Kurstan sonra babamla eve doğru gittiğimizi tahmin ediyor, kulağımda Perfect Day, yolları izliyor, arabaların içini dikizliyorum. Sonra eve değil de üniversitenin oditoryumuna doğru gittiğimizi farkediyorum. Babam soruyor: " istiyor musun cidden?". Hiç düşünmeden onaylıyorum, gidiyoruz. Babamı merdivene oturtuyoruz. Ben de koltuğuma yayılıyorum. Tek kişilik harika bir gösteri. İzlerken suratım şekilden şekile giriyor. Bir anda tiyatroyu ne kadar özlediğimi farkediyorum. Sinema gibi olmuyor be kuzum. Çok farklı birşey. Açlık gibi, bir kere gidince devamı gelsin istiyorsun ama olmuyor işte kırk yılda bir... "Ben niye sıradan bir memur olayım, İspanya kralı olsam ya" diyen bir deliyi anlatıyor. Maalesef bu deli Erasmus'un delileri gibi ortaya çıktığı anda insanları güldüremiyor. "Neden kalıplara sokuyoruz ki? İnsan insandır." temelli yaklaşımı pek etkili olmamış ki İspanya'ya geldiğini zannederken tımarhaneye düşüyor. Üzülüyorum ama alıştım artık, doğal geliyor. Asıl bir odaya tıkılıp, sabah akşam sopa yemesi gereken insanlar dışarda özgürce dolaşıp, volta atarken; zararsız delilerimiz (belki deli demek uygun değil, belki ben de deli olduğum için böyle düşünüyorum, belki de hepimizin içinde fazlasıyla delilik var ama tüm fikirleri bilinç altımıza gömdüğümüz için acısını "deliler"den çıkarıyoruz.) ne olduğundan habersiz kapatılıyorlar bir yerlere. Ama bu zararsızlar arasında Rize'deki Ayşe yok. O kafama taş atardı ve zararlıydı efem.
İyi iyi tamam sustum...
1 Mart 2008 Cumartesi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
1 baloncuk:
sakıncalı düşünceler bunlar, ayşenin de bir bildiği vardır bence ehehehe....
Yorum Gönder