ünlem işareti çizdim. Şimdilik böyle, sanırım...

15 Nisan 2010 Perşembe

Merhabalar...


Baharın gelmesi ve kafamın %35 oranında rahatlamasıyla birlikte zaten suratına bakmadığım blogumun görüntüsünde bir değişiklik yapma kararı alıp o değişikliği yaptım. Eski düzenimi sevmediğimden değil ama açgözlülüğümden olabilir bu yenilenme. Asıl nedense şu aralar (aralığın genişliğini sen hesap et artık) klavye başına oturduğumda aklıma yazacak bir bokun gelmemesi. Durduk yere evini süpürüp porselenlerini parlatan ev kadınları gibi hissediyorum aynı. Uğraşacak birşeyler bulamayıp kendi kendime meşguliyetler yaratıyorum. Aslında yerine getirilmesi gereken birsürü iş var ama işime gelmediği için hepsine sırtımı dönüp görmezden de geliyor olabilirim. Daha durumun hangi boyutta olduğuna karar vermedim.

Eline kamerayı alıp sıkıcı sıkıcı şeyler çeken adamların filmlerini izliyorum zevk alarak. Birileri zevk alıyorsa sıkıcı şeyleri çekmek de bir anlam kazanır herhalde. Olay örgüsüne kimin ihtiyacı var ki zaten?

Oturup böyle şeyler hakkında gevezelik ettiğim için de kendimi çok sıkıcı bulduğum zamanlar olmuyor değil. Hani ben ben olmasam böyle cümleler kuran bir çokbilmişle muhabbet etmek ister miydim diye düşünüyorum zaman zaman. Yeterince objektif olamadığım için cevap vermiyorum.

Sonuçta amaç kafandakileri dökmek değil midir? Kafandaki şeyler belli bir düzende değilse nasıl toplayıp toparlanıp şık şık paragraflar döşeyebilirsin ki? Adama sorarlar, önceden nasıl yazıyordun hıyar? diye. Bakarsın şöyle birkaç saniye aval aval, sonra dersin, önceden böyle aval aval bakmıyordum. Aslında asıl sebebi bu değil de cümle pek afili oldu diye devam ettirdim, yoksa bir backspace'e bakar. Belki daha az kahve, daha az sigara, daha dingin bir kafadır gerekli olan. Bilemedim tam olarak, aklına birşey gelirse sen söylersin.

Komik birşey geldi aklıma. Bundan birkaç hafta önce sevgili kentimizin biricik üniversitesinde Samuel Beckett'ın Godot'yu Beklerken oyunu sahne aldı. Okuduktan sonra kafamda oluşan soru işaretlerine izlersem yanıt bulabilirim belki diye peşime birkaç tatlı insanı taktım, tıngır mıngır gittik. Son dönemdeki hal ve hareketlerimin bir nevi özetini gördüm Godot'yu bekleyen o iki (dört belki) salağı izlerken ahahaha.

-Offf çok sıkıldım, hadi gidelim.
-Hayır gidemeyiiiz.
-Neden?
-Godot'yu bekliyoruuuz.
-Heaaa...
.
.
.
-Ben gitmek istiyorum, yeter artık!
-Gidemeyiiiz
-Neden?
-Godot'yu bekliyoruuuz.
-Heaa...



Çukurnot1: Şu ilk sınavın bitmesine en çok sevinenin kanepem olduğunu düşünmekteyim. Tüm kitapları üzerinden kaldırıp bodruma attıktan sonra kanepede beliren derin çukursa pek enteresan oldu, odaya ayrı bir hava kattı.

Çukurnot2: Fotoğraf: Art Geeks

6 Mart 2010 Cumartesi

Çukurnot:

Öldüm sanma sevgili blogum. Hâlâ derste geometri çözerken bu beyleri dinleyip, galesiz bir şekilde, hocanın sınıftaki varlığını unutarak, "Are you the guys on the beach who hate everything?!! ııııı ııııh!" diye bağırabiliyorum. Yetinmeyip, "...and i get sick when i'm around, i can't stand to be around, i hate everything about youu!!!" diye eşlik ederek enerjisi fazla gelmiş sınav ergeni tripleri de yapabiliyorum, yaşıyorum yani, öptüm...

29 Ocak 2010 Cuma

Haftaiçi Karalamaları

21:30

Bir kez daha kafamda gerçeklikle alakasız senaryolar kurup tüm insanlıktan soğuyor, asosyal bünyemi özleyip, ot yaşamıma geri dönmeyi düşlüyorum. Hayret geç kaldın, dedim yavaş yavaş iki göğsümün arasına nüfuz eden bunaltıyı fark edince. Şizofrenik, hipertonik, süperekonomik bilinçaltımda önemsiz bir olayı alıp 6 ciltlik, The Other Boleyn Girl 'e taş çıkartacak kadar entrikalı bir kurgu yaratıyorum. Engel olunacak, engel olunası bir durum değil. Kendimi bildim bileli böyle. Kendimden başka da kimseye zarar vermiyorum, ne mutlu. Kurduğum olası (olası falan da değil) senaryolarla aklımı meşgul edip, gün içinde milyon kere "acaba olur mu ki lan?" diye düşünüp beynimi kemiriyorum. Ciddi ciddi kafaya takıp sinir de oluyorum üstüne ve başıma açtığım hayali beladan kurtulmak için bu sefer de hayali çözüm senaryoları yazıyorum. Yalnız, öyle karmaşık durumların içine sokuyorum ki kendimi, çözümünü bile bulamıyorum. Zihnimin bu karışık mevzularıyla uğraşırken de dış dünyadaki insanı faaliyetlerimi geciktiriyorum. Bir insanın kendi benliğinde kaybolması da bu olsa gerek. Karşıma geçip "bu kadar nevrotik bir hatun olduğunu bilmiyorduk, herşeyi nasıl da büyütüyorsun, seni takıntılı" diye çene yormaya gerek olduğunu da sanmıyorum. Durum nevrotiklikten çok farklı zira. Bir insanın sadist bilinçaltının mazoşist bilincine çektirdiklerinden biri belki. Bir Kieslowski klasiği Three Colours 'ı açıp aralıksız üçünü de (sırasıyla Mavi-Beyaz-Kırmızı) izledikten sonra kolayca başından savılabilecek kurgular aslında bunlar. Ama bunun yerine kalemi kağıdı kapıp orta parmağın kaleme dayandığı yeri morarta morarta yazmak nedense ilk tercih edilen.

Yazıya giriş yaptığımda (sanki baskıya yetişecek bir köşe yazım varmışçasına söyledim bunu) tüm insanlıktan soğumaktan bahsetmiştim. Belki nedeni budur onca zaman kaybının, soğuyan kahvenin, kendi kendine biten sigaranın ve moraran parmağın. Sık sık kabuğuna çekilme isteği. Dönüp baktığımda başıma ne geldiyse çevremdeki insanlarla fazla haşır neşir olduğum dönemlerde geldiğini farkettim. Uyum sağlaman gereken geyikler, gülmen gereken espriler, bulunman gereken mekanlar vesaire vesaire vesaire... Sanırım kendimle kaldığımda "aslında fikrim o değildi, neden öyle söyledim bilmiyorum, an'a ayak uydurmak olsa gerek" leri çok defa söylediğim için bunun farkındalığını düzenli olarak hatırlamaya ihtiyacım var. Kendimi kaybedip, sonra bir anda durup "dur bir dakika, ne yapıyorum lan ben?" diye sorduğumdan ya da. Sonra da insanların 'tutarlı davranışlarım olması gerektiğine' dair vaizlerini dinliyorum.

Yalan da değil, inkar etmek ahmaklık olur. Ama beş dakika hoşça vakit geçirdiğim birinden 10 dakika sonra sıkılıp bunu itiraf etmem de çocukluğumdan bu yana öğrendiğim görgü ve ahlak kurallarını hiçe sayıp taşkınlık etmek olur. Bu durumda yavaş yavaş köşeye çekilip bir süre sakince olanları izlemek belki dışarıdan tutarsız -yerine göre dengesiz- olarak görülecek fakat o an için verilebilecek en zararsız tepki olacaktır.

Aksini de denemediğimi kim inkar edebilir? Kendisinden çok sıkıldığımı söylediğim şahsa gerekçe olarak 'arasıra kendimden bile sıkıldığımı, bunun üzerine kişilik değiştirdiğimi' söylemiştim. Tabi ki ciddiye alınmamıştım. Ama doğruyu söylemek isterim, gerekçe uydurmaya üşendiğim için o an konuşmakta olduğum Mimi'den yardım almıştım. Ama olsundu, şaka yaptığım düşünülmüştü. Ben de insanlık henüz buna hazır değil demiş, dürüstlüğü bir kenara bırakmıştım. İnsanlar da ya hasta olduğum ya da hatunsal dönemlerden geçtiğim kanısına varıyorlardı, yalan söylemeye de gerek kalmıyordu, küçük onaylamalar dışında.

Bazı sağlıksız insanlarla dünyayı ele geçirme planlarımız da o dönemlerde alevlenmiş, planlar o dönemde masaya yatırılmış olsa gerek. Yazacağımız kitaplarla, çekeceğimiz filmlerle hem dolmuş zihinlerimize bir tuvalet molası verebilecek hem de üre asidik fikirlerimizi insaların beyinlerine empoze edebilecektik. Biraz kıvama geldiğimizde ağzmızdan kendimizi çok zeki gösterecek cümlelerin dökülüğünün farkındalığı da bu yolda bize eşlik edecekti. Bu noktada, gelecek zamanın hikayesi fiil çekimini kaldırır, şimdiki zamana uyarlarsak pek de birşeyin değişmediğini görebiliriz zaten.

Beni bekleyen yapacak onca işin yanında hala yazıyor oluşum ve aklımın bir tarafının Ordinary People izlemeye duyduğu yoğun istek birbiriyle çatışıyor. Herşeyin bir zamanı olduğunu ilk annem söylemişti ama o zaman ne elime kalem kağıt alıp sorunlu monologlar yazmayı ne de Ordinary People 'ı biliyordum.

Kızılderili çadırı kurup içinde sızma iznimiz, tabağımızdaki son pirinç tanesini de ağzımıza attıktan sonra verilirdi, onu hatırlıyorum.
***

12:00

Son noktayı koyup kalemi elimden bırakalı ne kadar oldu bilmiyorum ama saat sabahın(!) 12'si. Kalkalı 1 saat oldu olmadı. Son yarım saatimi abimin gitmeden odamda bolca döküp bıraktığı saçlarını toplamakla geçirdim. Sabahsa annemin 'ilk kar' şerefine suratıma attığı kar topuyla uyandım. Şimdilik herşey normal. Geçen geceden kalma kurgulardan eser yok. Annemin elime tutuşturduğu bir adet Forza'yı ağzıma atıp sıcak ıhlamurdan yudumluyorum boğazımı bir nebze de olsa yumuşatması dileğiyle.
****

22:42

Marketten çıkarken fotoğrafı çekilen ve yumruğu havada pozuyla göze pek de babacan görünmeyen adam ölmüş. Yarın, Esmé için- Sevgi ve Sefaletle 'den satırlar okuyup kadeh kaldırmalı Friedrich 'le. Sahi, her sene arkasından kadeh kaldırdığımız adamların sayısı da artıyor bir bir..

20 Ocak 2010 Çarşamba

Kritikselleştirdiklerimiz-5

Uzun zamandır kritik koymamışım bloga. Halbuki izliyorum ben de film, her ne kadar zamanımın çoğu öss, yds, sss, vbs, pps, ve ve se vesairelere hazırlanmakla geçse de. Aslında bu yoğunluğa rağmen gene baya baya filmlerle haşır neşir olmuşum diyorum. Bazı filmler "şimdi ben şu iki saati bununla mı harcadım?" hissi uyandırsa da içimde bir yerlerde, bazı filmler gördüm ki "sınavı, işi, gücü bıraksam, ölene kadar bunu izlesem pek de iyi bir seçim olmaz mı?" diye yırtınarak günlerce aklımdan çıkaramadım, kafamın içinde defalarca izledim. Herneyse, lafı daha fazla uzatmadan (ki sınırlarımı zorlar, daha iyisini yapabilirdim!) başlıyorum.

La Belle Personne (2008)

Louis Garrel filmografisini sömürme sürecim devam etmekte ve sıra La Belle Personne 'de (The Beautiful Person). Söz konusu güzel insan, başrol oyuncusu, pek sevimli Léa Seydoux olabilir ama Garrel Bey ondan da güzel diyerek sığ bir girişle başlayıp sonradan toparlayayım diyorum. La Belle Personne konu itibariyle ilgimi çekti fakat daha başarılı bir şekilde ele alınabilirdi de. Lafı alttan alttan yönetmen Christophe Honoré' ye gönderip devam ediyorum. Yönetmenin aynılığından mıdır nedir, Les Chansons D'amour kadrosunu filmde sık sık görmek mümkün. Filmin o ilgimi çeken konusuna gelecek olursak; Annesinin ölümü üzerine kuzeni ve ailesinin yanına taşınan 16 yaşındaki Junie (Léa Seydoux) yeni okuluna başladıktan bir süre sonra, bir yandan sevgilisi Otto'yu idare etmeye çalışıp, bir yandan da annesinin ölümünün şokunu üzerinden atma derdindeyken karşısına çıkan tutkulu, bir o kadar da çapkın İtalyanca öğretmeni Nemours (Louis Garrel)'a aşık olur ve film; Junie ve Nemours arasındaki açıklığa bir türlü kavuşamayan garip ilişki etrafında döner. Dediğim gibi, seksi öğretmen-güzel öğrenci fantezisi daha başarılı bir şekilde işlenebilirdi, hele ki söz konusu film bir fransız yapımıysa. Ama benim gibi "salla şimdi sanatsal bütünlüğünü, konunun işlenilebilirliğini falan, koymuşsun güzelim Garrel 'ı oraya, yanına da fotoğrafçı, kıvırcık saçlı entel öğrencileri falan, izlemeyeceksin de ne yapacaksın" diyorsanız, bir buçuk saat zevkle geçer...


Les Amants Du Pont-Neuf (1991)

Hazır açılışı fransız romansıyla yapmışken, aynı kulvarda gidip biraz da Dokuzuncu Köprü Aşıkları 'na dokundurmak gerek. Evet fransız, evet romans, ama güzel insanlar mı? Sanmıyorum efendim. Kahramanlarımız evsiz, alkolik, keş bir sirk cambazı olan Alex (Denis Lavant) ve hastalığı nedeniyle görme duyusunu yavaş yavaş kaybetmekte olan Michéle (Juliette Binoche). Yetenekli bir ressam olan Michéle, hastalığının tedavisinin olmadığını ve bir süre sonra tamamen kör olacağını öğrendiğinde evini terkeder ve sokaklarda yaşamaya başlar. Yolları bir şekilde kesişen Alex 'in yanına, yapım aşamasındaki 9. Köprü'ye yerleşir. Alex hayatına giren bu 'dişi'ye aşık olur, Michéle 'in ise onu koruyacak birine ihtiyacı vardır ve Paris sokakları göz önünde bulundurulursa Alex ideal bir koruyucudur. Birbirlerine destek olarak tutunan bu ikili zamanla birbirlerine iyiden iyiye alışırlar. Fakat bir süre sonra Michéle 'in hastalığının tedavisi bulunur ve yakınları Michéle 'i bulup eve getirmek için seferber olurlar. Şehrin heryerine kayıp ilanları asarlar. Bu ilanlardan birine rastlayan Alex panikler ve Michéle 'i kaybetme korkusuyla bu olayı ondan gizlemek için olmadık şeyler yapar. "Aşk" ın sadece güzel ve normal insanlar arasında hissedilen ve yaşanan bir duygu olduğu düşüncesini temelden sarsan bir Leos Carax filmi 9. Köprü Aşıkları (ya da Köprüüstü Aşıkları). Juliette Binoche 'nin başarılı performansını fazlasıyla takdir ettiğimi söyleyebilirim. Konusu ve karakterleri bakımından bir 'banliyö' aşkı anlatılmış, bazen dramatik, bazen komik, bazen de trajikomik biçimlerde. Hollywood çiftlerinden sıkılanlar için damakta günlerce tad bırakacak bir fransız filmi.


Kinsey (2004)

"Biraz da seksten konuşalım."

1940-50 lerde, insanın cinselliği üzerine yürüttüğü araştırmaları sayesinde adından sık sık söz ettirmiş ve bu araştırmalarla tabiri caizse bir cinsel devrim gerçekleştirmiş olan Alfred Kinsey 'in hayatını anlatan keyifli bir film Kinsey. Mahalle baskısı yüzünden çiftlerin yardım almaktan çekindikleri, eşcinsellerin kendilerini sakladıkları, gayet doğal olmasına karşın merak edilen soruların cevaplanmayı bırakın, sorulmaktan çekinildiği bir dönemde büyük bir açıksözlülükle ortaya çıkmış bir adamın öyküsü aslında. Dini baskıyı temsil eden otoriter, fanatik katolik bir baba figürü, mastürbasyonun cehennem bileti olduğu masalıyla geçirilen bir gençlik, ilk deneyimler, cinsellik üzerine medya faktörü, toplumun katı ahlak kuralları ve bunların ortasında üniversitede cinsellik üzerine dersler veren bir profesör, karısıyla ilişkileri, karşılıklı anlayış ve tabuların yıkılması...

Aslında oturup şöyle bakıldığında, toplumlarda belli konular hakkındaki fikirlerin, üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin sabit kaldığı, yıkılması mümkün olmayan sert kurallar yüzünden de bireylerin bu fikirleri bastırmak zorunda kalmaları gerçeği çok da şaşırtıcı değil. Söz konusu, "toplum" adındaki figürse tabi şaşırtıcı olamaz. Biryerlerdeki birkaç gözlüklü adamın listelediği "iyiler"e ve "kötüler"e göre yaşadığımızı unutmamakta fayda var bu durumda. Cinsellik de bu etiketlenip cıs'lanan konulardan belki de en çok göze batanı. Bu açıdan Kinsey, önyargılara, korkulara, bastırılmış duygulara vb konulara güzel bir dokundurma. Listenin en başına alıp özel bir zaman ayırmaya gerek yok belki ama yine de boş zaman için tavsiye eder, Liam Neeson 'ın başrolde olduğunu hatırlatırım.


Dorian Gray (2009)

Ne yalan söyleyeyim, ilk duyduğumda ve başroldeki beyi gördüğümde (Dorian Gray dediğin sarışındır zira) öyle aman aman birşeyler beklemiyordum. Klasik mantık; "Uyarlama film, %90 başarısız filmdir." gözüyle bakmıştım duruma yani. Ben Barnes 'ın yanında Colin Firth 'i ve The Perfume 'de kızıl kızıl göz kamaştıran Rachel Hurd-Wood 'u görünce yavaştan ısınmıştım da bir yandan. Sonunda izledim. Yönetmen Oliver Parker, orjinal hikayeden kopuk olay örgüsünün usta ellerde işlendiğinde gayet de güzel bir şekilde göze kulağa hitap edebileceğini göstermiş oldu bana. İzlemeden önce filmle ilgili en çok merak ettiğim şey Oscar Wilde 'ın karakterler üzerinden, eşcinselliğe dokundurmalarının filme nasıl yansıtılacağıydı -ya da yansıtılıp yansıtılmayacağı. Ama dokundurmayı falan boşverip -yine orjinale sadık kalmayarak- takdir edilesi sahneler eklemişler, takdir de ettim zaten. Genç Dorian 'ın tablosuyla ilgili komik bulup güldüğüm yerler yok değildi ama fazla göze batmıyordu. Konusunu uzun uzun anlatmaya gerek yoktur diyorum ama yine de kısa bir özet geçmek gerekirse; tüm saflığı, gençliği ve güzelliğiyle Londra 'ya ayak basan Dorian Gray 'in narsist duygularına yenik düşüp bu gençliği sonsuza kadar korumak için Şeytan'la yaptığı anlaşma sonucu başından geçen olaylar ve çürüyen ruhunun tavan arasına saklanan tablosuna yansıması, her geçen gün Dorian 'ın içini kemiren kirlilik hissini anlatan ve yoğun miktarda narsizm kokan bir film Dorian Gray. Oliver Parker 'ı benim için büyük önemi olan bu romanın altından pek de güzel bir şekilde kalktığı için tebrik edip kesiyorum artık.


Das Weisse Band: Eine Deutsche Kindergeschichte (2009)

Funny Games 'leri hayatımıza sokan mühim şahsiyet Michael Haneke 'nin son filmi Beyaz Kurdele. Klasik bir Haneke filmi olması yönüyle oldukça durağan bir anlatımı var. Bu yüzden tek başınıza izlemenizi ve başlamadan önce uykunuzu iyi almış olmanızı, bir fincan da koyu kahve öneririm. Yoksa kendinizi durağanlığa kaptırıp, verilmek istenen mesajı kaçırabilirsiniz. Mesaj demişken; film, mütevazı bir köyde, köy sakinlerinin başından geçen huzursuz olaylar çevresinde dönüyor. Rahibi, köy öğretmeni, baronu, çiftçisi vesairesi ile eksiksiz bir köy. Gözümüze inceden inceye sokulmaya çalışılansa sınıfsal ayrım, dini baskı, erdemli olma (ya da görünme) adına bireylerin üzerinde kurulan baskı ve korkunun şiddetle -yeri geldiğinde çocuklara yönelik cinsel taciz ve sapkınlıkla- dışa vurumu. Üstüne düşülen konu açısından filmi Lars Von Trier 'in Dogville 'sine benzettiğim oldu sık sık. Dışarıdan erdemli ve masum görünen ama tüm kısıtlamaların, sınırlamaların acısını fırsat geçtikçe çıkaran kokuşmuş toplum zihniyetine yapılmış ağır bir eleştiri. Birçok açıdan tehlikeli. Büyüklerin ikiyüzlülüğüne, çürümüş ahlak anlayışlarına çocukların uyum sağlayışı da bir o kadar başarılı aktarılmış siyah-beyaz ekrana. Filmin isminin Beyaz Kurdele olması ise, bir dönem, çocukların saflığını, temizliğini, baştan çıkartılmamışlığını temsilen kollarına bağlanan beyaz kurdelelerin, otoritenin hoşuna gitmeyecek birşey yapıldığında rahip olan babaları (otoritenin temsilcisi) tarafından çocukların kollarına tekrar bağlanmasından geliyor. En başta dediğim gibi durağan bir akışı olmasına rağmen, dikkatinizi verip sonuna kadar izlediğinizde Haneke 'nin anlatmak istediklerini aslında alttan alttan dokundurmakla falan değil, sansürsüzce ve çekinmeden gözünüze sokarak anlattığını fark ediyorsunuz. Üstad yönetmene saygılarımı sunup, kendinizi 2 saat 24 dakikaya hazırlayıp başına oturmanızı tavsiye ediyorum. Şimdiden iyi seyirler efendim...

9 Ocak 2010 Cumartesi

Nasıl özlemişim bu kadının sesini...




Tracy Chapman- Fast Car

1 Ocak 2010 Cuma

Cingıl Bel

Bir giriş: Bugün bir sürü kişiden haberleri dahi olmadan ufak tefek hediyeler aldım (Pollyanna' yım ya ben, küçük mutluluklar peşinde koşturup arkadaşlarım için bayram şekerleri biriktiririm, sarışınım da zaten). Otobüsteki kızdan cam kenarı, pizzacıdan sadece tuvaletlerine işeyip çıkma izni, bir arkadaştan koluna girip saatlerce sokaklarda tozutturma, Brazzaville'den Christmas in E.C. vs vs.. Peki ben ne yaptım? Cebimdeki son parayla sevgili abime özel basım tek cilt Yüzüklerin Efendisi aldım. Ah çocuk, ben olmasam ne yapardın sen?
*
Yeni yıla tabiri caizse camış gibi uyuyarak (melek gibi uyumak diye birşey yok efendim, kandırmayalım kendimizi, uyuyan melek değil, uyuyan camış gördük hepimiz ve kendimizi benzetecek başka bir hayvan bulamadığımız için camış gibi uyumak deriz, camış gibi uyuruz) girip 2-3 saatten sonra gözlerimi açıp gün boyu topu topu iki bira içtiğimi farkeder farketmez küçük kuzenlerimin önünde lanet okudum kendime, çok utanç vericiydi. "Senin zaten boğazın ağrıyo, ne birası ne vodkası?" diye seslenerek kahve koydum kendime ("İyi de ne alaka?" diye sorma, yapma bunu!). Biricik yarenime 17 dakika 56 saniye boyunca telefonda car car, içinde 'avukat, pogo, avukat, uyku, avukat...' gibi kelimeler geçen birşeyler anlattım ve akabinde artık bir gelenek haline gelmesi gerektiğini düşündüğüm yeni yıl filmimi açtım (C.R.A.Z.Y.). Çok sakin, yer yer sıkıcı, yer yer gülünç bir yılbaşı geçirdim, bir de utanmadan yanımda duran herkesle "yılbaşı falan benim için artık birşey ifade etmiyor abi, küçükken salaktık eğleniyorduk, şimdi gayet de sıradan birgün gibi geçiyor işte, salla ya" muhabbeti yaptım. Halbuki hiç ilgisi yok, delilere sunulan haktan yararlanmak için her fırsatı değerlendirmek isterim ama şartlar el vermediğine göre, birileri tarafından tee ne zaman özel olarak kabul edilmiş günlerin kıymetini bilip en iyi şekilde suyunu çıkarmak gerek (Evet böyle bir cümle tam olarak da, bir arkadaşla Burger King'in kahve alanlara 30 kuruş karşılığında verdiği hindistan cevizli crunch'ı yerken yaptığımız "gelecek sene bugün bu saatte nerde oluruz ki lan?" muhabbeti sırasında aklıma gelmişti).

Herneyse, kırk yılda bir karşıma çıkan öğlene kadar uyuma fırsatını değerlendirmek üzere uyumaya gider, yeni yılınızı en içten dileklerimle falan filan... Şarkıyı da dinle blogger, keşke bir de kar yağsa, kış yiyecek, içecek, giyecek, dinlenecek vs lerinin tadı adam gibi çıksa... Öptüm.