Mimi Wonka:
Kitaplarla arkadaş olmak çok mantıklı bu devirde. Nereye dönsem bir politik fikir beyanatı çıkıyor karşıma. Bunaldım artık üniversiteden, herkes bir yere yamanma çabasında. Yapılmış veya varolan şeyleri olduğu gibi kabul etmiyor kimse. Şu mustafa filmini izledin mi bilmiyorum ama kaç haftadır onun tartışması dönüyor. Ben de izlemedim filmi ama ne olursa olsun hiçbirşeyi eleştirmem ben deli gibi kavgaya dönüştürmem. Vellasılı kelam hayat ve hayatı hayat yapanlarımda iş yok. Kaçmam lazım karavan almam lazım...
Psilosibinli kafa yapan mantarlar kadar zararsızız.: *
Siyaset dediğin şeyi onu yapıcak insanlara bırakıcaksın. Fazla kirli. Eleştiriyorsun ama çözüm bulamıyorsun. İlerde ne düşünürüm hiç bilmiyorum ama değişmek istemeyen bir topluma birşey öğretemem, önce kendi hayatında yapıcaksın değişimi, gören beğenen olursa ona da aşılayacaksın. Başka türlü yaşanmıyor, gitmiyor. Mustafa'yı izlemedim ama Can Dündar 'ı eleştirmiyorum. Bir kenara atamam ki önceden yaptığı birçok işi severdim, şimdi nasıl çamur atayım adama? İzlemedim bile filmi
Mimi Wonka:
Sıkılıyorum. Ama yapacak başka birşeyim de yok. Kaç yaşındasın deseler 40 a yakınım diyecek gibi hissediyorum.
Psilosibinli kafa yapan mantarlar kadar zararsızız.:
Dediğin gibi, hayat başkalarının iyiliğini düşünemeyecek kadar kısa. Bunu söyleyip duruyoruz vs ama aklıma hep İbo-Hayat-Ölüm geliyor. Erteliyorum erteliyorum peki ya 15 dakika sonra boğulur ölürsem, araba çarpar sakat kalırsam? Kim garanti edebilir? Düşünmeden de edemiyorum.
Mimi Wonka:
O hikaye benimde hep aklımda
Psilosibinli kafa yapan mantarlar kadar zararsızız.:
Erteleyip plan yapmaktan başka bir çare de yok ama çevrede konuşan o kadar çok bilmiş insan var ki. Sanki 40 'ıma kadar erteleyecekmişim, sonra da geçim derdine düşüp ev geçindirmeye devam ederek yaşlanacakmışım gibi hissediyorum. Fish reklamı karşısında zırlayıp hani benim hayallerim ulan diyecekmişim gibi. Düşüncesi bile korkunç lan!
Mimi Wonka:
Evet de, başka bir alternatif sunulmuyor sanırım bize. Hani evlenip çocuğa karışan arkadaşlarım da var, sabah 9 akşam 6 çalışanlar da. Başka bir ilginçliği yok sanki hayatın. Hayran olduğum sanatçı kişilikli adamlardan olmadığım, olamadığım sürece...
Psilosibinli kafa yapan mantarlar kadar zararsızız.:
Sanki hayalini kurduğumuz hayatı yaşayanlar başka bir gezegendenmiş gibi?
Mimi Wonka:
Sanki sonum belli gibi. Evet aynen öyle.
Psilosibinli kafa yapan mantarlar kadar zararsızız.:
Son zamanlarda çok sık gelir oldu bu düşünceler. Şu bitsin ondan sonra hayalime kavuşacağım, onu geçeyim ondan sonra, şunu yapayım ondan sonra... Salon takımı taksitlerini öder gibi. İyice kendime gömülücem lan yakında.
Mimi Wonka:
Salon takımı taksitlerini öder gibi çok doğru bir tespit. Lisedeyken biraz daha büyüyünce derdim özgür olunca vs ama fark ediyorum ki bu nasıl büyütüldüğüne de bağlı biraz. Çok saçma sorumluluk hislerimiz var. Bize öğretilen bazı şeyleri ardımızda bırakamıyoruz hiç. Ben biraz daha farklı olmaya başlasam sanki bazı şeyleri ardımda bıraktım ve o ardımda kalanlar bana küstü, benim ardımdan bakakaldı, beni ben yapan bazı şeyleri kaybettim yitirdim gibi hissediyorum. Çok salakça farkındayım.
Psilosibinli kafa yapan mantarlar kadar zararsızız.:
Yetiştirilirken yüklenen sorumluluklar.. Babamın hatırlattığı laflardan biri "biz yarın öbürgün ölürsek kendi ayaklarınızın üstünde durmalısınız, ekonomik olarak özgür olmalısınız, biz her zaman olmayacağız vs" bunları düşündükçe evet belki salakça ama senin de dediğin gibi ardında bırakmış gibi hissediyorsun. Sanki ihanet etmiş de yıllar sonra dönüp baktığında orda olmayacaklarmış gibi. Tırsıyorsun, kuyruğunu toplayıp "belki sonra" diyorsun.
Mimi Wonka:
Evet. Ama sonra diye birşey yok. İroni de burda başlıyor işte. Hayatın deli saçması bir şiir trajikomik bir tek perde olup çıkıyor.
Psilosibinli kafa yapan mantarlar kadar zararsızız.:
Son cümle çok doğru. Hani hep istediğimiz, söylediğimiz "50 yaşına gelince fotoğraf albümlerine bakıp yaşadım ulan" diyebilmek, ama sanki 50 yaşına gelince "yarın öbür gün biz ölürsek kendi ayaklarınız üstünde durmalısınız" öğütleriyle çıkacakmışız gibi çocuklarımızın karşısına. Birinci cümleyle ikinci cümlenin arasındaki fark da seslendiğin çocuğun hayatını değiştiriyor. Kısır döngüye devam ediyorsun sonra.
Mimi Wonka:
Birşeyler yapmak lazım.
Psilosibinli kafa yapan mantarlar kadar zararsızız.:
İşte söylediğin şey benim ağzımdan çıkamıyor. Evet demek isterim, derim de. Ama biliyorum "2 sene daha, sonra mobilyaların taksitleri bitecek" sadece.
Mimi Wonka:
Bu kadar yoğun düşünen bizden başka salak var mıdır bilmiyorum. Yoksa çok şanslılar.
Psilosibinli kafa yapan mantarlar kadar zararsızız.:
Cahillik bir zamanlar en büyük mutluluktu diyor ya. Doğru diyor. Endişelenmek okumuşlara göredir, tanrı cahilleri korur. O da güzel diyor. Bile bile düşünüyorsan bunları salaksın, salağım, salağız, fazla çemkirik oldu.
Mimi Wonka:
Çemkirik grubu kurup her hafta bir bar kapatsak mesela. Bünyeye iyi gelir. Sonra bir dahaki buluşmaya kadar acizliğimin katlanılmaz aşağılamasına dayanabilirim belki altından kalkabilirim, sonra hep birlikte cahilliğe içeriz.
Psilosibinli kafa yapan mantarlar kadar zararsızız.:
Gelmez mi? Bir insana bile aslında bildiği ama dile getirmediği bir gerçeği yüksek sesle söylediğin zaman, o insanın suratında sana karşı oluşacak nefret dolu ifadeyi gördükten sonra cahilliğe ve bir kişiyi daha rahatsız etmene içeriz. Alex gibi singing in the rain söyleyerek toplumun ahlakını bozmaya doğru gideriz, tabi bizi zaptedecek hoş bir sahaf ya da kendimize getirecek sıcak bir mekan yoksa.
Mimi Wonka:
Biraz croissant ve kahve iyi giderdi şimdi.
Psilosibinli kafa yapan mantarlar kadar zararsızız.:
Kahve alıcam birazdan. Alta Rica. Yeni takıntım, duymuşsundur. Ama ne söylersen söyle boş Mermiş. Yüzyüze oturup bunları gülerek, kızarak, kinayeli bir biçimde konuşmadıkça boğazında kalıcak.
Mimi Wonka:
Sırtına vuracak adam yok etrafında. Varlığımı sonsuzlaştırdığımın resmidir. Sen varlığı çizebilir misin Phaedrus sonsuzlaştırabilir misin çizdiğini?
Psilosibinli kafa yapan mantarlar kadar zararsızız.:
Kitapta şu sözleri söylemiş Robert Pirsig:
Ve sisin içinden hafiften bir şekil beliriyor. Doğrudan baktığımda yok oluyor, ama başka yere baktığımda göz ucunda yeniden beliriyor. Tam ona birşey söyleyecek, onun adını anacakken vazgeçiyorum. Çünkü biliyorum ki onu tanıdığımı belli eden bir hareket ya da tavır, ona, kazanmaması gereken "bir gerçeklik" kazandıracak.
Ama bunu açıklamasam da bu şekli tanıyorum. Bu, Phaedrus.
Kötü ruh..
Çılgın...
Yaşamın ya da ölümün olmadığı bir dünyadan geliyor.
Mimi Wonka:
Sonsuzluk diye birşey yok bence. Bu ara çok düşündüm onu. Hani sonsuzluk değilde bilinmezlik o. Bilmediğimiz şeylere sonsuz diyoruz bence. Uzay sonsuz, inanç sonsuz...
Psilosibinli kafa yapan mantarlar kadar zararsızız.:
Ölmeden, ölümle ilgili rivayetlerde bulunmak gibi..
Mimi Wonka:
Evet. Ya seni çok mutlu eden şeyler iyi oldukları için sonsuz olmalıdır. Ya da bilmediğin ve seni korkutan şeyler açıklanamadığı için sonsuzdur. Arası yok bunun. Hepsi ihtiyaç dahilince insanlarca şekillendirilmiş şeyler.
Psilosibinli kafa yapan mantarlar kadar zararsızız.:
Beklemeli, öyle görmeli insan. Yani o bilinmezliği düşündükçe şimdiyi kaçırmak neden? Bilinmezliği yaşadığın zaman öğreneceksin ama şimdiyi bir daha yaşamayacaksın.
Mimi Wonka:
Heh bak bu dediğin de çok doğru.
Psilosibinli kafa yapan mantarlar kadar zararsızız.:
Teker teker yaşamalı diyorum.
Mimi Wonka:
Vakit yettikçe.
Psilosibinli kafa yapan mantarlar kadar zararsızız.:
Evet. 2 yıl sonrasını düşünerek, hayatımı o yöne planlayarak, şimdiyi harcamam, söylediklerimizle baya çelişse de boşver. Çelişmeli zaten. Yaşamak istemediğin bir şimdiyi de yaşamazsın zaten. sadece izleyerek geçirirsin o da birşeydir.
Mimi Wonka:
Zaten zamandan korktuğum kadar hiçbirşeyden korkmuyorum. Ondan saat kullanmıyorum zaten. Sınavlarıma, derslerime, otobüsüme geç kalmam umrumda olmuyor.
Psilosibinli kafa yapan mantarlar kadar zararsızız.:
Saat ben de takamam. Şunu düşünmesi korkunç çünkü; saatine baktığında 4ü gösteriyor. Ertesi akşam haberlerde, akşam 5 sularında şu şu insan şu şu yerde öldürülmüş, şu şu topluluk şunu şunu yapmış ya da tanıdığın insan o saatlerde kalp krizi geçirmiş.Ssaat taktığım zaman bunları düşünüyorum. Sanki o saniye heryerde olmalıymışım gibi. O zaman da zamana hakim olamıyorum. Bileklerim boşken daha güzeller.
Mimi Wonka:
Evet boş bilekler daha güzel gerçekten......
*(Psilosibinli kafa yapan mantarlar kadar zararsızız = Alässe_isis)
29 Kasım 2008 Cumartesi
22 Kasım 2008 Cumartesi
20.11.2008 Tarihinde Sabahın 5 'i Kalkıp Apar Topar Not Edilmiş Bir Yazı
Banyo küvetinin heryerini turuncu bir sıvı sarmıştı. Havuç suyunu bilirsin., onun daha yoğunuydu bu sıvı. Küvetin musluğundan da damlıyordu aynı sıvı. Küvetin yanında banyo yapmak için soyunan bir kadın...
Çamaşır makinesinde çamaşırlar yıkanıyor. Düzenli dairesel hareketlerle dönüyorlar. Normal olmayan birşey var. Makinenin kapağından görülebiliyor. Çamaşırların arasında bir kadın ve bir erkek var. Ne işleri var orada? İkisi de cenin halini almışlar, birbirlerine dönükler. Gözleri kapalı. Çamaşırlar gibi dairesel hareketlerle dönmüyorlar, sabitler. Kadının gözünden bir damla gözyaşı damlıyor. Yanağından süzülüyor. Biraz aşağı kayıyor ve yavaş yavaş dönüyor adama doğru. Bekle... Gözyaşı da çamaşırlar gibi dairesel bir yörünge izliyor. Bir tam turunu tamamladıktan sonra kadınla adam da çamaşırlara ve gözyaşına katılarak saat yönünde dönmeye başlıyorlar. Arada bir kadının gözü seğiriyor. Gözyaşı makinenin suyu içinde karışıp gidiyor, gözden kayboluyor. Bir süre sonra kadın ve adam da makinenin içinde kayboluyorlar. Çamaşırlar temiz...
Mutfakta bir çocuk sandviç hazırlıyor. Karşısında sidiği bacak arasından akan yaşlı, bitli bir kadın. Yanında tasmalı ve sidikli köpeği... Gözlükleri yüzünden gözleri kocaman görünen yaşlı kadın izin bekler gibi duruyor. Fazla durmuyor, birine selam söyleyip çıkıyor evden, şapırtılar çıkararak...
Televizyon filmi gibi. Sağ alt köşede ismi de yazıyor fakat bulanık, seçilemiyor... Televizyon kanalının logosu yok. Richard Linklater animasyonları gibi. Karakterler de öyle... Sonra sabah oluyor, uyanıyorum.
Sonradan eklenen resim:
Çamaşır makinesinde çamaşırlar yıkanıyor. Düzenli dairesel hareketlerle dönüyorlar. Normal olmayan birşey var. Makinenin kapağından görülebiliyor. Çamaşırların arasında bir kadın ve bir erkek var. Ne işleri var orada? İkisi de cenin halini almışlar, birbirlerine dönükler. Gözleri kapalı. Çamaşırlar gibi dairesel hareketlerle dönmüyorlar, sabitler. Kadının gözünden bir damla gözyaşı damlıyor. Yanağından süzülüyor. Biraz aşağı kayıyor ve yavaş yavaş dönüyor adama doğru. Bekle... Gözyaşı da çamaşırlar gibi dairesel bir yörünge izliyor. Bir tam turunu tamamladıktan sonra kadınla adam da çamaşırlara ve gözyaşına katılarak saat yönünde dönmeye başlıyorlar. Arada bir kadının gözü seğiriyor. Gözyaşı makinenin suyu içinde karışıp gidiyor, gözden kayboluyor. Bir süre sonra kadın ve adam da makinenin içinde kayboluyorlar. Çamaşırlar temiz...
Mutfakta bir çocuk sandviç hazırlıyor. Karşısında sidiği bacak arasından akan yaşlı, bitli bir kadın. Yanında tasmalı ve sidikli köpeği... Gözlükleri yüzünden gözleri kocaman görünen yaşlı kadın izin bekler gibi duruyor. Fazla durmuyor, birine selam söyleyip çıkıyor evden, şapırtılar çıkararak...
Televizyon filmi gibi. Sağ alt köşede ismi de yazıyor fakat bulanık, seçilemiyor... Televizyon kanalının logosu yok. Richard Linklater animasyonları gibi. Karakterler de öyle... Sonra sabah oluyor, uyanıyorum.
Sonradan eklenen resim:
Alta Rica: Efsanevi Lezzet
Bugün çok ruhsuz ve boş uyandım. Öyle bir ruhsuzluktu ki bu, ruhsuz durumuma şaşıramadım bile. Hani hergün olduğu gibi monoton geçecekti belliydi ama gözlerimi açtığımda farklı bir monotonluk hissettim. Yataktan kalktığımdaysa kendimi bir robot gibi hissettim. Düğmesine basılmış da otomot bir şekilde hareket eder gibiydim. O kadar robotlaşmıştım ki, bu robotsu hareketlere şaşırmadım bile. Sabahın körü olmasının yanı sıra, yağmurluydu hava. 1 saat sonra dershanedeydim. Esnedim durdum 3 ders boyunca. 2 saatlik arada eve gelince kendime gelir gibi oldum. Sonra tekrar dershane... Beynim o kadar boştu ki, Matematik dersinde 83 'ü 6 'ya bölemedim bile. 8 'i 6 'ya bölünce 1, elde var 2... Ama o 2 ne olacaktı? Nereye koyuluyordu? Hem 8 'in yanındaki 3'le ne yapacaktım? 3, 6 'ya bölünmezdi bir kere. Sonunda dayanamadım, arkadaşın kağıda baktım ve çıkan 13, kalan 5 'i geçirip işleme devam ettim. Yağmurda ıslana ıslana otobüs bekledim akşam. Otobüste de bol bol Faster Pussycat dinledim (Yazının akışına göre şöyle Beirut, Charles Aznavour, Nouvelle Vague vs bekliyordun dimi? Hadi itiraf et, Faster Pussycat ortama gitmedi. Ama yok, çok zevkliydi yanımdaki teyzenin dibinde dibinde Porn Star adlı naçizane şarkıyı dinlemek!). Eve kendimi attığımda çok mutlu oldum. Bitti gitti o ruhsuzluk, boşluk. İnsanın evi gibisi yok derler ya, o işte. Herşey tanıdık olunca rahatlıyor insan. Açtım Beirut 'u, geçtim bilgisayar başına, ödev yapıyorum! (Yapıyorum yapıyorum merak etme gidiyor ikisi bir arada, Okan izlerken bile ödev yapıyorum ben, hatta gecenin 2 'sinde 3 'ünde ödev yapmak daha verimli oluyor => Kahve içmek için güzel bahane Turşucuum...)
İkinci bir emre kadar tüketmeye kararlı olduğum yeni favori kahvem; Nescafe Alta Rica! Çantama atıyorum hergün, nerede ne zaman gerekeceği belli olmuyor. Bir de yanında Eti Antep Fıstıklı Bitter 'le çok nefis gidiyor. Kaçırılmaması gereken bir lezzet...
Beirut 'un Napoleon on the Bellerophon şarkısı garip bir hüzün veriyor bana, ezgisi hafiften duygusal. Sence de öyle değil mi?
Azraile Şaka Kabilesi 'ni dün akşam bitirdim. Aslında ben bitirdim ama kitap bitmemiş ki! Evet kitap dediğin hoş kokulu sayfalara sahip olmalı, böyle ellemeli, okşamalı, koklamalı, gece koynuna alıp uyumalısın vs. Ama olsun Güneş Şener Bey için bir istisna yapıp bitirdim online kitabını (Egosal mastürbasyon dediğin şey Dream Theater 'ın yaptığı değil, benim kurduğum bu cümledir!). Çok da severek okudum. Umarım birgün elimize alıp, sayfalarını koklar, alıntılar yaparız kitabından.
Telefonların örümcekleşip, kulağımızdan içeri girip, beynimizi yemesine ya da kara sineklerin dünyayı ele geçirip, tüm insan ırkını yok etmesine ilişkin garip teorilerimden bahsetmiştim geçen yazılarımda bilen bilir (Bilmeyen veya bilmemezlikten gelenler için => What If...? ve Sevgi Kebelekleri ). Şu dünyada en çok korktuğum şeylerdendir kesici alet edevatlar. Tüm bu korkumun kaynağı annem olsa gerek. Annem, annem olduğundan bu yana bıçakları bulaşık selesine hep dikine gelecek şekilde yerleştirir. Yani bardak almak için uzanırsanız, kolunuzu derin derin bıçağın sivri ucuna çizdirebilirsiniz. Annemin bu vahşi alışkanlığı sayesinde her türlü sivri şeyden tırsar oldum. Kitapların sayfalarının ellerimi kesmesi de başka bir neden olabilir. Keskin şeylerden olduğu kadar hızlı gelen cisimlerden de çok korkarım. Basketbol topu atılırken kaçışan tiplerdenim ben. Ya da 0.5 uç istediğim arkadaşım 2-3 metre öteden bana uç kutusu fırlatırsa sığınacak yer arayıp, kendimi yere fırlatabilirim. Bunların hepsi bıçak korkum yüzünden. Derinin yırtılma sesi tüylerimi diken diken eder ama aksine kan görünce bayılanlardan da değilim. Sonra yükseklik korkum yoktur ama aşağı düşünce olacak şeyleri düşünmesi buz kesmeme neden olabilir.
Bir de Don Kişot benim en sevdiğim hikayedir, söylemiş miydim?
İkinci bir emre kadar tüketmeye kararlı olduğum yeni favori kahvem; Nescafe Alta Rica! Çantama atıyorum hergün, nerede ne zaman gerekeceği belli olmuyor. Bir de yanında Eti Antep Fıstıklı Bitter 'le çok nefis gidiyor. Kaçırılmaması gereken bir lezzet...
Beirut 'un Napoleon on the Bellerophon şarkısı garip bir hüzün veriyor bana, ezgisi hafiften duygusal. Sence de öyle değil mi?
Azraile Şaka Kabilesi 'ni dün akşam bitirdim. Aslında ben bitirdim ama kitap bitmemiş ki! Evet kitap dediğin hoş kokulu sayfalara sahip olmalı, böyle ellemeli, okşamalı, koklamalı, gece koynuna alıp uyumalısın vs. Ama olsun Güneş Şener Bey için bir istisna yapıp bitirdim online kitabını (Egosal mastürbasyon dediğin şey Dream Theater 'ın yaptığı değil, benim kurduğum bu cümledir!). Çok da severek okudum. Umarım birgün elimize alıp, sayfalarını koklar, alıntılar yaparız kitabından.
Telefonların örümcekleşip, kulağımızdan içeri girip, beynimizi yemesine ya da kara sineklerin dünyayı ele geçirip, tüm insan ırkını yok etmesine ilişkin garip teorilerimden bahsetmiştim geçen yazılarımda bilen bilir (Bilmeyen veya bilmemezlikten gelenler için => What If...? ve Sevgi Kebelekleri ). Şu dünyada en çok korktuğum şeylerdendir kesici alet edevatlar. Tüm bu korkumun kaynağı annem olsa gerek. Annem, annem olduğundan bu yana bıçakları bulaşık selesine hep dikine gelecek şekilde yerleştirir. Yani bardak almak için uzanırsanız, kolunuzu derin derin bıçağın sivri ucuna çizdirebilirsiniz. Annemin bu vahşi alışkanlığı sayesinde her türlü sivri şeyden tırsar oldum. Kitapların sayfalarının ellerimi kesmesi de başka bir neden olabilir. Keskin şeylerden olduğu kadar hızlı gelen cisimlerden de çok korkarım. Basketbol topu atılırken kaçışan tiplerdenim ben. Ya da 0.5 uç istediğim arkadaşım 2-3 metre öteden bana uç kutusu fırlatırsa sığınacak yer arayıp, kendimi yere fırlatabilirim. Bunların hepsi bıçak korkum yüzünden. Derinin yırtılma sesi tüylerimi diken diken eder ama aksine kan görünce bayılanlardan da değilim. Sonra yükseklik korkum yoktur ama aşağı düşünce olacak şeyleri düşünmesi buz kesmeme neden olabilir.
Bir de Don Kişot benim en sevdiğim hikayedir, söylemiş miydim?
Etiketler:
Kemik Torbası,
Kişilik analizleri,
Tanrısal Tesirler
18 Kasım 2008 Salı
Ortaya Karışık - Chapter 4
-Televizyonla aramdaki bağın filmlerden öteye geçmediği şu dönemde, hayatıma ışıl ışıl girip, her Salı yeni bölümlerini, her Perşembe tekrarlarını izlemek için televizyon önünde pinekleme sebebim olan bir dizi edindim kendime. The Big Bang Theory!!! Chuck Lorre 'nin Two And A Half Man klasiğinden bile çok daha sevdiğimi söyleyebilirim. Dizinin diğer yaratıcısının Bill Prady (Gilmour Girls) olduğu düşünülürse karakterler arasında geçen konuşmaların hızını tahmin edebilirsiniz herhalde. Konu itibariyle birçok insan tarafından "4 asosyal inek, 1 sarışın aptal kız! fazla klişe, fazla absürd !" tepkisi almasına rağmen, izlediğinizde alışılmış sit-com tarzından gayet de uzak olduğunu görebiliyorsunuz. Espriler kırıp geçirmenin yanı sıra yoğun zeka kıvılcımları barındırıyor, bu da diziyi bayağı sit-com lardan ayırıyor. Karakterlere gelecek olursaaak; fazla zeki olması nedeniyle insanlarla iletişimi son derece vasat, bunun bilincinde olduğu için de son derece egoist kişiliğimiz Sheldon... En az ev arkadaşı Sheldon kadar zeki olmasına rağmen, ortama girmeye çalışan 15 yaşındaki ergen edasıyla kapı komşusu Penny 'ye aşık olan ve normal olma çabası içine giren Leonard... "Sanal alemin kralıyım, gerçek dünyada bir hiçim" yaşamı süren ve bu konuda gösterdiği çabalara rağmen pek de bir yol gidemeyen Howard... Konuştuğu zaman midenize kramp girmesine sebep olacak espriler yapabilen ama bir kızın bulunduğu ortamda pili bitmiş robot misali susup, tepkisiz kalan Hindistanlı Rajesh... Ve son olarak hakkında fazla birşey söylememize gerek olmayan, sarışın, seksi, yeni kapı komşusu Penny... Şuan saat 19.02 ve bir buçuk saat sonra yeni bölümü başlayacak. Dizi dediğin şeyi netten indirip izlemiyorum ben. Heroes 'un da Big Bang 'in de her türlü cnbc-e dizisinin de tadı tv başında çıkar diyorum ve bu diziyi her ne kadar şiddete karşı da olsam şiddetle tavsiye ediyorum.
-Bir de ciğerini yediğim Fransa'da bekaret tartışması başlamış blogcu. Oku sen de gör, ben gördüm birşeye benzetemedim. Hatun da eli yüzü düzgün birine benziyor ama tüh tüh (tabi yüzünü göremediğimden kendi hayal gücümün bir betimlemesi bu "eli yüzü düzgün" ifadesi)... Gerdek gecesinde "bakire değilim ben" demiş de damat bey yanlış mı anlamış acaba diye düşünmüyor değilim. Şimdi bakire olmadığı için eli yüzü düzgün bile olsa "eli yüzü düzgün" dememem gerekir dimi? Dedim bakalım canım sağolsun. Memleketimin damadının değer yargılarına karışmak doğru olmaz tabi. Gerçi olay Fransa'da olduğu için "memleketimin şusu busu" dememek lazım, ama "memleketimin" kelimesinin, derinlerinde coğrafi konum değil de ahlaki değer kavramı taşıdığını düşünürsek bir sakıncası olmasa gerek. Yine de bir Hüseyin Üzmez 'e danışmak lazım. Susma hakkını kullanmak isterse Fransa İstinaf Mahkemesine danışırız.
-Siz ilk okkalı küfrünüzü ne zaman ve kime ettiğinizi hatırlıyor musunuz? Ben hatırlıyorum. 4. sınıftaydım. Pollyanna okumuş bitirmiş bünyeyle dolaşıyordum o zamanlar. Bir sınav haftası, matematik yazılısından bir gün önce, oturmuş televizyon başında Titanik izliyordum. Sınavı unutmuş gemiden armut misali düşen insanlara dalmıştım. Yatma vakti geldiğinde matematik sınavı aklıma dank diye düşmüştü. Ama Pollyanna 'ydım ben, üzülüp telaş yapmamalıydım. Belki matematiğe çalışmamıştım ama Leonardo Di Caprio 'nun ne kadar yakışıklı olduğunu keşfetmiştim (4. sınıf okullu çocuğu bünyesi tabi ne bekliyordun ki?). Pollyanna olduğum için yüzümde bir tebessümle uyumalıydım, uyudum da. Ertesi gün herkesin 90lar 100ler aldığı sınavdan sadece 10 puan alarak sıramda oturup kalmıştım. Pollyanna tebessümü yerini nefrete bırakmıştı ve ağzımdan o filmlerde duyduğum, ne anlama geldiğini bilmediğim sözler döküldü. Kısık sesle, öğretmen duymasın, verilen 10 puan da alınmasın mantığıyla, bozulup suratında kocaman bir karanlık oluşan anime karakteri edasıyla tüm gün kalkmadım o sıradan. Pollyanna tuzağına birkaç kez daha düştüm ve sonu hep hüsranla bitti, bize göre değilmiş her daim kuşlar böcükler vs...
-Küçüklük deyince, çocukken izlediğimiz Show tv akşam kuşağı geldi aklıma. İlk bir saat Power Rangers izlerdik. "Pembe benim, sarı sensin, sonra ben kırmızıyla evleniyorum, seni kötü adam yiyo!" diyerek ortalarda dolaştığımız, bize kızların hep pembe ve sarı olması gerektiğini aşılayan garip dizi. Aslında koltuklara yerleşmemiz için bir geçiş dizisiydi, zira hemen arkasından çocukluğumu derinden etkileyen o televizyon serisi gelirdi. Goosebumps!!! Anne baba çalıştığı için bakıcımızda pineklerdik. Akşam kuşağımız başladığında, Power Rangers 'ın tam ortasında anne baba gelirdi, fakat biryere gitmezdik. Goosebumps biteseye kadar televizyona kenetlenirdik. Geceleri de canlanan kuklalar, korkuluklar, yeşil bir sıvıya dönüşen çocuklar, kafasını fırına kıstıran ve evin içinde elinde kafasıyla dolaşan hayalet çocuğu... görür, uyuyamaz, anne babanın sıcacık yatağına koşardık. Ne cinnet diziydin sen Goosebumps! Bir sen, bir de Dedektif Conan (bir de Linda Blair ama o daha sonradan fırladı)...
-Bir de ciğerini yediğim Fransa'da bekaret tartışması başlamış blogcu. Oku sen de gör, ben gördüm birşeye benzetemedim. Hatun da eli yüzü düzgün birine benziyor ama tüh tüh (tabi yüzünü göremediğimden kendi hayal gücümün bir betimlemesi bu "eli yüzü düzgün" ifadesi)... Gerdek gecesinde "bakire değilim ben" demiş de damat bey yanlış mı anlamış acaba diye düşünmüyor değilim. Şimdi bakire olmadığı için eli yüzü düzgün bile olsa "eli yüzü düzgün" dememem gerekir dimi? Dedim bakalım canım sağolsun. Memleketimin damadının değer yargılarına karışmak doğru olmaz tabi. Gerçi olay Fransa'da olduğu için "memleketimin şusu busu" dememek lazım, ama "memleketimin" kelimesinin, derinlerinde coğrafi konum değil de ahlaki değer kavramı taşıdığını düşünürsek bir sakıncası olmasa gerek. Yine de bir Hüseyin Üzmez 'e danışmak lazım. Susma hakkını kullanmak isterse Fransa İstinaf Mahkemesine danışırız.
-Siz ilk okkalı küfrünüzü ne zaman ve kime ettiğinizi hatırlıyor musunuz? Ben hatırlıyorum. 4. sınıftaydım. Pollyanna okumuş bitirmiş bünyeyle dolaşıyordum o zamanlar. Bir sınav haftası, matematik yazılısından bir gün önce, oturmuş televizyon başında Titanik izliyordum. Sınavı unutmuş gemiden armut misali düşen insanlara dalmıştım. Yatma vakti geldiğinde matematik sınavı aklıma dank diye düşmüştü. Ama Pollyanna 'ydım ben, üzülüp telaş yapmamalıydım. Belki matematiğe çalışmamıştım ama Leonardo Di Caprio 'nun ne kadar yakışıklı olduğunu keşfetmiştim (4. sınıf okullu çocuğu bünyesi tabi ne bekliyordun ki?). Pollyanna olduğum için yüzümde bir tebessümle uyumalıydım, uyudum da. Ertesi gün herkesin 90lar 100ler aldığı sınavdan sadece 10 puan alarak sıramda oturup kalmıştım. Pollyanna tebessümü yerini nefrete bırakmıştı ve ağzımdan o filmlerde duyduğum, ne anlama geldiğini bilmediğim sözler döküldü. Kısık sesle, öğretmen duymasın, verilen 10 puan da alınmasın mantığıyla, bozulup suratında kocaman bir karanlık oluşan anime karakteri edasıyla tüm gün kalkmadım o sıradan. Pollyanna tuzağına birkaç kez daha düştüm ve sonu hep hüsranla bitti, bize göre değilmiş her daim kuşlar böcükler vs...
-Küçüklük deyince, çocukken izlediğimiz Show tv akşam kuşağı geldi aklıma. İlk bir saat Power Rangers izlerdik. "Pembe benim, sarı sensin, sonra ben kırmızıyla evleniyorum, seni kötü adam yiyo!" diyerek ortalarda dolaştığımız, bize kızların hep pembe ve sarı olması gerektiğini aşılayan garip dizi. Aslında koltuklara yerleşmemiz için bir geçiş dizisiydi, zira hemen arkasından çocukluğumu derinden etkileyen o televizyon serisi gelirdi. Goosebumps!!! Anne baba çalıştığı için bakıcımızda pineklerdik. Akşam kuşağımız başladığında, Power Rangers 'ın tam ortasında anne baba gelirdi, fakat biryere gitmezdik. Goosebumps biteseye kadar televizyona kenetlenirdik. Geceleri de canlanan kuklalar, korkuluklar, yeşil bir sıvıya dönüşen çocuklar, kafasını fırına kıstıran ve evin içinde elinde kafasıyla dolaşan hayalet çocuğu... görür, uyuyamaz, anne babanın sıcacık yatağına koşardık. Ne cinnet diziydin sen Goosebumps! Bir sen, bir de Dedektif Conan (bir de Linda Blair ama o daha sonradan fırladı)...
Etiketler:
Kemik Torbası,
Kişilik analizleri,
Tanrısal Tesirler
17 Kasım 2008 Pazartesi
Masters Of Movies
Günlerdir yazacak birşey bulamadığım için dedim artık film konuşalım bugün. Lafı uzatmadan geçiyorum. (Çok da resmi bir insan oldum ben zaten)
Waking Life (2001)
Fazla başarılı bulduğum, Amerikan yapımı olduğuna inanmakta güçlük çektiğim animasyon film. Tekniği açısından bakıldığında -A Scanner Darkly 'yi izleyenler bilir- film gerçek oyuncularla çekilmiş, sonradan animasyon haline getirilmiş. Monologlar üzerine kurulu, pek felsefik, pek de öğretici. Film; yolda bulduğu kağıdı okuduktan sonra (kağıtta "look at your right" tarzı birşey yazmaktadır.) sağına bakar bakmaz, bir arabanın kendisine çarpmasının hemen ardından gözlerini yatağında açan bir adamın; her gözünü açışında yeni bir rüyaya uyanmasını ve bu rüyalar sırasında astral bir deneyim yaşayarak farklı yerlerde, farklı insanlar arasında geçen diyalogları dinleyip, içinde bulunduğu durumu anlamaya çalışmasını konu alıyor. Kesinlikle ayıkken ve yanınızda bir not defteri bulundurarak izlemenizi tavsiye ediyorum. A Scanner Darkly dedim, hatta Dazed and Confused, Before Sunrise, Before Sunset, Fast Food Nation, The School Of Rock diye devam edip yönetmeni de bomba gibi yapıştırmak istiyorum. Richard Linklater. Fazla söz etmeye gerek yok, anladınız siz...
Bin-Jip (2004)
Türkçe'ye "Boş Ev" olarak çevrilmiş bir Kim Ki-Duk şaheseri olmakta. Film; hayatını tatile çıkmış insanların evlerinde birkaç gün kalarak ve karşılığında evlerdeki bozuk eşyaları tamir ederek geçiren bir gencin, birgün boş sanarak girdiği evde kocası tarafından dayak yemiş bir kadınla karşılaşmasını ve ikisinin yaşadığı olayları ve aralarında filizlenen aşkı anlatıyor. Kore sinemasına az çok göz aşinalığı olan, hele bir de Kim Ki-Duk takip edenlerin anlayacağı üzere filmde doğru dürüst diyalog yok. Sadece görüyor ve anlıyorsunuz. Yalnız iyiydi hoştu ama film boyunca çalan Natacha Atlas- Gafsa adlı şarkıya sinir oldum. Şarkı başladığı anlarda sesini kısdım. Madem tek şarkılık bi soundtrack listeniz var, adam akıllı birşey seçin arkadaşım.
"it's hard to tell that the world we live in is either a reality or a dream..." (Filmin sonunda beliren naçizane bir cümlecik)
Bom Yeoreum Gaeul Gyeoul Geurigo Bom (2003)
Biliyorum okunmuyor! Şu küçükken söylemeye çalıştığımız "dal sarkar kartal kalkar kartal kalkar dal sarkar" cümlelerine benziyor. Türkçesi "İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve İlkbahar". Böyle bir isim çıkarsa yine Kim Ki-Duk 'tan çıkar tabi. Yine fazla replik yok. Görüyor ve anlıyorsunuz cinsinden. Güney Kore- Alman ortak yapımıymış film. Budizmin akın akın işlendiği huzur verici bir film. İnsanoğlunun doğumundan ölümüne kadarki süreçte hayata bakış açısı, deneyimleri, acıları, çıkardığı deneyimler ve bitmek tükenmek bilmeyen nevsi filmin ana konusu. Budizm, ruhsal dinginlik... diyorum ama film gerçekten sıkıcı değil. Evet, durgun, ama çok derin dersler çıkarılabilir. Hele bir de Zen Budizm'i ilginizi çekiyorsa, tadından yenmez...
The Man From Earth (2007)
Tek bir odada geçen filmleri sever misiniz? Hani güzel güzel monologlardan oluşur, tekrar tekrar izlemek istersiniz. O zaman The Man From Earth 'ü de izlemelisiniz. 14.000 yaşında olduğunu iddia eden John Oldman adındaki tarih (sanırım tarihti) profesörü ile aynı üniversiteden 7 akademisyen arkadaşının arasında geçen muhabbetten oluşan bu cağnım film "sakin bir bilim-kurgu". Mağara hayatından buzul çağına, şamanlara, İsa'dan Budha 'ya, Van Gogh 'a kadar genişleyen bir kurgu. Parçalar o kadar güzel oturtulmuş ki "niye olmasın lan?" diyen insanlar biliyorum. John Oldman rolünde David Lee Smith görüyoruz. Göz zevkime de hitap ediyor doğrusu. Filmin yönemeni de Richard Schenkman. İsmini hiç duymadım ama bu filmle beynime kazınmış durumda kendisi. Teşekkür etmeden duramıyorum.
1 Kasım 2008 Cumartesi
I Just Want To Say "Hi"
Şu sınav temposu denilen şeyi özleyeceğimi hiç düşünmezdim. 2 sene boyunca yan gelip yattıktan sonra soğuk duş etkisi yaratan dershaneye alıştım sayılır. Oturup saatlerce ingilizce metinler çevirmek baya baya eğlenceli oluyor. Tenefüslerde dışarı çıkıp sayısal sınıflarına bir göz gezdirince yabancı dil seçmekle en doğru şeyi yapmışım diyorum kendime. Şu nasıl birşey olduğunu bir türlü anlayamadığım öss, yds bilmem nelerine hergün yaptığım şeylerin dozunu biraz artırıp hazırlanmak cidden çok zevkli. Bir insanın hayatta birşey yaparken bundan gerçekten emin olması, seçimini pişmanlık ve kuşku duymadan yapması çok güzel birşeymiş.
Postsecret 'ta görmüştüm bu resmi, yoksa Mimi Wonka mı yollamıştı? Hatırlamıyorum pek. Önemli de değil. 2 dakika önce ne yaptığımı da hatırlamadığım düşünülürse kaybedecek pek birşeyimiz de yok.
Gözlerinizi kapattıp göz kapaklarınıza yoğunlaştığınızda havai fişek misali patlayan ışıklar görürsünüz ya. Birkaç saniye o şekilde kalınca beyniniz karıncalanır. Çok güzel bir histir o. Hemen arkasından garip bir baş ağrısı gelir saniyelik. Aldırmadan havai fişekleri izlemeye devam ederseniz bir süre sonra ağrı kesilir, işte o andan itibaren birkaç saniyeliğine zihniniz susar, genellikle meditasyon yaparken kullanılır bu yöntem. O birkaç saniye boyunca gözünüzün önünden geçen görüntüleri hiç unutmayın olur mu? Bence ölürken de onları göreceğiz. Ama ben ölmem gibi geliyor.
-Ne kadar yaşayacaksın Phaedrus?
-Sonsuzluk ve bir gün.
Kendinize böyle bir ev bulsanıza? Kapısının yanında böyle posta kutusu olsun. Ama ev terkedilmiş olsun. Her ay bir mektup yazın. Farklı adreslerler, farklı isimler, farklı hayatlar kullanın. Birden fazla kişinin yerine konuşun azcık. Kafayı yer misiniz bilmiyorum. Ben buldum kendime bir tane. Gelecek hafta yazmayı düşünüyorum. Siyah mürekkepli kalemle sararmış bir sayfaya. Üzerine de yanlışlıkla sıçratılmış kahve ve çikolata izleri bırakayım diyorum. Bir de evinde 20-25 kedisiyle yaşayan bitli teyzenin kapısını çalmak istiyorum. Kedileri kapıp kaçırıyorlar diye insan kabul etmiyormuş evine. 2 kiloluk kedi maması şart...
Film tavsiye etmek istiyorum nedense. Science Of Sleep ( La Science Des Reves) . Eternal Sunshine Of The Spotless Mind izleyip "çok tanıdık, samimi, pamuk gibi" diyenlere Michel Gondry 'nin hediyesi. Doğru piyano tuşlarına bastığınızda havada bulut misali süzülen pamuklar, zamanı bir saniye ileri ve geri alan zaman makineleri, kartondan kameralar, selafonlardan oluşan denizlerle dolu bir film. 6 yaşından beri rüyalarla gerçeği birbirinden ayıramayan Stéphane (Gael Garcia Bernal) 'nin hikayesi. Fazla anlatmak istemiyorum ama Edgar Allan Poe alıntısı yapmadan duramayacağım. "Bu kitabı (filmi) düşlerin tek gerçeklik olduğuna inananlara adıyorum."
Bir de birgün tavşan kostümü giymiş bir Frank kapımı çalıp 28 gün, 6 saat, 42 dakika, 12 saniye sonra dünyanın sonunun geleceğini söylese de yüzüne bir Donnie Darko bakışı çakıp "Why?" diye sorsam. Cevap veremese, ben de gözüne parmağımı sokup "Jake Gyllenhaal 'sız Darko filmi mi çekilir? Ne işi var Samantha Darko 'nun orda?" diye paralasam Frank 'i.
"Kaç kişiye olduğunuz gibi görünmek istersiniz ki ömrünüz boyunca?"
-Ve nedir iyi olan Phaedrus,
-Ve nedir iyi olmayan,
Bunu söyleyecek birine ihtiyacımız var mı?
Postsecret 'ta görmüştüm bu resmi, yoksa Mimi Wonka mı yollamıştı? Hatırlamıyorum pek. Önemli de değil. 2 dakika önce ne yaptığımı da hatırlamadığım düşünülürse kaybedecek pek birşeyimiz de yok.
Gözlerinizi kapattıp göz kapaklarınıza yoğunlaştığınızda havai fişek misali patlayan ışıklar görürsünüz ya. Birkaç saniye o şekilde kalınca beyniniz karıncalanır. Çok güzel bir histir o. Hemen arkasından garip bir baş ağrısı gelir saniyelik. Aldırmadan havai fişekleri izlemeye devam ederseniz bir süre sonra ağrı kesilir, işte o andan itibaren birkaç saniyeliğine zihniniz susar, genellikle meditasyon yaparken kullanılır bu yöntem. O birkaç saniye boyunca gözünüzün önünden geçen görüntüleri hiç unutmayın olur mu? Bence ölürken de onları göreceğiz. Ama ben ölmem gibi geliyor.
-Ne kadar yaşayacaksın Phaedrus?
-Sonsuzluk ve bir gün.
Kendinize böyle bir ev bulsanıza? Kapısının yanında böyle posta kutusu olsun. Ama ev terkedilmiş olsun. Her ay bir mektup yazın. Farklı adreslerler, farklı isimler, farklı hayatlar kullanın. Birden fazla kişinin yerine konuşun azcık. Kafayı yer misiniz bilmiyorum. Ben buldum kendime bir tane. Gelecek hafta yazmayı düşünüyorum. Siyah mürekkepli kalemle sararmış bir sayfaya. Üzerine de yanlışlıkla sıçratılmış kahve ve çikolata izleri bırakayım diyorum. Bir de evinde 20-25 kedisiyle yaşayan bitli teyzenin kapısını çalmak istiyorum. Kedileri kapıp kaçırıyorlar diye insan kabul etmiyormuş evine. 2 kiloluk kedi maması şart...
Film tavsiye etmek istiyorum nedense. Science Of Sleep ( La Science Des Reves) . Eternal Sunshine Of The Spotless Mind izleyip "çok tanıdık, samimi, pamuk gibi" diyenlere Michel Gondry 'nin hediyesi. Doğru piyano tuşlarına bastığınızda havada bulut misali süzülen pamuklar, zamanı bir saniye ileri ve geri alan zaman makineleri, kartondan kameralar, selafonlardan oluşan denizlerle dolu bir film. 6 yaşından beri rüyalarla gerçeği birbirinden ayıramayan Stéphane (Gael Garcia Bernal) 'nin hikayesi. Fazla anlatmak istemiyorum ama Edgar Allan Poe alıntısı yapmadan duramayacağım. "Bu kitabı (filmi) düşlerin tek gerçeklik olduğuna inananlara adıyorum."
Bir de birgün tavşan kostümü giymiş bir Frank kapımı çalıp 28 gün, 6 saat, 42 dakika, 12 saniye sonra dünyanın sonunun geleceğini söylese de yüzüne bir Donnie Darko bakışı çakıp "Why?" diye sorsam. Cevap veremese, ben de gözüne parmağımı sokup "Jake Gyllenhaal 'sız Darko filmi mi çekilir? Ne işi var Samantha Darko 'nun orda?" diye paralasam Frank 'i.
"Kaç kişiye olduğunuz gibi görünmek istersiniz ki ömrünüz boyunca?"
-Ve nedir iyi olan Phaedrus,
-Ve nedir iyi olmayan,
Bunu söyleyecek birine ihtiyacımız var mı?
Etiketler:
Kemik Torbası,
sinema,
Tanrısal Tesirler
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)