Sonunda evdeyim blogger. Antalya yolları, orda burda sabahlamaca derken odamın kokusu burnumda tüttü (Hafif tinerli, bol tütsülü, biraz da Alta Rica kokuyor). Annemin gıdığını da özlemişim, bağırıyor ya böyle "deffoool git başımdan" diye, komik oluyor, insanın yanaklarından yüzlerce makas alası geliyor. Dün erken saatlerde İzmirli kuzen ve üniversitede okutman, pek sevimli ingilizce öğretmeni Miss Little Sunshine hanımla (kuzenimin ailesinin aile dostlarının kızı olur kendisi, o derece de yakınız heh) buluştum. Amaç; makarna, sıcak şarap ve Ratatouille... Hiçbirimizin evi geniş geniş yayılıp muhabbet edecek durumda olmadığı için Miss S. 'nin bir öğrencisinin boş durumdaki evine gittik. Öğrenci bayan zaten evi sadece manitasıyla hoş saatler geçirmek için kiraladığı için, giderken anahtarı Sunshine hanıma bırakmış. Biz de malzemeleri kapıp daldık eve. Evin amacına uygun kullanılmış olduğu her halinden belliydi zaten. Prezervatif kutularını, boş şarap şişelerini görmezden geldik. Bir yandan geyik muhabbeti ve seviyesiz espriler yapıp, bir yandan da şarabın tarçın, karanfil ve portakal üçlüsüyle birleşip çıkardığı koku eşliğinde makarna yedik bol bol. Saat geç olduğu için evlere dağılma fikrinden cayıp Miss Sunshine 'ın evine geçtik. Yatağın üstünde küçük kar tanesi şeklinde boklarını bırakmış, pek sevgili tavşan Şampi'i sevdim bol bol. Saçımı yiyip, avucumu yalamayı pek sevdi kendileri de. Küçükken benim de tavşanlarım oldu. Anasınıfındayken tavşanım yavruladı. 6-7 tane yavru tavşanı ve anne tavşanı köpek yedi. Sonrasında aldığım tavşan annemin ihmali sonucu evden kaçtı. En sonuncusu da hastalıklı çıktı, aldığım günün gecesi öldü. İyi anlaşırım ben tavşanlarla... Herneyse sabah 4'e kadar laklak sonrasında, öğleden sonra 1 gibi uyandık. Tavşana elveda deyip çıktık. Eve geldiğimde babamı hapşurup, portakal yerken buldum. Hasta etmiş kendini görmeyeli. İçim acıdı, öpesim geldi de yaklaştırmadı yanına, bulaşmasın diye. Dedemi dün akşamdan beri o sağlık ocağından bu hastaneye taşıyıp durmuşlar. Namaz kılarken bayılmış. Kan testleri, o tahlil bu tahlil diye koşuşturmuşlar. Doktorun teki, muayene etmeden adama şak diye "Sen kansersin amcacım" demiş. Niye demiş, ne alaka belli değil. Babam kızmış doktora, yaşlı adama hemen söylenir mi öyle şey, daha kontrol etmeden diye. Sonra gittikleri başka hastanedeki doktorlar yok öyle birşey, kontrol etmeden, test uygulamadan belli olmaz diye yatıştırmışlar dedemi. Çok sinirlendim. Adam zaten ilaçlarını bir öğün aksatsa fenalaşıyor, oturup bir de ben kanserim diye çökertmiş kendini. Sinirden çatladım resmen...
Neyse geçmek istiyorum o konuyu. Şu konuya gel; akşam yemeğinde kaynayan çorbayı elime döktüm. Kızardı, dokununca yanıyor, parmağım da şişti zaten. Az önce de kitaplıktan fotoğraf albümlerini çıkarırken ansiklopedinin tekine gözüm ilişti. Sayfaları çevirirken yanan elimi kesti yaprakları, tam oldu. Mutfaktan kahve almak için merdivenlerden inerken de kaydım, annemin tablosuna tutunmasam yuvarlanacaktım. Ayağımdaki terliğe de, ansiklopediye de, mercimek çorbasına da sövdüm bir güzel. Fotoğraf albümlerini topladım çevreme. Bir yandan kahve yudumluyorum, bir yandan yazıyorum, bir yandan da babamla annemin gençlik fotoğraflarına bakıyorum. Annemin upuzun saçları var, çok kıskandım. Ama o zamanlar gıdığı yokmuş, şimdi daha bir sevilesi. Bir de anne gibi kokuyor ya... Sonra babamın o beyaz örgü kazakları, bizimkilerin kocaman gözlükleri, benim çiçekli elbiselerim, abimin renkli şortları, fotoğrafların arkasına bırakılmış küçük küçük notlar. O notlar gelenek misali, kitapların başında da bulunur hep, ne zaman alındığı, imzalar vs. Bir fotoğraf var ki, içinde ben olmasam bile en sevdiğim fotoğraftır o. Abim daha 1 yaşını bile doldurmamış. Rize'deki evimiz. Babam pijamalı, gözünde kocaman gözlükleri, göğsünde abim uyuyor. Babam da uykuya dalmış koltukta. Yanında çocuk gelişim ansiklopedisi. Gözlerim doldu, ağladım azcık (bakma öyle, şaşırma, konu çocukluk, aile olunca duygulanıyorum ben). Abimi de özledim. Gelince gitsin diye gözünün içine bakıyorum. Otogarda otobüse bindirdiğimiz anda da pişman oluyorum keşke kızmasaydım, azıcık daha kalsaydı diye diye... Annemin hamileyken çektirdiği fotoğraflar var şimdi önümde. Kocaman gözlüğü yine, bol bol gülümsüyor makineye. Makine deyince, tamir ettirmeliyim onu. Kahverengi deri kabının içinde durmamalı, güzel bir fotoğraf makinesi o. Az önce de kanepenin altında annemin Joan Baez kasetlerini buldum. Bu gece nostalji playlisti hazırlar, Patsy Cline 'dan girer Aznavour 'dan çıkarım. Zaten bu elle oturup ders de çalışamam (olmaz yani, acır, yanar, yds için değmez). 1 saattir eğlencesine çişini tutan Smoky Bonnie 'yle oturur laklak yapar, çocukluk anılarımızdan bahsederiz. Sen de kendine iyi davran, anneni babanı sev, çocukluğunda giydiğin renkli şortlara bakıp piç piç gül, sonra koy kendine bir fincan kahve, daldır elini fincana, senin elin de yansın, kendimi yalnız hissetmeyeyim...
Bak bu bizim en sevdiğimiz Summertime yorumudur, pek güzeldir, akşam akşam iyi gider...
2 baloncuk:
pek samimicene olmuş efendim, güzeldi..
sağlık sistemi de sistemin içindekilerde manyak diyorum başka bir şey demiyorum.
çok güzel olmuş karşılıklı muhabbet eder gibi... ve bizde ev tutalım ortalarda bir yerde, çok iyi fikir gerçekten, yarenler evi falan, hoş olurdu ;)
Yorum Gönder