Pages

27 Haziran 2008 Cuma

A Bucket List For Turşu

Yıllardır "Önemli olan; resmin doğruluğu, çizilişi, boyanışı değil, yüklediği anlam ve orjinallik, yaratıcılıktır." cümlesinin marjinal havasından yararlanan bendeniz resim aktivitelerine kaldığım yerden devam ediyorum.
Annemle son üç yıldır abimin odasını resim atölyesi olarak kulandığımız için sorun olmuyordu. Ama abimin 1-2 haftalığına gelmesi tüm ekipmanları benim odama taşımamıza sebep oldu. Abim geldi gitti ama yağlı boya ıvır zıvırları benim odamda kaldı. Kendime özgü bir alanda fırça sallamak da benim işime geldi tabi. Dün aldığım 50-50 lik tuvali gelir gelmez gri tonlarında bir karışımla baştan aşağı boyadım. yukarı gittikçe ton biraz daha açılıyor. Tuvaldeki birkaç karakter kafamda belirmeye başladı ama düşünmek için zamanım var. Boyanın kurumasını bekliyorum. Çizimlerin güzel olup olmaması gerçekten umrumda değil. Ki "doğuştan gelen mükemmel bir yeteneğim var benim nihahaha" şeklinde bir tutum da sergiliyor değilim. O fırçaları gergin beze değdirdikçe oluşan şeyleri seviyorum ben. E tabi tinerin o nahoş kokusunu da görmezden gelemeyiz. Görenler beğenmezse de söyleyeceğim şeyler gayet belli. Andy Warhol tarzı gözlükler, kısık ve sisli bir ses tonu... Öhöm öhöm; "Açıkçası resimlerim bir nevi benim bilinçaltım, içgüdülerim, idim... Belki de... Belki de size sizi sunduğum için beğenmiyor, kabullenmek istemiyorsunuz. Bir dahaki çalışmamda vurgulamak istediğim toplumsal gerçek ise...."

Entellektüelliğin gözünü seveyim.
Geçenlerde aralıksız film seanslarından birindeydim kuzenimle. akşam 8 gibi başlayan seans sabaha karşı 4 gibi son buluyor. Bir film geçti elimize. Jack Nicholson ve Morgan Freeman i görünce (hem de en yaşlısından) çok düşünmeden aldık izlemeye başladık. Filmin adı The Bucket List. Çevirisi "Şimdi Ya da Asla" diye geçiyor ama orjinali daha karizma. Film iki kanser hastası yaşlının (biri hastanenin sahibi,ukala, huysuz vs. diğeri çok okumuş ama tamirci olmak zorunda kalmış bir tip) aynı hastane odasını paylaşması ve yaklaşık 1 yıl sonra öleceklerini öğrenmeleri üzerine bir "öbür dünya listesi" hazırlayıp, hayatları boyunca yapmak isteyip yapamadıkları şeyleri hayata geçirmelerini anlatıyor. (Trailer için http://www.apple.com/...rs/wb/thebucketlist/trailer1/) Film bitince nasıl bir gaza gelmeyse artık, üzerinde düşünmeye başladım. Ölmeden önce yapılacaklar listesi...Beni yakından tanıyanların genel olarak bildiği şeyler zaten bir tutku kıvamına geldiği için onları hemen ekleyelim diyorum:


*Bir minibüs tipi karavan alıp içine bu fikri yaklaşık 2 yıldır konuşup, planladığım tipleri ( Mimi, Nikki, Smoky Bonnie, Arı Maya) doldurup hippi modunda belirlenen yerlere gitmek . Mümkünse önce Kaliforniya. (Tabi bu madde içlerindeki en uçuk ve en zor olanı.)

*Fransızca öğrenmek. (Çok pis taktım azizim öyle böyle değil)

*Çatı katında şehir manzaralı bir daire. Kız kurularıyla oturup leblebi + bira yapmak içinde bir balkon.

*Çocuk sahibi olmak. Doğurmam gerekmiyor illa ama doğum sancısı denilen meretin nasıl birşey olduğunu da gerçekten merak ediyorum.

*Irak, Filistin veya Bağdat gibi biryer görmek. Bilmiyorum ne derece mümkün ama nasıl olduğunu görmem gerek diye düşünüyorum.

*Bir ya da iki aylığına teknolojiden uzak bir hayat yaşamak. Özellikle telefondan uzak.

*48 saat boyunca gözümü bile kırpmadan, aralıksız, hayatım boyunca izlediğim, izlemem gereken tüm fransız drama ve aşk filmlerini izlemek. (Çok sıradan ama garip bir istek)

*Saçımı belime kadar uzatıp, gökkuşağı gibi rengarenk boyamak ehehehhe 8)

Bir dahaki sefere aklıma geldikçe not alıcam, unutuyorum yahu. Neyse şimdilik bu kadar...

21 Haziran 2008 Cumartesi


Saat sabahın 5'i olmuş farkında değilim. Kahveden olsa gerek. Nikki saçına şekil yapmış. Biri de kolunu dövmelemiş. Saatin 5 olması saçma geldi şimdi. Şöyle 23:00 ile 01:00 arasında bir saat olması gerekiyor gibi. Yani hatrım için zamanı geriye alacak biri varsa şimdi ortayaçıksa iyi eder. Zira bundan sonra "keşke o zaman şu olmasaydı da bu olsaydı"cümlesini sesli bir şekilde söylemeyeceğim. İçimden söylersem de duyan ve sikleyen olmaz herhalde.


Saat 5:15... 15dakika geçmiş. Gerektiğinden hızlı geçmiş. Keşke geçmeseymiş. İçimden söylediğimi varsasıyorum. Kulaklarınızı tıkamayın, gözlerinizi kapayın. Zira birazdan görecekleriniz aşırı şiddet içerikli düşüncelerin yansıması olacaktır. Hayır hayır bu tür şeyleri buraya yazmam, açın gözünüzü. Birazdan yatıcam, gitmeden birkaç cümle okutayım. Ya da gidin. Ben de gidiyorum şimdi. Uyuma numarası yapacağım. Lili dinleyip güneşin doğuşunu izleyeceğim. Sonra gelir anlatırım birşeyler. Şu koca bilgisayarı kimseyi uyandırmadan yukarı taşımam lazım. Zahmetli iş vesselam...
What a shame... What- a- shame... We must be emo...

20 Haziran 2008 Cuma

Güzel Gün Yazısı

Bu blogu sırf eğlenmek için açtığımı söylememe gerek var mı bilmiyorum (ki gerek olmasa da söylemiş bulundum). Eğlenmek için yazmasam niye bu güneşli havada dışarı çıkıp, sokaklarda fingirdeşmek, güzel günü kuşlarla, böceklerle vs vs lerle kutlamak dururken bilgisayar başında Beirut dinleyip blogtur,imeemdir,ekşidir,msnde Mimiye zeitgeist tavsiye etmecedir...uğraşayım? Bilgisayar başında da güzel bir gün kutlanabilir. Şeftali tüylerine alerjim olmasına rağmen burda oturmuş mutlu mesut şeftali kabuğu ayıklıyor olmam bunun en güzel örneği. Dışarısı öyle göründüğü gibi "coşuyoruz, kopuyoruz aman allahım ne kadar eğleniyoruz"luk bir ortam hiç değil.

Görüldüğü gibi gayet sessiz sakin, börtü, böcek, ağaç vs vs bir ortam. Böyle bir manzara karşısında Amelie ost dinleyip bloga yazı karalamak ne kadar güzel bir duygudur tahmin edin.

-Yazın ortasında bot mu giyilir???

Diye soran ve her seferinde " Bu şehirde bana göre ayakkabı yok hatun!" cevabını alan annem daha fazla dayanamamış olsa gerek botlarımı bodruma atmış. Botlarını bulamayan bendeniz eline fotoğraf makinesini alıp bu utancı belgelemek üzere bodruma doğru inmeye başladı.


Küçüklüğümden beri şu evde en çok korktuğum ama yıllar geçtikçe evdeki favori mekanım olan bodrumumuzun kirli merdivenlerinden aşağı inerken o "havasız havayı" da bir güzel astımlı ciğerlerime çektim. Esrarengiz pencereler, gıcırdayan kapılar, isli duvarlar... Gel burda The Exorcist serisi yap. Merdivenden yuvarlanan Garez hatunları, pencereden sarkan sümüğümsü yaratıklar, dolaptan fırlayan sarı saçlı kız çocukları...


Botlarımı beyaz kağıtlarla kaplı, saman yapraklı kitapların bulunduğu dolaptan çıkarıyorum ve ayakkabılığa tekrar götürüyorum. Biryanda yırtık pırtık duran siyah converselerime bakıyorum, sonra "bi ayakkabı bulunsun bari lan" diye aldığım o renkli çizgileri olan, beyaz bağcıklı papuçlara bakıyorum. Zaten orjinal ayakkabılara karşı hissizliği olan bir insan olaraktan, aldığım ayakkabıyı giymemek o kadar da içimi acıtmıyor. Eğer 150-200 milyon saysaydım mağazadan çıkınca o basamaklara çömelir ağlardım. Üzerinde etiket olsa da olmasa da ayakkabı yırtılır, kirlenir. Eğer mağazalarda etiketine ayılıp bayılıp aldığımız ayakkabıların kendi kendini onarma ya da orasından burasından sabunlu bez çıkartıp kendini temizleme gibi işlevleri varsa gidip alıcam bak söz! Markaya karşı mıyım? Tabiki de hayır. Markalı kıyafetlere bir sözüm yok, arada gider alırım (baba parası olunca kolay tabii) ama ayağa giyilen o şeylerin o kadar tuzlu olması -baba parası da olsa- dokunuyor. Ve tabi işin bir de zevk meselesi var ki o daha fena. Siyah converse dışında hiçbir ayakkabının insanın ilgisini çekmemesi çok kötü bişey. Ya da bu şehirdeki çeşit azlığı, bilemicem. Converse in suyu çıksa da zararı yok, iyidir. Ama bot takıntısı çok farklı birşey azizim. Tavsiye etsem mi etmesem mi bilmiyorum... Kaç yıllıklar tam olarak bir bilgim yok. İlk defa bodrumda görmüştüm. Kimse giymemiş atmışlar bir kenera. O zamanlar da çizme sıkıntısına girmiştim. Kış ayı olmasına rağmen dapdar olması insanı bunaltıyordu. Bu kahverengi şeyleri ayağıma giydiğimde öyle garip bir rahatlık hissettim ki... İçi sıcacık, sıkıcı bir darlığı yok. Kış ayı gayet rahat geçti yani. Ama bugün şunu farkettim ki yazın bot gerçekten sıkar. Bir rahatsızlık var, böyle bunaltıcı, sıkıcı... Sanki antalya sıcağında pencereleri olmayan bir arabaya 3-5 kişi binmiş gibi. Botları bodruma geri mi götürsem yahu?

*Bizim komşu kızları harbi keş. 5 yaşındaki çocuk kapıyı çalıp "annemin antibiyotiği bitmiiiiş, Ummahan teyze antibiyotik vericekmiiişşş." diye kafamı skince annemi çağırıyorum. Hatunun tepki => "Bak geçen gün de böyle dedin, sordum annene öyle birşey istememiş. Eczane miyim ben?" Küçük çocuğun tepki => "bak bu sefer yalan söylemiyom ben antibiyotik bitmiiişş" O antibiyotikleri alıp napıyo lan bu kız?

* Bitter çikolatayla antep fıstığını birleştiren insan üstü varlığı kutluyorum hatta kutsuyorum! Hayallerimin icadı. Teşekkürler ETİ teşekkürler! :p

*Monarch'ın bitmesine sadece 4-5 fincanlık kaldı. Sonra classic almaya başlıcam...

*Zeitgeist izleyin blog ahalisi. Önce hristiyanlığı kanıtlarla çökertip sonra 11 eylül saldırılarının iç yüzünü açığa çıkartıyorlar son olarak da merkez bankasından çıkıp gelecekte insanları bekleyen ilginç teoriler öne sürüyorlar. Güzel bir belgesel. Amerika'da yasaklanmış ama offical siteden ücretsiz indirilir...

12 Haziran 2008 Perşembe

Aynı Malı Deme Corç


Sabah dizimdeki böcek kaşıntısıyla uyandım.
İyice kaşıyıp kanattım.
Sonra tatlı bir kızdan gelen telefonla yataktan kalktım.
Bir yandan konuşup bir yandan yüzümü yıkadım.
Telefondakiler canımı çektirmiş olacak ki gittim kahvaltı için patates kızarttım.
Sünger Bob'lu boxerım üzerimde buzdolabını karıştırırken yan komşunun küçük kızı el sallayıp gülümsedi. Ben de ona el sallayacaktım ama ablasının "sidikliiii sidikliii, şişko şişkooo" bağırışlarına dayanamayıp pataklamaya gitti. Ben de buzdolabının kapağındaki bira açıcağında suratıma sırıtan aslana gülümsedim.
Okul sonu için düzenlenen partiye davet mesajları geldi. Param yok dedim geri çevirdim. Çöpçatan arkadaşımın "ya gelmiyomusun partiye? cevap yaz Tirik de var :pispissırıtansmiley:" mesajıyla daha çok güldüm.
Deri ceketli çocuğun telefonuyla irkildim.

-Nerdesin?

-Ehehehe buraya gelmişsiiiiin seeeen!

-Ehehehe evet, çarşıda mısın?

- I ıh evdeyim.

-Yarım saate ordayım.

Anneme söylemedim. Süpürüz olsun. Fikrim değişti pis pis sırıtan arkadaşa mesaj attım. "Abim geldi onu da getiriyorum."
Mimi ve Smoky Bonnie'ye güzel haberi verdim. Selam söylediler. Üşendim iletmedim. Akşama artık...
Abi geldi, sarıldık kucaklaştık, şakalaştık.
Derslerini vermiş. Anneme söyledi. Hatun sevinçten çocuğun üstüne atladı ehehehe. Kolundan tuttum.
-Seni partizaneye götürüyorum çocuk 789!
-Yorgunum ki ben .

-Nevermind.

Partiye gittik. Arkadaş gördük, selamlaştık, müzüğü iğrenç bulduk. (hatta iğrençliğini daha iyi tanımlamak için "böğrenç" kelime karışımını kullanmak istiyorum.).
Tam kalkalım cümlesini kuracakken Nazım Hikmet'i anma töreninde yanımda bulunan, çakmak isteyen ve teşekkür ederken gülümsemesiyle beni yerle bir eden o sürmeli, heartagram kolyeli çıtırı gördük. Abiye söyledik de "ıykkk" yaptı. Hıh...
Biraz daha keselim dedik ama müzük o kadar dandirikti ki daha fazla dayanamayıp, pis pis sırıtan arkadaşın sevgilisine (partiyi organize eden şahsiyet) teşekkür edip, işimiz var bahanesiyle oradan çıktık. Birkaç arkadaşa baş baş deyip kendimizi sokağa attık.
2 haftadır beklediğim Osho kitabına bakmak için kitapçıya girdik. I ıh hala gelmemiş. Neyse birkaç kitap bakındık, sorduk çıktık.
Kafenin birinde abimin eski bir arkadaşın rastladık. Sevgilisi benim okuldan tanıdıkmış. Selamlaşıldı, konuşuldu, ayrıldık.
Cd'cinin birine girdik. Şehrin Azizleri'ni sorduk. Adam "Çok eski o bulunmaz burda" dedi. "Bak laa kıçına mı yapışır" ifadesiyle "bir bakın bakalım eskidir ama ünlüdür bulursunuz" dedim. Buldu da! Üzerinde toz üç dört tabaka halinde yayılmış cağnım kapağı temizleyip, için de cd varmı yok mu diye baktı. Varmış.
Yarım saat müzik markette abinin arkadaşlarıyla oyalandık. Cd'yi alıp bir de eski plakları sormak için antikacıya gittik. Sessiz sakin antikacı beyle güzel bir muhabbet edip eve geldik.
Yolu Iggy Pop klasiği i wanna be your dog un Emilie Simon cover ını dinleye dinleye bitirdim.
Turşu'nun yaptığı zehirli, bol amilaz enzimli peynirli börekler abinin midesinden geçerken karşısına geçip keh keh güldüm.
Eski sevgili ne yapıyor ne ediyor diye msnden engelini kaldırıp azcık konuştum. Sıkıldım tekrar engelledim.
Abi zıbarmaya gitmişken de Şehrin Azizleri için kahve yapmaya gittim şöyle 2-3 yemek kaşığı kahve kataraktan...

What if...?


Annemin rutin "mutfak balkonunun altında biyk biyk leyen kedileri pışt pışt lama" eylemi dün akşam saat 19:00 sularında tüm hızıyla devam ederken, kedilerin bu kadar hor görülmesine daha fazla dayanamayan Turşu olaya el atmak için sevgili bilgisayarının başından kalkar.

-Napıyosun minicik kedilereee?

-Sen mi veriyosun bu kedilere yemek? Niye her akşam buraya tünüyor bunlar?


-Ne münasebet? Onlara yemek vereceğime ben yerim yahu!

Çayını höpürdetmek için tekrar içeri giren annenin ardından buzdolabını yavaşça açan Turşu biraz süt ve biraz da peynir çıkartıp biyk biyk leyen kedilerin önüne bırakır.

-Hatun buralardayken gelmeyin azizim. Toptan çükünüzü keser, b*k görürsünüz sütü.

Son zamanlarda tarafımızdan alınan, kullanılan, yenilen, içilen canlı ya da cansızların dünyayı ele geçirip büyük bir kaosa neden olacakları yönünde garip takıntılı teorilerim var.

Bilgisayarın kasasının yerine koyuyorum kendimi. Yediği yumruklar, ana avrat edilen küfürler, koyulan cd yi çalıştırmayınca tüm eziyetin, hakaretin tekrarlanması. Gelecekte tüm insanlığı bilgisayar kasalarının yönettiği bir dünyayı düşününce insan bir garip hissediyor tabii.

Dünyayı yönetmek demişken heralde dünyayı ele geçirseler tüm insanlığın sonu olacağını düşündüğüm bir canlı türü var ki çok fena. Kara sinekler... O küçücük beyinlerimizle bizden daha zayıf bir canlının elimizde aciz bir şekilde kıvranmasından zevk aldığımız o dönemlerin acısı baya bir çıkardı diye düşünmekteyim.

-Aaaa anne bak bak bak tuttum sineği avucumun içinde sallıyorum iyice kafa bir milyon olsun masanın üstüne bırakıp insan doğasının kaldıramayacağı türden işkence tekniklerine mağruz bırakıcam onu ehehehehe...

-Ulan amk çocuu şurdan bi çıkayım varya...

-Eheheh abi bak bak bak nasıl da dönüyo olduğu yerde uçamıyo bile keh keh keh... Dur dur kanatlarını nasıl da koparıyorum görüyomusun? Bak bak bak bacakları da gitti kih kih kih. Dur dur kafasını koparmaya çalışıcam şimdi dur dur dur...

-...

-Aaa öldü buu. Anneee nerde benim köfteem? Baba salıncakta sallasana sıkıldııım...

Karıncalar, hamamböcekleri (ki onların durumu biraz daha farklıydı. Tiksinmeden dolayı öyle sinekle olduğu gibi oyunlar oynayamazdık, şaak gazete kağıdıyla indirirdik, ölümü acısız olurdu. Heralde hamamböcekleri tarafından ele geçirilmiş bir dünyada çok daha rahat edebilirdik.), Bokböcekleri, salyangozlar, örümcekler... Eee hayır örümcekler tarafından ele geçirilmiş bir dünyada yaşamak istemezdim onlara zarar veremem, babamı çağırır ona öldürtürüm.

Çocuk bezleri, dondurmalar, dildolar (böyk evet çok iğrenç olurdu), diş fırçaları, tuvalet kağıtları, tırnak makasları, elektrik süpürgeleri...

11 Haziran 2008 Çarşamba

Fix You


When you try your best but you don't succeed
When you get what you want but not what you need
When you feel so tired but you can't sleep
Stuck in reverse.
And the tears come streaming down your face
When you lose something you can't replace
When you love someone but it goes to waste
Could it be worse?
Lights will guide you home
And ignite your bones
And I will try to fix you
And high up above or down below
When you're too in love to let it go
But if you never try you'll never know
"Just what your worth"
Lights will guide you home
And ignite your bones
And I will try to fix you
Tears stream, down on your face
When you lose something you cannot replace
Tears stream down your face and I...
Tears stream, down on your face
I promise you I will learn from my mistakes
Tears stream down your face and I...
Lights will guide you home
And ignite your bones
And I will try to fix you...

9 Haziran 2008 Pazartesi

Gülme Komşuna Annen Spora Gönderir

Evet hala sporun gayet gereksiz birşey olduğunu savunuyorum evet! Ama bu yapmayacağım anlamına gelmez. Nihilist mantık yani, kendimi öldürmem gerekmez. Yazın Turşu'nun ne yapacağı sorusu ev ahalisince tartışmaya açıldı. Hayır hayır bizzat Turşu açtı, hem de somurta somurta... Azcık kavga edildi, ajitasyon göz yaşları... Birkaç hafta Antalya, birkaç hafta Denizli, duruma göre birkaç gün İstanbul anlaşması yapıldııııı sıra geldi diğer günlerin nasıl değerlendirileceğine. Resim kursu, dershane vs olarak ayrılmışken anne şahsı "Bak amcamın eşi spora gidiyormuş, haftada üç gün sen de git stresini alır hem bla bla bla..." dedi bir fena yaptı beni. Aklıma Mimi, Mimi'nin ablası ve Little World geldi. Heh heh heh dedim içimden.

-Somurttun, bağırdın, çağırdın da ne oldu? Spor diyo hatun hııı hııı??

-Ya aslında hani eğlence amaçlı, koşu bandıdır vesairedir, hani vakit geçirme şeysi? Müzük de dinleriz konuşup kafa patlatan da olmaz???

-Sie lan! Bizim anlayışımız bu olamaz! Bu olmamalı! Biz spora karşıyız olum, spor da bize karşı hanii?

-Öyle de ne biliyim boş boş oturmaktan iyidir gibi sankim?

-Otur kitap oku eşşeğen sıpası! Karpuz büyüt ne diyim git bira göbeği yap...

Nerden gelir bu spor karşıtlığı? Küçüklükten beri kıçı kaldırma üşengeci bir insan olmanın altında yatan sebep ne? Millet kaydıraktan kaydırağa kayıp dururken, salıncağın birine oturup dondurma yalamak niye? Beden eğitimi derslerinde soyunma odasındaki kanepeye uzanıp zıbaran bir insan olarak sorunumun kaynağı tamamen "tembellik" diyebilirim. Seviyorum bu t ile başlayan kelimeyi evet evet =)

7 Haziran 2008 Cumartesi

Into The Wild


Favorilerime girmiş bir film. Yaklaşık yarım saat önce izledim. Ama film aynı Easy Rider gibi; hergün sahne sahne izlenebilir tarafımdan. Hergün bir sahne ve gece boyunca düşünmek... Emile Hirsch'e tekrar hayranlık duydum. İmparatorlar Klübü'nü pek sevmemiştim. Ama The Dangerous Lives Of Altar Boys'da kendine aşık etmişti pek sevgili Hirsch. Filmi ilk açtığımda bu çocuğun bu kadar büyümüş olmasına baya şaşırdım ama.

Filmin beni en çok etkileyen yönü ise o güzelim sahnelerde duyduğumuz Eddie Vedder'ın kirli, bir o kadar da filmle uyumlu güzel sesi.

"Gerçek mutluluk paylaşılarak yaşanır." cümlesinden sonra Hirsch'in gözünden dökülen yaşlar beni de feci duygulandırdı be Muntaz :( Yanımda kuzen olmasa bir iki damla da ben dökebilirdim, o derece...

Filmle ilgili ayrıntılı bir eleştiri yapamıyorum çünkü aklıma birşey gelmiyor. Ama insana bazen "güzel yermiş lan burası" dedirtecek bir film. Üniversite diplomasını aldıktan sonra tüm kimlikleri, kredi kartlarını, paralarını yakıp Vedder eşliğinde güzel bir yolculuk. Güzel olduğu kadar zor da. Sonunda orada tek başına öleceğini tabi ki hepimiz tahmin edebiliyorduk ama son olarak yazdığı not çok içimi acıttı yahu. Ölüyorsun ama yaşamak istediğin herşeyi yaşamışsın. "Güzel bir hayat yaşadım". Alaska'ya gitmek hariç. Belki bu yüzden yüzünde bir gülümseme ve gözleri açık öldü.

5 Haziran 2008 Perşembe

Bu Saatte Uyunur mu Yazısı

Okul defterini dün itibariyle kapatmış, planlar yapmış (sabahlara kadar doritos hot corn ve bira keyfi, karpuz büyütmece, film izlemece...), ama akşamın 10'unda uyku bastırmış vaziyetteyim. Esnerken ağzıma karpuz sokabilirsiniz biraz sıkarsanız. Kahve bağımlılığımın bir aşamasından sonra içtiğim hiçbir kahvenin uyanık tutmadığını, aksine kahve içtikten sonra mışıl mışıl uyuyabildiğimi farketmiştim bir sene önce. Buna rağmen elimde; tutacağı kemanım tarafından kırılmış, kaynar suyun sayesinde baya bir ısınmış, elimi yakan Marilyn Monroe kupam ve içinde Monarch'ımla uyanık! kalmayı bekliyorum. Bu saatte de uyunmaz ki azizim!

Azizim demişken şuan televizyonda Şehrin Azizleri başlamış. Sevimli bir arkadaştan aldım haberi.

Smoky Bonnie:
-Şehrin Azizleri başladıııı!

There's No One Home Tonight:
-Ben o filmi hayatım boyunca hiç tam olarak izlemedim nedense. Her seferinde ya uykum geldi yattım yada başka bi işim çıktı :s

Smoky Bonnie:
-Benim de. Ama herifler taş *,*

Placebo mp3lerimin hepsi garip birşekilde ortadan kayboldu. Yeni farkediyorum ama bu akşam placebo dinlemezsem gece rüyama girer uyuyamam =/ Alınan Dosyalarımdan slacker bitch çıktı, bir de Timo Maas klasöründen first day düeti. Bir Where is my mind yorumu bile bulamadım yani =( Daha 1 saat önce Fight Club izledim ordan etkilenmiş olsam gerek... Neyse ortası limonlu müzük indirme programını açıyorum üşenmeden -ki çok bekletir, bilgisayar başında uyur kalırsın. Abi şahsı ve sevgili bilgisayarı geleseye kadar birkaç şarkı indirsem kafi. Aklıma ilk gelenler şu şekilde ki; Blue American (olmazsa olmaz), Blind, Space Monkey, Twenty Years, Follow The Cops Back Home, Every You Every Me, Special K, Song To Say Goodbye... Sanki birkaç şarkıyı atlamışım gibi hissediyorum, böyle başka birşey daha indirilmesi gerekiyormuş gibi ama hadi bakalım (Kesin "kafana zıçıyim Turşu" diye sabaha karşı yataktan kalkıp, bilgisayarı açıp, hatırladığım şarkıyı indiricem).

Kahvenin son yudumları soğuk olduğu için hemen diktim, yavaş yavaş içersem kusarım belki. Yazıyı günün fotoğrafıyla bitirmek istiyorum. Bugün deviantart cıkları gezinirken gördüm, çarpıldım. Mutluluğun fotoğrafları part 2 =( Böyle birşey sevilmez de ne yapılır. Avuç içi kadar, yenir bu :muntaz:

3 Haziran 2008 Salı

3 Haziran- Vatan Haini

"Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla,
bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un
66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali
Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.
"Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."
Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz,
ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse,
vatan, polis copuysa, ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla :
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.

1 Haziran 2008 Pazar

İnsanlara laf anlatmak şu dünyadaki en zor işlerden biri galiba azizim. Duymak istemedikleri birşeyi sizden duydukları zaman bunu anlamamak için baya bir efor sarfedebiliyorlar. Olan sizin zamanınıza oluyor. Bir de aptal cümlelerle zamanınızı iyice yiyorlarsa sinirleriniz bile gerilebilir...