Ankara yoluna 1 gün kala bastıran sağanak yüzünden, daha doğrusu sağanakla beraber evin çevresini ve içini saran kasvetli hava yüzünden, 4 aydır volta attığım eve şöyle bir bakıp "gitmem lan ben burdan" yorumunu yaptım. Sabahtan beri süren valiz hazırlama telaşı bitince bilgisayarın başına oturup hoş sohbet bir beyin üşenmeyip benim için hazırladığı Grieg'den Mahler'e kadar uzanan takdir edilesi klasik klasörünü dizdim playliste. Mutfaktan gelen kurabiye kokularının Ankara kolisi için hazırlanan kurabiyelerden değil de öğlesine, kahve eşliğinde yenmek için hazırlanan kurabiyelerden olduğunu inatla varsayarak kendime bir kahve koymayı düşünüyorum. Ama onun öncesinde babamın dibine üşüşüp, "boşver okulu falan Osman Bey, ben oturayım burda, hergün kurabiye yiyip, yağmur yağarken kitap okuyalım beraber. Sen çay içersin, ben de kahve.." şeklinde teklifler sunmam gerekiyor... Ya da dur önce ben bir kahve koyup, bir iki kurabiye tırtıklayayım, Pachelbel çalsın arkada da.
Canon in D
22 Eylül 2011 Perşembe
8 Eylül 2011 Perşembe
Belki de Mastercard
Evet, bir an için ben de öldüğümü sanmıştım ama değilmiş, dört ay sonra yine utanmadan "yeni kayıt" butonuna basabildiğime göre hâlâ söyleyecek bir şeylerim varmış.
Kitap okumayı, film izlemeyi falan bıraktım, gerçekten insan hayatında büyük bir aydınlanma yaratıyor bu durum. Film ve dizi indiriyorum bol bol, sadece dizileri izliyorum. İndirilen çoğu film bir köşede, diziler bitirilip yapacak bir şey kalmadığında izlenmek için bekliyor. Dizi izlemek gerçekten bünyeyi sakinleştiriyor, insanın üstüne bir rahatlık örtüyor. Uzun süreli dikkat gerektirmiyor, yormuyor, ve en önemlisi çok eğlendiriyor. Sıcağın, özellikle denizi olmayan şehirlerde (bu ayrımı yapmam gerektiğini hissettim, insanın bunaldığında kendini atabileceği bir tuzlu su birikintisinin olmaması çok üzücü bir gerçek çünkü) yarattığı o sıkıntılı ve bunaltıcı saatleri olabilecek en az hasarla atlatmak için yapmam gereken tek şey; bol naneli ve buzlu koca bir bardak limonata (akşamları tercih buz gibi bira da olabiliyor) eşliğinde koltuğa yayılıp Community izlemek.
Günlerin çoğu böyle geçiyor olsa bile, tatilin şu ana kadarki kısmını hep bu şekilde harcamadım tabi ki. İnsanlık adına çok önemli aktivitelerde de bulundum. Mesela yemek yapmaya başladım. Annemin de işine gelen bu girişimlerimden hiçbiri hüsranla sonuçlanmadı neyse ki (bkz. şu an buzdolabında yenmeyi bekleyen havuçlu-kabaklı rakı mezesi). Ama bundan daha da önemli olan İstanbul ziyaretim gerçekten de insanlık adına atılmış büyük bir adımdı. 4 senedir yorulmaksızın, itinayla iletişip, birbirimizin beynini sotelediğimiz mimi wonka ile sonunda göz göze, diz dize oturup..... dizi izledik! Evet, güzel güzel muhabbetler de edildi ama kanımca en güzel anlar mabadlarımızı yayıp dizi-film izlediğimiz anlardı. 4(0) yılın başı bir araya gelmişken oturup dizi mi izledik? Evet, o kadar sene filmlerden dizilerden ondan bundan saatlerce konuştuktan sonra bir araya gelip en azından 2 sezon Misfits izlememek ayıp olurdu, yazık olurdu. Tabi ki sadece televizyon karşısında şapşal süper kahramanları izleyerek geçirmedik zamanımızı. Olması gerektiği gibi, biralar da tokuşturuldu, rakı sofraları da hazırlandı. Akbank Sanat'ın yolları tutuldu kısa film festivali niyetine. Bir de üstüne Patrick Wolf izlendi canlı canlı. Güvenlik görevlileri ve Wolf 'un kendisi tarafından potansiyel sapık muamelesi görüp, eve dönüş yolunda "keşke o kadar da hayran olmasaydık, hayal kırıklığı yapıyormuş bak" serzenişlerinde bulunsak da İstanbul Modern 'den kanlı canlı, parmağında nişan yüzüğüyle bir Patrick Wolf ve oldukça başarılı bir Damaris performansı görüp ayrıldık -ki hatıra fotoğraflarını da düşünürsek bence verimli bir akşamdı.
Bunun dışında görülmesi gereken birçok insan görüldü, fakat aynı zamanda görülmesi gereken birçok insan da görülemedi. Bunların başında gelen süper cem 'e ayrı bir özür niteliğinde yazının sonuna alternatif müzik zevki için hoş bir "dinlemelik" serpiştireceğimdir. Selamlar!
...
Kitap fuarından çaldığım o kadar kitap en azından ailenin bir ferdinin işine yarıyor. Babam her iki üç günde bir, akşamları yatmadan önce, kitaplığımdan kendine kitap beğeniyor. Zaman zaman bu sebeple aramızda garip diyaloglar da geçmiyor değil.
- Arkadaşının yazdığı kitapları okudum bugün. Şu şu şu konuları ele alış biçimini beğendim, ama genel olarak akışı tutturamadığı şöyle şöyle yerler var...
- Hadi ya..
-Sen okumamış mıydın?
- ... Ben yorumlarını iletirim kendisine baba..
...
Bloga en son nisan ayında Demirkubuz'la ilgili bir şeyler karalayıp çıkmışım. Şöyle bir baktığımda İstanbul gezisi, dedemin vefatı ve kahveye tekrar başlamam dışında hayatımda önemli sayılabilecek pek de bir şey olmadığını görüyorum.
Dedem öldüğünden beri anne tarafında bir tür sülale birleşmesi oldu. 4 kardeş, o kardeşlerin eşleri, çocukları 7/24 iç içe olmaya başladı. Hayatım boyunca görmediğim akrabalardan bahsetmiyorum da, hani, neredeyse her gün bir kardeşin evinde toplanıp akşam yemekleri yemeceler, birlikte fotoğraf çektirmeceler, bir yakınlaşmalar falan... Tabi babayı kaybetmenin getirdiği bir "birlikte zaman geçirelim" mentalitesi var, haklı olarak.. Ama şimdiye kadar bir çekirdek aile olarak faaliyet gösterirken, bir anda teyzesinden, kuzenine, büyük amcasına kadar genişlemek ve farketmeden bu insanların sorunlarına ortak olmak, bazen de bu insanların sorunu olmak garip bir şey. Başlarda fena değildi aslında,evin içinde sürekli bir hareket olması, küçük kuzenlerin etrafta yorulmak bilmeden koşuşturması vs. Ama bu kalabalıklaşma; dedemin öldüğü gün, evde onlarca kadın ağlarken, tüm günü, dedemin çatısında, annemin gençken giydiği, astarı sökülmüş gri kabanının üstüne oturup, asmaların oluşturduğu gölgenin altında sigara içerek geçirdiğim zamanki gibi bir ruh hali yaratıyor üstümde. İnsan hayatında bazen işler Amerikan bağımsız filmleri gibi gitmeli bence. Hayatları mütevazi bir ev ve monoton bir döngüden ibaret olan bir takım insanların, günün birinde sevdikleri birini kaybettikleri, climaxı en fazla 10 saniyelik bir sinir krizi ya da karakterlerden birinin arabayı nehre fırlattığı, kıyafetleriyle denize girdiği bir sahne vb. olan ve müziklerini Iron & Wine 'in yaptığı sakin ve güzel, düşük bütçeli bir Amerikan filmi. Sundance 'te görebileceğimiz cinsten...
...
Burada havalar yavaştan soğumaya başladı. En azından akşamları ayaklara çorap gerekiyor. Bu yüzden kahve içmeye başladım (evet, gerçekten bahane arıyormuşum). Fakat, kafeinle olan ilişkimi "bazı akşamlar, keyiflik" seviyesine çektiğimi de gururla söyleyebilirim. Ve artık yazmayı bir kenara bırakırken şunu söylemeliyim ki, bazı akşamlar kahve, Ilya eşliğinde daha bir nefis oluyor. O akşamın tadı ayrı bir güzel çıkıyor mesela...
Ilya - They Died For Beauty
Ilya - Bellissimo
Ilya - Pretty Baby
Kitap okumayı, film izlemeyi falan bıraktım, gerçekten insan hayatında büyük bir aydınlanma yaratıyor bu durum. Film ve dizi indiriyorum bol bol, sadece dizileri izliyorum. İndirilen çoğu film bir köşede, diziler bitirilip yapacak bir şey kalmadığında izlenmek için bekliyor. Dizi izlemek gerçekten bünyeyi sakinleştiriyor, insanın üstüne bir rahatlık örtüyor. Uzun süreli dikkat gerektirmiyor, yormuyor, ve en önemlisi çok eğlendiriyor. Sıcağın, özellikle denizi olmayan şehirlerde (bu ayrımı yapmam gerektiğini hissettim, insanın bunaldığında kendini atabileceği bir tuzlu su birikintisinin olmaması çok üzücü bir gerçek çünkü) yarattığı o sıkıntılı ve bunaltıcı saatleri olabilecek en az hasarla atlatmak için yapmam gereken tek şey; bol naneli ve buzlu koca bir bardak limonata (akşamları tercih buz gibi bira da olabiliyor) eşliğinde koltuğa yayılıp Community izlemek.
Günlerin çoğu böyle geçiyor olsa bile, tatilin şu ana kadarki kısmını hep bu şekilde harcamadım tabi ki. İnsanlık adına çok önemli aktivitelerde de bulundum. Mesela yemek yapmaya başladım. Annemin de işine gelen bu girişimlerimden hiçbiri hüsranla sonuçlanmadı neyse ki (bkz. şu an buzdolabında yenmeyi bekleyen havuçlu-kabaklı rakı mezesi). Ama bundan daha da önemli olan İstanbul ziyaretim gerçekten de insanlık adına atılmış büyük bir adımdı. 4 senedir yorulmaksızın, itinayla iletişip, birbirimizin beynini sotelediğimiz mimi wonka ile sonunda göz göze, diz dize oturup..... dizi izledik! Evet, güzel güzel muhabbetler de edildi ama kanımca en güzel anlar mabadlarımızı yayıp dizi-film izlediğimiz anlardı. 4(0) yılın başı bir araya gelmişken oturup dizi mi izledik? Evet, o kadar sene filmlerden dizilerden ondan bundan saatlerce konuştuktan sonra bir araya gelip en azından 2 sezon Misfits izlememek ayıp olurdu, yazık olurdu. Tabi ki sadece televizyon karşısında şapşal süper kahramanları izleyerek geçirmedik zamanımızı. Olması gerektiği gibi, biralar da tokuşturuldu, rakı sofraları da hazırlandı. Akbank Sanat'ın yolları tutuldu kısa film festivali niyetine. Bir de üstüne Patrick Wolf izlendi canlı canlı. Güvenlik görevlileri ve Wolf 'un kendisi tarafından potansiyel sapık muamelesi görüp, eve dönüş yolunda "keşke o kadar da hayran olmasaydık, hayal kırıklığı yapıyormuş bak" serzenişlerinde bulunsak da İstanbul Modern 'den kanlı canlı, parmağında nişan yüzüğüyle bir Patrick Wolf ve oldukça başarılı bir Damaris performansı görüp ayrıldık -ki hatıra fotoğraflarını da düşünürsek bence verimli bir akşamdı.
Bunun dışında görülmesi gereken birçok insan görüldü, fakat aynı zamanda görülmesi gereken birçok insan da görülemedi. Bunların başında gelen süper cem 'e ayrı bir özür niteliğinde yazının sonuna alternatif müzik zevki için hoş bir "dinlemelik" serpiştireceğimdir. Selamlar!
...
Kitap fuarından çaldığım o kadar kitap en azından ailenin bir ferdinin işine yarıyor. Babam her iki üç günde bir, akşamları yatmadan önce, kitaplığımdan kendine kitap beğeniyor. Zaman zaman bu sebeple aramızda garip diyaloglar da geçmiyor değil.
- Arkadaşının yazdığı kitapları okudum bugün. Şu şu şu konuları ele alış biçimini beğendim, ama genel olarak akışı tutturamadığı şöyle şöyle yerler var...
- Hadi ya..
-Sen okumamış mıydın?
- ... Ben yorumlarını iletirim kendisine baba..
...
Bloga en son nisan ayında Demirkubuz'la ilgili bir şeyler karalayıp çıkmışım. Şöyle bir baktığımda İstanbul gezisi, dedemin vefatı ve kahveye tekrar başlamam dışında hayatımda önemli sayılabilecek pek de bir şey olmadığını görüyorum.
Dedem öldüğünden beri anne tarafında bir tür sülale birleşmesi oldu. 4 kardeş, o kardeşlerin eşleri, çocukları 7/24 iç içe olmaya başladı. Hayatım boyunca görmediğim akrabalardan bahsetmiyorum da, hani, neredeyse her gün bir kardeşin evinde toplanıp akşam yemekleri yemeceler, birlikte fotoğraf çektirmeceler, bir yakınlaşmalar falan... Tabi babayı kaybetmenin getirdiği bir "birlikte zaman geçirelim" mentalitesi var, haklı olarak.. Ama şimdiye kadar bir çekirdek aile olarak faaliyet gösterirken, bir anda teyzesinden, kuzenine, büyük amcasına kadar genişlemek ve farketmeden bu insanların sorunlarına ortak olmak, bazen de bu insanların sorunu olmak garip bir şey. Başlarda fena değildi aslında,evin içinde sürekli bir hareket olması, küçük kuzenlerin etrafta yorulmak bilmeden koşuşturması vs. Ama bu kalabalıklaşma; dedemin öldüğü gün, evde onlarca kadın ağlarken, tüm günü, dedemin çatısında, annemin gençken giydiği, astarı sökülmüş gri kabanının üstüne oturup, asmaların oluşturduğu gölgenin altında sigara içerek geçirdiğim zamanki gibi bir ruh hali yaratıyor üstümde. İnsan hayatında bazen işler Amerikan bağımsız filmleri gibi gitmeli bence. Hayatları mütevazi bir ev ve monoton bir döngüden ibaret olan bir takım insanların, günün birinde sevdikleri birini kaybettikleri, climaxı en fazla 10 saniyelik bir sinir krizi ya da karakterlerden birinin arabayı nehre fırlattığı, kıyafetleriyle denize girdiği bir sahne vb. olan ve müziklerini Iron & Wine 'in yaptığı sakin ve güzel, düşük bütçeli bir Amerikan filmi. Sundance 'te görebileceğimiz cinsten...
...
Burada havalar yavaştan soğumaya başladı. En azından akşamları ayaklara çorap gerekiyor. Bu yüzden kahve içmeye başladım (evet, gerçekten bahane arıyormuşum). Fakat, kafeinle olan ilişkimi "bazı akşamlar, keyiflik" seviyesine çektiğimi de gururla söyleyebilirim. Ve artık yazmayı bir kenara bırakırken şunu söylemeliyim ki, bazı akşamlar kahve, Ilya eşliğinde daha bir nefis oluyor. O akşamın tadı ayrı bir güzel çıkıyor mesela...
Ilya - They Died For Beauty
Ilya - Bellissimo
Ilya - Pretty Baby
Etiketler:
coffee and cigarettes,
haftaiçi karalamaları
22 Nisan 2011 Cuma
(Zeki Demirkubuz söyleşisinden sonra yönetmenle Phaedrus arasında balkonda sigara içerken gerçekleşen ilginç diyalog)
...
P. : Özellikle Yeraltı'ndan sonra oldukça uyarlama kitap önerileri almışsınızdır ama okurken sizinle özleştirdiğim bir kitap var Gecenin Sonuna Yolculuk adında, bilmiyorum okudunuz mu..
Z.D. : Bu kitabı bana öneren ikinci kişisin biliyor musun? Merak ediyorum aslında ama okumadım.
P. : Eğer olur da okuduktan sonra uyarlamayı düşünürseniz, yarın öbür gün de gazetelerde rastlarsak böyle bir habere, gerçekten çok güzel olur.
Z.D. : Gazetede gördükten sonra hava atacaksın feysbukta falan "ben tavsiye etmiştim hıh" diye, değil mi? Hadi itiraf et.. (Gülme efekti)
P. : Hahaha neden olmasın..
...
Kayıtlara da geçtiğine göre, bundan birkaç sene sonra haberi gelirse havamı atarım fütursuzca!
9 Mart 2011 Çarşamba
We're All Mad Here
Jockey Full Of Bourbon eşliğinde, üzerinde deve resmi bulunan zıkkımı tüketerek odada zikzaklar çizerek dans etmek apayrı bir keyif bence sevgili blogger.
Belki duymuşsundur haberlerde, Ankara pek bir karlı son günlerde. İnsanlar yollarda kalıyor, evlerine gidemiyorlar falan. Arabalar da zikzak çiziyor ama keyiften olduğunu sanmıyorum. Dün Kızılay'da sıkışıp Beytepe'sine gidemeyenlerdendim ben de. Dünya Kadınlar Günü'nü kutlamaya gitmiştim bir arkadaşımla ama hadisenin iki üç slogan ve gülünç bir protestodan ibaret olduğunun farkına vardığımızda orada bulunmak için bir sebep kalmadığını anlamış, lgbt kalabalığının kenarından sinsice sıyrılıp mabadımızı daha fazla soğuğa maruz bırakmamak adına sıcak bir yere geçip havadan sudan muhabbetlere dalmıştık. Artık o kadar da ilginç gelmeyen, bünyeme de kabak tadı vermeye başlayan sokak göstericilerinin dedikodusunu yapıp; kendilerini, dönemin eğlenmeyi bilen birkaç beat kaçığının varisleri gibi görüp gösteren birkaç sıkıcı adama çamur attım fütursuzca. Biraz da, gözlerini buğulandırıp çevreye puslu bir imaj saçan, yeraltı görünümlü, şekeri elinden alınmış mızmız şairler hakkında atıp tuttum ne haddime ise.. Yanlış anlaşılmak istemem; sokakta gördüğümüz ve giyim kuşamlarından yola çıkarak ilginç isimlerle andığımız emo, tiki ve benzeri karakterler hakkında yaptığımız hoşbeşler ne kadar masum ve yargılamaksızın eğlenme amaçlıysa, bahsi geçen anti-kahraman karakterler adına atıp tuttuklarımız da bir o kadar masum ve iyi niyetli. Yani rahat olun, insanlar birbirlerini eğlendirip güldürmez ise ortada bir sorun var demektir.. Her neyse, sohbet sona erip gitme vakti geldiğinde, sanırım biraz geç kalmıştık. Ego, dolmuş, servis ve bilumum toplu taşıma aracından eser yoktu. Olan bitenin farkına vardığımızda "kalacak yer telefon konuşmaları"na yumulup en sonunda kafamızı sokacak bir ev bulmuştuk. Ertesi gün (yani bugün) Ego'ların tekrar yollara döküldüğü haberini aldıktan sonra bir sevgi kelebeğine dönüşsem de soğuğu hafiften hafiften yemiş olduğum bir gerçek. Karlar eriyip baharın geldiğini kendi gözlerimle görene kadar keyfi olarak kampüsü terketmeme kararı aldım. Okunacak kitaplar var daha zaten..
Sinematografik olduğun kadar antipatiksin de Ankara..
Yine de tüm suçu üzerime almaya razıyım. Otobüs sırasında beklerken yanımdaki bayana da söyledim bunu. 3-4 gün öncesinde havanın cıvıl cıvıl, çiçekli, böcekli, kuşlu vesaireli olduğu bir sabah, oda arkadaşımın da yokluğundan faydalanıp Hare Krishna açıp dans ettiğim için hava durumunun benden aldığı bir intikam biçimi olarak düşünüyorum yaşananları. Ama yine de önlem almaktan aciz belediyeyi ve zincirsiz yola çıkan taşıt sahiplerini suçlamak da aynı ölçüde mantıklı..
Bir kulak verip öyle düşün derim, olur da bir gün güneşli bir sabaha merhaba der, aklına da hare krishna gelirse, playliste atıverirsin içindeki sesi kırmayıp. Belki sen de dans edersin (farkettiysen şirinler'i görme vaatlerine yer vermiyorum bu blogta)..
Belki duymuşsundur haberlerde, Ankara pek bir karlı son günlerde. İnsanlar yollarda kalıyor, evlerine gidemiyorlar falan. Arabalar da zikzak çiziyor ama keyiften olduğunu sanmıyorum. Dün Kızılay'da sıkışıp Beytepe'sine gidemeyenlerdendim ben de. Dünya Kadınlar Günü'nü kutlamaya gitmiştim bir arkadaşımla ama hadisenin iki üç slogan ve gülünç bir protestodan ibaret olduğunun farkına vardığımızda orada bulunmak için bir sebep kalmadığını anlamış, lgbt kalabalığının kenarından sinsice sıyrılıp mabadımızı daha fazla soğuğa maruz bırakmamak adına sıcak bir yere geçip havadan sudan muhabbetlere dalmıştık. Artık o kadar da ilginç gelmeyen, bünyeme de kabak tadı vermeye başlayan sokak göstericilerinin dedikodusunu yapıp; kendilerini, dönemin eğlenmeyi bilen birkaç beat kaçığının varisleri gibi görüp gösteren birkaç sıkıcı adama çamur attım fütursuzca. Biraz da, gözlerini buğulandırıp çevreye puslu bir imaj saçan, yeraltı görünümlü, şekeri elinden alınmış mızmız şairler hakkında atıp tuttum ne haddime ise.. Yanlış anlaşılmak istemem; sokakta gördüğümüz ve giyim kuşamlarından yola çıkarak ilginç isimlerle andığımız emo, tiki ve benzeri karakterler hakkında yaptığımız hoşbeşler ne kadar masum ve yargılamaksızın eğlenme amaçlıysa, bahsi geçen anti-kahraman karakterler adına atıp tuttuklarımız da bir o kadar masum ve iyi niyetli. Yani rahat olun, insanlar birbirlerini eğlendirip güldürmez ise ortada bir sorun var demektir.. Her neyse, sohbet sona erip gitme vakti geldiğinde, sanırım biraz geç kalmıştık. Ego, dolmuş, servis ve bilumum toplu taşıma aracından eser yoktu. Olan bitenin farkına vardığımızda "kalacak yer telefon konuşmaları"na yumulup en sonunda kafamızı sokacak bir ev bulmuştuk. Ertesi gün (yani bugün) Ego'ların tekrar yollara döküldüğü haberini aldıktan sonra bir sevgi kelebeğine dönüşsem de soğuğu hafiften hafiften yemiş olduğum bir gerçek. Karlar eriyip baharın geldiğini kendi gözlerimle görene kadar keyfi olarak kampüsü terketmeme kararı aldım. Okunacak kitaplar var daha zaten..
Sinematografik olduğun kadar antipatiksin de Ankara..
Yine de tüm suçu üzerime almaya razıyım. Otobüs sırasında beklerken yanımdaki bayana da söyledim bunu. 3-4 gün öncesinde havanın cıvıl cıvıl, çiçekli, böcekli, kuşlu vesaireli olduğu bir sabah, oda arkadaşımın da yokluğundan faydalanıp Hare Krishna açıp dans ettiğim için hava durumunun benden aldığı bir intikam biçimi olarak düşünüyorum yaşananları. Ama yine de önlem almaktan aciz belediyeyi ve zincirsiz yola çıkan taşıt sahiplerini suçlamak da aynı ölçüde mantıklı..
Bir kulak verip öyle düşün derim, olur da bir gün güneşli bir sabaha merhaba der, aklına da hare krishna gelirse, playliste atıverirsin içindeki sesi kırmayıp. Belki sen de dans edersin (farkettiysen şirinler'i görme vaatlerine yer vermiyorum bu blogta)..
Etiketler:
günün posası,
haftaiçi karalamaları,
hippie hippie shake,
müzik,
Sing in Your Ear
4 Şubat 2011 Cuma
Theo Angelopoulos ve Eleni Karaindrou isimlerini aynı proje içinde görüyorsanız, bilin ki o, boş bir iş değildir..
26 Ocak 2011 Çarşamba
Sömestr tatili niyetine evdeyim. Geçirilecek 1 ay demektir bu. Ama telaşa mahal yok, okunacak kitap listem var, gayet dolu... Haftada ortalama 2-3 kitabın yanına tik koyuyorum. Evdeyken zamandan bol bir şeyim yok. Günde en az iki kere ocağa çay konuluyor tarafımdan. Yetiştirecek bir şey yok. Evin içinde gereksiz bir koşuşturmaca da... En büyük heyecan, ailece tabu oynarken babamın karşıma geçip "eğlence" kelimesini anlatma çabası sırasında oluyor. 50 küsür yaşındaki adamın elindeki kartı, panik içinde debelenirken süre dolunca sinirle yere fırlatmasını izlemekse gerçekten "eğlence"li oluyor.
Gün geçtikçe durulduğumu hissediyorum. Eskisi gibi karşıma çıkacak şeyleri büyük bir heyecanla beklemiyorum. Belki karşıma çıkan şeylerin düşündüğüm kadar tatmin edici olmadığını farketmeye başlamamın etkisi olabilir. Kafamda büyük projelerin planları dönmüyor ve bu üzücü bir şey değil, aksine daha iyi odaklanmamı sağlıyor kafamın daha rahat olması. Küçük küçük ilerlemenin önemini kavrıyorum. Çok afili, şaşalı başarılar yerine sadece benim bildiğim, bireysel kazanımlar; bir adım sonrası için hazırlıyor aklımı. Soğuk duş etkisi yaratmadan teker teker geleceğinin garantisi oluyor bir nevi. Bir Pollyanna 'cılığa çekilme kaygısı olmadan söylüyorum bunları. İnsan kendisine ve kozmosa gereğinden fazla güvenip hayattan büyük lokmalar almaya yeltendiğinde altından kalkamıyor işlerin. Minik minik deşelemek gerekiyormuş dünyayı.
Aydınlanma vb. saçmalıklardan bahsetmiyorum. Ergen döneminin Oshocu muhabbetleri geçeli oldu baya. Kemana başladım yeniden ve kafamdaki en güzel fantazi, birkaç ay sonra o dört telden bir Tiersen çıkarmak. La Veillée belki..
Gün geçtikçe durulduğumu hissediyorum. Eskisi gibi karşıma çıkacak şeyleri büyük bir heyecanla beklemiyorum. Belki karşıma çıkan şeylerin düşündüğüm kadar tatmin edici olmadığını farketmeye başlamamın etkisi olabilir. Kafamda büyük projelerin planları dönmüyor ve bu üzücü bir şey değil, aksine daha iyi odaklanmamı sağlıyor kafamın daha rahat olması. Küçük küçük ilerlemenin önemini kavrıyorum. Çok afili, şaşalı başarılar yerine sadece benim bildiğim, bireysel kazanımlar; bir adım sonrası için hazırlıyor aklımı. Soğuk duş etkisi yaratmadan teker teker geleceğinin garantisi oluyor bir nevi. Bir Pollyanna 'cılığa çekilme kaygısı olmadan söylüyorum bunları. İnsan kendisine ve kozmosa gereğinden fazla güvenip hayattan büyük lokmalar almaya yeltendiğinde altından kalkamıyor işlerin. Minik minik deşelemek gerekiyormuş dünyayı.
Aydınlanma vb. saçmalıklardan bahsetmiyorum. Ergen döneminin Oshocu muhabbetleri geçeli oldu baya. Kemana başladım yeniden ve kafamdaki en güzel fantazi, birkaç ay sonra o dört telden bir Tiersen çıkarmak. La Veillée belki..
Etiketler:
günün posası,
haftaiçi karalamaları,
Kemik Torbası
7 Ocak 2011 Cuma
Saat 03:19. Bu demektir ki 7 Ocak'ı bitkin bir vaziyette geçireceğim. Bir damla uykumun olmaması, uykuya ihtiyacım olduğu zamanlarda gerçekten gereksiz bir durum oluyor, onu farkettim. Burnum Niagara gibiyken, pencerede içtiğim sigaranın kokusu odaya sinmişken, ayaklarım buz gibiyken -ki gece yatağa asla çoraplı giremezken- ve uyumak için Cocorosie bile işe yaramıyorken, sabahın 3'ünde şişmiş gözlerle karanlık odada bilgisayar başında oturmak bir nevi eziyet.
Sorulduğunda, hâlâ hiç tereddüt etmeden bir nikotin tiryakisi olmadığımı söylemem karşımdaki kişide sağ yumruğunu olağan gücüyle sıkıp sol yanağıma bir kroşe geçirme isteği uyandırsa da bunu söylemekten vazgeçeceğimi düşünmüyorum. Bazı şeyleri ne kadar az ciddiye alırsan, o şeyler bir o kadar zararsızlaşıyorlar. Bu konuda alkol, sigara için ne düşünüyorsam insanlar için de aynı şeyi düşündüğüm gerçeği belki kroşe arzusunu çiftleyebilir, ama lütfen, ben barışçıl bir insanım..
Yaklaşık bir yıldır kişisel anlamda birşeyler üretemediğim için kendimi, kendi açımdan işe yaramaz hissetmem gerektiğini biliyorum. İlk başta hissettim de, biraz sağduyu.. Ama son zamanlarda kafaya taktığım en önemli konu üç sezon Lie To Me tükettikten sonra yeni bölüm gelmeyişinden doğan boşluk hissi. Çok iyiyim aslında, herşey olması gerektiği gibi. Yaptığım şeyler olması gerektiği gibi, çevremde gördüklerim olması gerektiği gibi, gün içinde düşündüklerim bile olması gerektiği gibi. Asıl sorun akşam monologları. Bir aynam olmadığı için işler biraz daha kolay tabi ama yine de geceleri uyandıran bir şeyler var ve o saniyeden itibaren işler olması gerektiği gibi değil. Ya da o saniyeden itibaren herşey olması gerektiği gibi ve geri kalanı çevre kirliliği (bir 'olması gerektiği gibi' kalabalığı yığıldı, farkındayım).
İsveçli bilim adamlarının ilgisini çekecek kadar enteresan biri olduğumu düşünmüyorum ama şu ana kadar kendimden hiç sıkılmadığımı göz önünde bulundurursak bence o kadar da vasat değil durum. Günlük hayatta biraz sığ biriyim ama ipin ucunu kaçırdığımı da düşünmedim hiç. Günü geçirmek için sığ olmak gerekiyor bazen, zira hiç eğlenceli olmuyor dışarısı diğer türlü. Kendimi ciddiye almadığım çoğu zamanda alıyormuş gibi göründüğüm de oluyor. Bana sorarsan ciddiyet o kadar da abartılması gereken bir nitelik değil ama işe de yarıyor yeri geldiğinde. Doğru sandıkları fikirlerini karşılarındakine empoze etmeye çalışan insanların yanında sığlığın da pek bir yararı olmuyor, ciddiyet iyice batırıyor. En zararsızı dinlemediğini belli etmemek için hafifçe başını sallayıp, biraz da gülümsemek. Sonra olağanüstü şeyler yaşanmıyor; insanlar yemeye, içmeye, uyumaya, sevişmeye ve doğrularını alenileştirmeye devam ediyorlar. İki kere ikinin dört ettiğinden o kadar eminiz çünkü.
Böyle cümleler kurmak için daha çok gencim aslında. Satırlara göz gezdirdiğim zaman gelecekten 42 yaşındaki halimi getirip sol yanağıma bir sağ kroşe indirtmek istiyorum mesela.
---
Sabah nasıl uyanacağım konusunda endişe ediyor olmalıyım şu an, monologlarımdan korkmak yerine (çoklu kişilik bozukluğu bambaşka bir şey, karıştırmayalım).
---
Bugün babam telefonda çok güzel bir şey söyledi, ya da böyle demek istiyordu cümlelerinde;
"-Geleceğe dair yapacağın yatırımların planını şimdilik sadece bireysel olarak yürüt, kendini daha çok geliştirmeye harca zamanını. Telaş yapıp birden harekete geçme. Daha önünde çok zaman olacak harekete geçmek için, tamam mı?"
Belki bu cümleleri avucumun içine yazıp aceleyle bir şeylere karar verirken dönüp bakarak bir daha düşünmek için kullanabilirim. Ama avuç içleri çok çabuk terleyen bir insan oluşum bu sürecin sık sık aksamasına sebep olabilir.
-Senin kafan çok karışık şekerim..
-Hayır, sadece çok çabuk yoruluyorum... şekerim.
Saat 04:23. Bu demektir ki 7 Ocak gerçekten çok bitkin geçecek. Ve bende bir damla uyku yok. Cocorosie da işe yaramıyor. Koyun saymak oldum olası işe yaramadı zaten, hep geçen koyunlara takılıyorum, çiti geçtikten sonra ne yaptıkları geliyor gözümün önüne, çok salakça bir durum aslında. İyi geceler..
Sorulduğunda, hâlâ hiç tereddüt etmeden bir nikotin tiryakisi olmadığımı söylemem karşımdaki kişide sağ yumruğunu olağan gücüyle sıkıp sol yanağıma bir kroşe geçirme isteği uyandırsa da bunu söylemekten vazgeçeceğimi düşünmüyorum. Bazı şeyleri ne kadar az ciddiye alırsan, o şeyler bir o kadar zararsızlaşıyorlar. Bu konuda alkol, sigara için ne düşünüyorsam insanlar için de aynı şeyi düşündüğüm gerçeği belki kroşe arzusunu çiftleyebilir, ama lütfen, ben barışçıl bir insanım..
Yaklaşık bir yıldır kişisel anlamda birşeyler üretemediğim için kendimi, kendi açımdan işe yaramaz hissetmem gerektiğini biliyorum. İlk başta hissettim de, biraz sağduyu.. Ama son zamanlarda kafaya taktığım en önemli konu üç sezon Lie To Me tükettikten sonra yeni bölüm gelmeyişinden doğan boşluk hissi. Çok iyiyim aslında, herşey olması gerektiği gibi. Yaptığım şeyler olması gerektiği gibi, çevremde gördüklerim olması gerektiği gibi, gün içinde düşündüklerim bile olması gerektiği gibi. Asıl sorun akşam monologları. Bir aynam olmadığı için işler biraz daha kolay tabi ama yine de geceleri uyandıran bir şeyler var ve o saniyeden itibaren işler olması gerektiği gibi değil. Ya da o saniyeden itibaren herşey olması gerektiği gibi ve geri kalanı çevre kirliliği (bir 'olması gerektiği gibi' kalabalığı yığıldı, farkındayım).
İsveçli bilim adamlarının ilgisini çekecek kadar enteresan biri olduğumu düşünmüyorum ama şu ana kadar kendimden hiç sıkılmadığımı göz önünde bulundurursak bence o kadar da vasat değil durum. Günlük hayatta biraz sığ biriyim ama ipin ucunu kaçırdığımı da düşünmedim hiç. Günü geçirmek için sığ olmak gerekiyor bazen, zira hiç eğlenceli olmuyor dışarısı diğer türlü. Kendimi ciddiye almadığım çoğu zamanda alıyormuş gibi göründüğüm de oluyor. Bana sorarsan ciddiyet o kadar da abartılması gereken bir nitelik değil ama işe de yarıyor yeri geldiğinde. Doğru sandıkları fikirlerini karşılarındakine empoze etmeye çalışan insanların yanında sığlığın da pek bir yararı olmuyor, ciddiyet iyice batırıyor. En zararsızı dinlemediğini belli etmemek için hafifçe başını sallayıp, biraz da gülümsemek. Sonra olağanüstü şeyler yaşanmıyor; insanlar yemeye, içmeye, uyumaya, sevişmeye ve doğrularını alenileştirmeye devam ediyorlar. İki kere ikinin dört ettiğinden o kadar eminiz çünkü.
Böyle cümleler kurmak için daha çok gencim aslında. Satırlara göz gezdirdiğim zaman gelecekten 42 yaşındaki halimi getirip sol yanağıma bir sağ kroşe indirtmek istiyorum mesela.
---
Sabah nasıl uyanacağım konusunda endişe ediyor olmalıyım şu an, monologlarımdan korkmak yerine (çoklu kişilik bozukluğu bambaşka bir şey, karıştırmayalım).
---
Bugün babam telefonda çok güzel bir şey söyledi, ya da böyle demek istiyordu cümlelerinde;
"-Geleceğe dair yapacağın yatırımların planını şimdilik sadece bireysel olarak yürüt, kendini daha çok geliştirmeye harca zamanını. Telaş yapıp birden harekete geçme. Daha önünde çok zaman olacak harekete geçmek için, tamam mı?"
Belki bu cümleleri avucumun içine yazıp aceleyle bir şeylere karar verirken dönüp bakarak bir daha düşünmek için kullanabilirim. Ama avuç içleri çok çabuk terleyen bir insan oluşum bu sürecin sık sık aksamasına sebep olabilir.
-Senin kafan çok karışık şekerim..
-Hayır, sadece çok çabuk yoruluyorum... şekerim.
Saat 04:23. Bu demektir ki 7 Ocak gerçekten çok bitkin geçecek. Ve bende bir damla uyku yok. Cocorosie da işe yaramıyor. Koyun saymak oldum olası işe yaramadı zaten, hep geçen koyunlara takılıyorum, çiti geçtikten sonra ne yaptıkları geliyor gözümün önüne, çok salakça bir durum aslında. İyi geceler..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)