Bundan birkaç gün öncesine kadar geceyi balkona bir yastık atıp geçirdiğim, yine de sıcaktan insanda yerlere yatıp tepinme isteği uyandıran günlerin aksine son günlerde havada gök gürültüsü, bolca rüzgar ve arada serpiştiren yağmur hakim görünüyor. Ben de uyku konusunda sıkıntı çıkarmayacak kadar kahveyi kedili fincanıma boşaltıp ketılın fokurdamasını izliyorum. Sonra bilgisayarın başına geçip çok güzel playlistler hazırlıyorum. Dünya üzerindeki her insan herhangi bir süper güce sahip olsaydı, benimkinin muhteşem playlistler hazırlamak olması su götürmez bir gerçek olurdu. Bu gücün yanında bir de bunu insanların iyiliği için kullanmam bir birayı hakettiğim anlamına gelmiyor da ne demek oluyor, sorarım sana blogger?
I Am Kloot - Sold As Seen
The Decemberists - A Record Year For Rainfall
Great Lake Swimmers - I Could Be Nothing
Andrew Bird - The Giant Of Illinois
Adem - Ringing In My Ear
State Radio - Keep Sake
Kings Of Convenience - Renegade
Feist and Ben Gibbard - Train Song
Fiona Apple - Why Try To Change Me Now
Ane Brun - Easier
Múm - Blow Your Nose
Low Roar - Friends Make Garbage (Good Friends Take It Out)
Beach House - Norway
http://www.mediafire.com/?9g27g8kr2f592eb
Çukurnot: Bu mixtape'e dahil olmayı en çok hak eden kişinin tıpkı bizler gibi karanlık ve yağmurlu bir öğleden sonrayı çay içerek geçirdiği için Ane Brun olması çok da şaşırtıcı değil.
1 Ağustos 2012 Çarşamba
30 Temmuz 2012 Pazartesi
little boxes made of ticky tacky
Yazın bu sıcağında son iki haftadır aralıksız öksürüyor olmamın tek kötü tarafı aralıksız öksürüyor oluşum değil, alkol alamıyor oluşumdur blogger. Sen de iyi biliyorsun ki alkol almayan bir insan çok sıkıcı bir insandır ve bu sıkıcılıkla 600 sayfalık bir Umberto Eco kitabını bir iki günde bitirebilir. Ayrıca bu insan gün içinde buz gibi bir birayla serinlemek varken elinde boğazı yumuşasın diye tarçınlı ıhlamur fincanıyla gezmek durumunda bile kalabilir. Bu sıkıcı ve aralıksız öksüren insana yazık değildir de nedir? Ve hayal et sevgili blogger, elinde tarçınlı, ballı, limonlu ıhlamurla bir Harmony Korine filmi izlediğini hayal et. Bunu yapabildiğin zaman neler hissettiğimi anlayacaksın.
Annem bugün büyük bir dürüstlük örneği göstererek neden artık eskisi kadar kitap okumadığını açıkladı. Sayın U.D.'ye göre fazla kitap okumanın insana hiçbir faydası yok. İnsanı sadece daha ukala yapıyor, çevresindeki insanlarla iletişim kurmasını engelliyor ve çevreden izole ediyor. Kendisine aslında kendisinin kitap okumayı bırakmasından ziyade çevresindeki insanların daha çok kitap okumasının bu iletişimin daha yararlı bir şekilde oluşmasını etkileyip etkilemeyeceği konusundaki görüşlerini sorduk. Aldığımız yanıt böyle bir uygulamanın mümkün olmadığı, insanların aşırı kitap okumayı bırakmasının işleri daha kolay halledeceği yönünde oldu. Kendisine fikirlerini bizimle paylaştığı için teşekkür edip, bir de çayını içip kalktık.
Geçenlerde dinozor bölüm hocaları yüzünden beğendiğim yazarlardan artık nefret etmeye başladığımı farkettim. 2012 eğitim ve öğretim yılının benden götürdüğü şeylerden biri de Charles Dickens'tır mesela. Şahsın kitaplarına göz ucuyla bakmak bir yana dursun, ismini gugıldan aratmak bile benim için artık dayanılası bir aktivite değil. Gerçekten insanların okul hayatları boyunca sık sık gözlerine sokulan ve kulaklarına işlenen şeylerden tiksinmeleri çok normal. Bu tıpkı bir paket sigarayı 1 saatte bitirmek, klozette uyanmana sebep olacak kadar alkol tüketmek ya da tüm gün televizyonda Salih Güney filmleri görmek gibi bir şey. Evet, mavi gözlü bir incubus tiplemesiyle yeşilçam boyunca idare etmiş olabilirsin ama aileden biri de olma bu saatten sonra. Tek umudum 4 senelik eğitim öğretim hayatını olabilecek minimum zararla kapatmak. Shakespeare ve Dickens'ı gözden çıkardım, İrlandalı'lardan birkaçını kurtarsam kafi. İngiltere Tarihi sınav çalışmalarını bile The Kinks eşliğinde eğlenceli hale getirebilen ben, aynı başarıyı edebiyat alanında gösterememe kaygısı taşıyorum.
Geçenlerde bir şey daha düşündüm ne kadar ilginçtir ki, bundan yaklaşık 1-1,5 sene önce benim kadar olmasa da zeki ve enteresan bir arkadaşla uzun bir aradan sonra bir araya gelip bir barda oturup gelecekten, lisede yaptığımız geyiklerden ve planlardan, onun bir türlü ayrılamadığı kaçık sevgilisinden, benim bir türlü düzenli bir sevdicek ilişkisi kuramamamdan, onun bir türlü alkolü bırakamamasından, biradan ve sonra tekrar gelecekten konuşmuştuk. Kafamda anlatacak milyonlarca fikrin ve hikayenin olduğundan, ama bunları son 1 senedir hiçbir şekilde ifade edemediğimden ve en çok korktuğum şeyin asla bir şeyler üretememek olduğundan bahsettim bir ara. Sonra birer bira daha istedik ve akabinde karşımdaki arkadaşın verdiği cevabın beni bir şeyler üretememek fikrinden daha çok korkuttuğunu farkettim. Ona göre karakterim ve yapım zaten üretmeye değil, üretilen bir şeyi eleştirmeye müsaitti, bir işi değerlendirirken takındığım soğuk, bir nevi mesafeli tavır beni mükemmel bir eleştirmen yapıyordu. Kendisine hemen çenesini kapamasını ve birasını içmesini söyledim ve bu kehanet o günden sonra aklımdan pek de çıkmadı. İşin en kötü tarafı bu yargıyı o günden sonra birden fazla insandan daha duymuş olmamdı. Dünya üzerinde yapılan bir işi eleştirmek kadar saçma bir meslek olduğunu sanmıyorum. Yani saçma olan eleştirmek değil (eleştirmek alışkanlık haline getirilmediği sürece güzel bir çene çalma bahanesidir), saçma olan bu eleştiriyi milyonlarca insanın beynine işlemek ve hayatını bu işi yaparak kazanmak. Uzun süren kafa patlatmaların sonunda kendimi bu kehanetten, olası gelecekten kurtarmanın bir yolunu buldum. Eğer hayatım boyunca üretme özürlü olacaksam, yapacağım şey üretileni eleştirmek değil, onu düzeltmek, yayınlamak, basmak, çevirmek vb. işler olacaktı. Ve Sanılanın aksine, ben bu çözümün beni bir süre idare edebileceğini düşünüyorum, en azından umut ediyorum.
Ama herşeyi bir kenara bırakacak olursak, son zamanlarda beni en çok mutlu eden, günlerimi sabah yapılan krep tadında güzelleştiren şey Mary Louise Parker'ın olaylı dönüşü ve artık Weeds'i yeniden Little Boxes jeneriğiyle izliyor oluşumdur. Bazen diziler tüm kötü şeyleri, 40 derece sıcaklığı, aralıksız öksürüğü, gün içinde gelen sıkıcılık hissini alıp götüren tek çözüm oluyorlar. Güne başlarken bir bölüm Treme, bir iki bölüm Weeds sıcağa çok iyi geliyor, ama birayla daha bir iyi gidiyor sanki.
Annem bugün büyük bir dürüstlük örneği göstererek neden artık eskisi kadar kitap okumadığını açıkladı. Sayın U.D.'ye göre fazla kitap okumanın insana hiçbir faydası yok. İnsanı sadece daha ukala yapıyor, çevresindeki insanlarla iletişim kurmasını engelliyor ve çevreden izole ediyor. Kendisine aslında kendisinin kitap okumayı bırakmasından ziyade çevresindeki insanların daha çok kitap okumasının bu iletişimin daha yararlı bir şekilde oluşmasını etkileyip etkilemeyeceği konusundaki görüşlerini sorduk. Aldığımız yanıt böyle bir uygulamanın mümkün olmadığı, insanların aşırı kitap okumayı bırakmasının işleri daha kolay halledeceği yönünde oldu. Kendisine fikirlerini bizimle paylaştığı için teşekkür edip, bir de çayını içip kalktık.
Geçenlerde dinozor bölüm hocaları yüzünden beğendiğim yazarlardan artık nefret etmeye başladığımı farkettim. 2012 eğitim ve öğretim yılının benden götürdüğü şeylerden biri de Charles Dickens'tır mesela. Şahsın kitaplarına göz ucuyla bakmak bir yana dursun, ismini gugıldan aratmak bile benim için artık dayanılası bir aktivite değil. Gerçekten insanların okul hayatları boyunca sık sık gözlerine sokulan ve kulaklarına işlenen şeylerden tiksinmeleri çok normal. Bu tıpkı bir paket sigarayı 1 saatte bitirmek, klozette uyanmana sebep olacak kadar alkol tüketmek ya da tüm gün televizyonda Salih Güney filmleri görmek gibi bir şey. Evet, mavi gözlü bir incubus tiplemesiyle yeşilçam boyunca idare etmiş olabilirsin ama aileden biri de olma bu saatten sonra. Tek umudum 4 senelik eğitim öğretim hayatını olabilecek minimum zararla kapatmak. Shakespeare ve Dickens'ı gözden çıkardım, İrlandalı'lardan birkaçını kurtarsam kafi. İngiltere Tarihi sınav çalışmalarını bile The Kinks eşliğinde eğlenceli hale getirebilen ben, aynı başarıyı edebiyat alanında gösterememe kaygısı taşıyorum.
Geçenlerde bir şey daha düşündüm ne kadar ilginçtir ki, bundan yaklaşık 1-1,5 sene önce benim kadar olmasa da zeki ve enteresan bir arkadaşla uzun bir aradan sonra bir araya gelip bir barda oturup gelecekten, lisede yaptığımız geyiklerden ve planlardan, onun bir türlü ayrılamadığı kaçık sevgilisinden, benim bir türlü düzenli bir sevdicek ilişkisi kuramamamdan, onun bir türlü alkolü bırakamamasından, biradan ve sonra tekrar gelecekten konuşmuştuk. Kafamda anlatacak milyonlarca fikrin ve hikayenin olduğundan, ama bunları son 1 senedir hiçbir şekilde ifade edemediğimden ve en çok korktuğum şeyin asla bir şeyler üretememek olduğundan bahsettim bir ara. Sonra birer bira daha istedik ve akabinde karşımdaki arkadaşın verdiği cevabın beni bir şeyler üretememek fikrinden daha çok korkuttuğunu farkettim. Ona göre karakterim ve yapım zaten üretmeye değil, üretilen bir şeyi eleştirmeye müsaitti, bir işi değerlendirirken takındığım soğuk, bir nevi mesafeli tavır beni mükemmel bir eleştirmen yapıyordu. Kendisine hemen çenesini kapamasını ve birasını içmesini söyledim ve bu kehanet o günden sonra aklımdan pek de çıkmadı. İşin en kötü tarafı bu yargıyı o günden sonra birden fazla insandan daha duymuş olmamdı. Dünya üzerinde yapılan bir işi eleştirmek kadar saçma bir meslek olduğunu sanmıyorum. Yani saçma olan eleştirmek değil (eleştirmek alışkanlık haline getirilmediği sürece güzel bir çene çalma bahanesidir), saçma olan bu eleştiriyi milyonlarca insanın beynine işlemek ve hayatını bu işi yaparak kazanmak. Uzun süren kafa patlatmaların sonunda kendimi bu kehanetten, olası gelecekten kurtarmanın bir yolunu buldum. Eğer hayatım boyunca üretme özürlü olacaksam, yapacağım şey üretileni eleştirmek değil, onu düzeltmek, yayınlamak, basmak, çevirmek vb. işler olacaktı. Ve Sanılanın aksine, ben bu çözümün beni bir süre idare edebileceğini düşünüyorum, en azından umut ediyorum.
Ama herşeyi bir kenara bırakacak olursak, son zamanlarda beni en çok mutlu eden, günlerimi sabah yapılan krep tadında güzelleştiren şey Mary Louise Parker'ın olaylı dönüşü ve artık Weeds'i yeniden Little Boxes jeneriğiyle izliyor oluşumdur. Bazen diziler tüm kötü şeyleri, 40 derece sıcaklığı, aralıksız öksürüğü, gün içinde gelen sıkıcılık hissini alıp götüren tek çözüm oluyorlar. Güne başlarken bir bölüm Treme, bir iki bölüm Weeds sıcağa çok iyi geliyor, ama birayla daha bir iyi gidiyor sanki.
25 Temmuz 2012 Çarşamba
değerli bir insana...
N.Ş.A. (Normal Şartlar Altındaki) bir ailede her bireyin birbirine karşı bir takım sorumlulukları vardır. Aynı zamanda her bireyin kendi yaşamına karşı da bir takım sorumlulukları vardır. Bu farklı yönlü iki sorumluluğun en çok çatıştığı dönem bireyin kendi geleceğinin temellerini pratik olarak atmaya başladığı dönemdir. Birey kendine göre belli bir mutluluk rotası belirler, bu rotaya göre planlar yapar. Ebeveyn de aynı şekilde çocuğu için kendine göre bir mutluluk rotası belirler ve bu rotaya göre planlar yapar. Birey bu kritik dönemin sonunda genellikle ebeveynin planlarına göre bir yol çizer. Bu, bireyin ebeveynin haklılığını kabul etmesinden kaynaklanan bir yönelnme değil, daha çok ebeveyninin mutluluğunu kendi mutluluğunun önüne koymaktan kaynaklanan bir yönelme olur. Birey (ebeveynin rotasının aksi yönünde) hayallerinin işiyle uğraşıp, hayallerinin kentinde yaşasa bile herşey tam olmaz; yarım yamalak, eksik kalan bir şeyler vardır, birilerini memnun etmemiştir, birilerine yetememiştir. Ebeveynin desteğini hissetmeyen, mutluluğuna ortak olunmadığını bilen bir bireyin ulaştığı hedef kursağında kalır. Böylece, başkalarının memnuniyetsizliği altında ezildiğinden (ki bu çoğu zaman direkt olarak ebeveyn bile olmaz, içinde yaşadığı toplumun memnuniyetsizliğinin ebeveynin zihniyetine yansımasıdır) ve hayatta belki de en çok ihtiyaç duyduğu destek kaynağını kaybetmek istemediğinden milyonlarca insan hayatlarının en önemli dönemlerinde kendilerine ihanet ederler ve hayatlarının geri kalan kısmını kursaklarında kalan zevk ve mutluluk kırıntılarıyla geçirirler. 21. yüzyılın bu standart, rekabetçi ve kotalı yaşam anlayışı yüzünden dünya milyonlarca mutsuz ve memnuniyetsiz insan tarafından işgal ediliyor. Bu insanlar çoğalmaya devam ediyor okuyucu ve sırf insanlar kendilerinden ve birbirlerinden memnun olamadıkları için dünya gittikçe tehlikeli bir yer haline geliyor.
15 Mayıs 2012 Salı
Sabahın 6'sını Birsen Tezer ve Godard'la Görmek
Çarşamba'ya yetişecek essay ödevi için kampüs kütüphanesinde sabahlamış bulundum. Genelde sabahı getirecek birkaç saatlik uyku molası vermek için vakit geçirdiğim kütüphanede ilk defa dişe dokunur bir amaçla oturuyorum. Fransız yeni dalgası neymiş, ne değilmiş, André Bazin neler demiş, neler dememiş, Claude Chabrol çok gerekli bir insan mıymış, değil miymiş irdelemelerinin içinde yıllar sonra tekrar boğulmak iyi midir değil midir, Phaedrus'u bezdirir mi, bezdirmez mi diye pek de düşünmeden oturuyorum bilgisayarın başında saatlerdir. Gece boyunca Dead Can Dance dinlememe rağmen uyku demlerinin gözüme pek uğramaması şaşılacak şey doğrusu. O değil de, 16 yaşımdan beri ilk defa vücudumda o tanıdık mayhoş kaşıntıyı hissettim bu gece boyunca. 50 litrelik sırt çantam odamdaki dolapta tozlu tozlu bekliyor. Diyorum acaba finallerin varlığından bihabermiş gibi davranırsam finaller gerçekten yok olur ve ben de sırt çantama 5 adet temiz iç çamaşırı, bir adet kadife pantolon, birkaç temiz tişört, birkaç adet fuar çalıntısı roman atıp yola vurabilir miyim.. Sonra temiz iç çamaşırım kalmadığı aklıma geliyor, vazgeçiyorum, ve bir şekilde, çok garip ve başarılı bir şekilde önüme engel niyetine temiz iç çamaşırı eksikliğini çıkardığım için kendimi bol bol alkışlıyorum ayakta. Birsen Tezer sabah sabah gidiyormuş, onu farkettim mesela. "Sonra bir ev boyadım sana, kapısı mavi, zili deniz..." diyor hanımefendi. Deniz de ne güzel bir nimet yahu.. İki senedir elimi kolumu sokamadığım, sadece arada bol yosunlu kokusuyla idare ettiğim deniz... Bir arkadaşımın bu yaz "ben uzun zamandır deniz yüzü görmedim, ölüm gibi, deniz görmeden bir insan nasıl yaşayabilir?!" yakarışlarımdan etkilenip, 0.5 litrelik bir pet şişeye deniz suyu ve sahil taşı doldurup aylarca benim için saklayıp ilk fırsatta verişi aklıma geldi. İnsanlar birbirleri için böyle güzel hediye paketleri hazırladıkları zaman çok güzel oluyorlar. İnsanlar hep böyle yapsalar, insanlar o kadar güzel insanlar olur ki... ah ah.. İnsanın gereğinden fazla uykusuzluk çektiğinde doğal bir sarhoşluğa vurduğunu deneyimlemiştim ama birkaç saat önce o kadar çok güldüm ki ben, karnım ağrıdı, inanamadım. Sabahın köründe, sabah ezanı o ürkütücü sesiyle başladığında kampüs köpeklerinin hep bir ağızdan bağırmaya başlaması gerçekten çok komik bir şey değil mi yahu? Köpeklerin durduk yere hep bir ağızdan havlamaya başlaması zaten kendi kendine absürd bir durumken, sabah ezanı gibi korkunç bir pratiğin gerçekleştiği zaman daha bir komik duruyor, komik yahu...
5 Şubat 2012 Pazar
We're all gonna die!
Geçenlerde yaşımın onlar basamağını ikiledim. Dünya için küçük, aynı şekilde bizim için de küçük bir olaydı. Sadece babamlar bir süre inanamadılar ne kadar çabuk büyüdüğüme, ama sonra konken oynadık. Bir de gönül rahatlığıyla Hier Encore söyledim böyle içli içli. Yarın Ankara'ya gideceğim için hazırlanan koliye doğumgünü pastamın kalanını da koydurdum, gözüm arkada kalmayacak. Babamın şaraplarını da neredeyse bitirdik, yani eksik bir şey kalmadı, içim çook rahat.
Ama var ya, hiç gidesim yok lan! Okuyasım yok bile diyebilirim biraz daha yayılırsam şu koltuğa. Annem geçmiş kanepeye, East Of Eden izliyor, ben de gecenin bu saatinde James Dean görmenin keyfiyle kendime kahve koydum.
James Dean çok erken ölmüş gerçekten.
3saatlik arşiv taramasının ardından, kendime hediyem bol Grateful Dead'li bir yolculuk playlisti oldu. Beni böyle -30 derece kollarıyla karşılayacak Ankara'ya karşı güzel bir ısınma kaynağı olur. Olur olur...
30 Ocak 2012 Pazartesi
"Bu ne lan, yıllardır aynı mail adresiyle giriş yapıyorum blogger'a, dur şunu bir güncelleyeyim" düşüncesiyle yaklaşmıştım bloga, bundan 1 saat önce. Zamanında bol bulup oraya buraya saçtığım gmail, hotmail, zartmail, zurtmailler ve şifreleri yüzünden blog hesabımdan oluyordum. 10 dakika önce farkettim ki blogger'a giriş yaptığında kullandığın google hesabını değiştiremiyormuşsun. Kaç sene oldu, hala şaşırtılabiliyorum bu turunculu, ilginç şekilli site tarafından.
Sanma ki aylardır görünmeyişimin sebebi, elektronikten umudumu kesip kendimi, beyaz ve saman A4lere adamam.. Son aylarda bu amaçla elime ne bir kalem ne bir kağıt tutuşturmuşluğum var. Kendimi, tek ciltlik LOTR'a, kurabiye hamuruna, atkı ve yelek ürettiğim şişlere ve örgü iplerine, bir süre sonra içine ettiğimi farkettiğimde kendimi "soyut çalışıyorum şekerim" diye avuttuğum tuvale ve daha bilumum gerekli gereksiz uğraşa adadım. Boş zamanlarımda da, Edith Hamilton ağzından Cupid ve Psyche gibi enteresan aşk hikayelerini, Zeus'un uğruna şekilden şekle girdiği ölümlü kadınlarla olan erotik maceralarını okuyup, 8. Henry'i daha iyi anlayabilmek adına Jonathan Rhys Meyers'ın kendine yazık ettiği başarısız diziyi izliyorum.
Bir tek yazmıyorum.
Arada bakınıyorum şöyle geçmişte ne yazmışım vs diye de, amma boş konuşmuşum bak, onu farkediyorum. Ne güzel ama, fütursuzca saçmalayabileceğim bir alan yaratmışım ki bazen günde iki kere doğruyu gösterip, haklı ve bir o kadar da hoş tespitlerde bulunmuşum, o da bir gerçek.
Geçen gece, zaten genel olarak filmlere gereğinden fazla anlam yükleyen biri olarak, repliklerini ağzıma dolayıp filmlerini afiyetle izlediğim bir yönetmen, son filminin çekimleri sırasında bir motosikletin çarpması yüzünden hastaneye kaldırıldı. Şans eseri o saatlerde twitter hesabına göz gezdiriyordum. Haberi görür görmez ekşiye atladım. Güvenilir bir haber kaynağından ses çıkmamasına rağmen ölüm haberlerinin dolaştığını görünce bilgisayarın başından yarım saatliğine uzaklaşma kararı aldım. Yarım saat sonra baktığımda r.i.p. cümlelerinin yoğunluğundan anladım ki Angelopoulos baya baya ölmüş. Dedim sonra, "bak gördün mü, filmlerinden sahne sahne kırpıp, hakkında "ben de bundan bahsediyorum bak, düşündüğüm şeyi almış koymuş adam" diye söylenip durduğum adamlardan biri daha gitti".
Şundan 1 hafta sonra yine Ankara'da olurum, ve bu yüzden evimin tadını olabildiğince çıkarıyorum. Hiç evden çıkmıyorum mesela. Alkol ihtiyacım, "kolestrolüm varmış benim, istediğim kadar şarap içebilirim ben!" gibi bir bahaneyle annemin dırdırından kurtulmuş olan biricik babam tarafından gayet güzel karşılanıyor. Geçen akşam alışveriş arabasına doldurduğu 9 şişe kırmızı şarapla gözlerimi doldurmuşluğu var -ki mitolojik karakterlerin isimlerinden esinlenilmiş bu kadar çok şarap markası olduğunu da o zaman öğrendim (bkz. aa görüyorum ben bunu derste, bunu da atalım arabaya, kendisi bir işe yaramamış antik yunanda, şarabı nasılmış ona bakarız!). Yani normal şartlar altında meydana gelmiş bir insanoğlunun pek de terk etmek istemeyeceği sıcacık evde paşa paşa yaydım mabadımı. Ankara'ya dönünce 3-5 insan daha fazla görmekle birlikte, sabahın 3'ünde sırf aklıma estiği için sade türk kahvesi eşliğinde bir Aki Kaurismaki filmi izleyemeyeceğim mesela. Ya da yaşayan en şımarık 'babasının kızı'lardan biri olarak, bir iki burun çekmesi, iki üç öhhö öhhö 'den sonra ödül olarak ev yapımı tarhanayla karşılanmayacağım. Zaten yeterince soğuk bir şehir olmasının yanında, bir de bu unsurları içinde barındırdığı için gittikçe antipati kazanıyor o şehir gözümde. Yani gerçekten kötü bir şehir Ankara. Adım attığım günden beri insanlara bunu anlatmayı kendime misyon edindiğim halde, hala karşıma geçip Ankara'yı Behzat Ç. için bile sevdiğini söyleyen insanlar görüyorum, ne kadar acı.. Huzur vermesine veriyor bazen, kafanı dinleyebilmek, ve (duvarın sıcak ve kuru olan tarafındaysan) yağmuru, karı izleyip kahve höpürdetmek, kitap okumak gibi klasikler için de biçilmiş kaftan aslında, ama diyorum ya, evin olacak onun için, böyle yurt falan, yok hiç gitmiyor, kahve boğazında tıkanıyor bildiğin.. Yani bir kampüse kar yağdığı zaman ormandan kurt, yaban domuzu karışımı illet hayvanlar iner mi, oluyor, geceleri duyuyorsun ulumaları falan, öyle soğuk, öyle korkunç falan..
Bir süre için iyi böyle diyorum hayat, kırmızı cilt l.o.t.r., kırmızı şarap, kırmızı yelek, sıcak ev, filmler ve kurabiyeler çevresinde. Dur bakalım, ben yazıcam yine arada...
Sanma ki aylardır görünmeyişimin sebebi, elektronikten umudumu kesip kendimi, beyaz ve saman A4lere adamam.. Son aylarda bu amaçla elime ne bir kalem ne bir kağıt tutuşturmuşluğum var. Kendimi, tek ciltlik LOTR'a, kurabiye hamuruna, atkı ve yelek ürettiğim şişlere ve örgü iplerine, bir süre sonra içine ettiğimi farkettiğimde kendimi "soyut çalışıyorum şekerim" diye avuttuğum tuvale ve daha bilumum gerekli gereksiz uğraşa adadım. Boş zamanlarımda da, Edith Hamilton ağzından Cupid ve Psyche gibi enteresan aşk hikayelerini, Zeus'un uğruna şekilden şekle girdiği ölümlü kadınlarla olan erotik maceralarını okuyup, 8. Henry'i daha iyi anlayabilmek adına Jonathan Rhys Meyers'ın kendine yazık ettiği başarısız diziyi izliyorum.
Bir tek yazmıyorum.
Arada bakınıyorum şöyle geçmişte ne yazmışım vs diye de, amma boş konuşmuşum bak, onu farkediyorum. Ne güzel ama, fütursuzca saçmalayabileceğim bir alan yaratmışım ki bazen günde iki kere doğruyu gösterip, haklı ve bir o kadar da hoş tespitlerde bulunmuşum, o da bir gerçek.
Geçen gece, zaten genel olarak filmlere gereğinden fazla anlam yükleyen biri olarak, repliklerini ağzıma dolayıp filmlerini afiyetle izlediğim bir yönetmen, son filminin çekimleri sırasında bir motosikletin çarpması yüzünden hastaneye kaldırıldı. Şans eseri o saatlerde twitter hesabına göz gezdiriyordum. Haberi görür görmez ekşiye atladım. Güvenilir bir haber kaynağından ses çıkmamasına rağmen ölüm haberlerinin dolaştığını görünce bilgisayarın başından yarım saatliğine uzaklaşma kararı aldım. Yarım saat sonra baktığımda r.i.p. cümlelerinin yoğunluğundan anladım ki Angelopoulos baya baya ölmüş. Dedim sonra, "bak gördün mü, filmlerinden sahne sahne kırpıp, hakkında "ben de bundan bahsediyorum bak, düşündüğüm şeyi almış koymuş adam" diye söylenip durduğum adamlardan biri daha gitti".
Şundan 1 hafta sonra yine Ankara'da olurum, ve bu yüzden evimin tadını olabildiğince çıkarıyorum. Hiç evden çıkmıyorum mesela. Alkol ihtiyacım, "kolestrolüm varmış benim, istediğim kadar şarap içebilirim ben!" gibi bir bahaneyle annemin dırdırından kurtulmuş olan biricik babam tarafından gayet güzel karşılanıyor. Geçen akşam alışveriş arabasına doldurduğu 9 şişe kırmızı şarapla gözlerimi doldurmuşluğu var -ki mitolojik karakterlerin isimlerinden esinlenilmiş bu kadar çok şarap markası olduğunu da o zaman öğrendim (bkz. aa görüyorum ben bunu derste, bunu da atalım arabaya, kendisi bir işe yaramamış antik yunanda, şarabı nasılmış ona bakarız!). Yani normal şartlar altında meydana gelmiş bir insanoğlunun pek de terk etmek istemeyeceği sıcacık evde paşa paşa yaydım mabadımı. Ankara'ya dönünce 3-5 insan daha fazla görmekle birlikte, sabahın 3'ünde sırf aklıma estiği için sade türk kahvesi eşliğinde bir Aki Kaurismaki filmi izleyemeyeceğim mesela. Ya da yaşayan en şımarık 'babasının kızı'lardan biri olarak, bir iki burun çekmesi, iki üç öhhö öhhö 'den sonra ödül olarak ev yapımı tarhanayla karşılanmayacağım. Zaten yeterince soğuk bir şehir olmasının yanında, bir de bu unsurları içinde barındırdığı için gittikçe antipati kazanıyor o şehir gözümde. Yani gerçekten kötü bir şehir Ankara. Adım attığım günden beri insanlara bunu anlatmayı kendime misyon edindiğim halde, hala karşıma geçip Ankara'yı Behzat Ç. için bile sevdiğini söyleyen insanlar görüyorum, ne kadar acı.. Huzur vermesine veriyor bazen, kafanı dinleyebilmek, ve (duvarın sıcak ve kuru olan tarafındaysan) yağmuru, karı izleyip kahve höpürdetmek, kitap okumak gibi klasikler için de biçilmiş kaftan aslında, ama diyorum ya, evin olacak onun için, böyle yurt falan, yok hiç gitmiyor, kahve boğazında tıkanıyor bildiğin.. Yani bir kampüse kar yağdığı zaman ormandan kurt, yaban domuzu karışımı illet hayvanlar iner mi, oluyor, geceleri duyuyorsun ulumaları falan, öyle soğuk, öyle korkunç falan..
Bir süre için iyi böyle diyorum hayat, kırmızı cilt l.o.t.r., kırmızı şarap, kırmızı yelek, sıcak ev, filmler ve kurabiyeler çevresinde. Dur bakalım, ben yazıcam yine arada...
Etiketler:
bakkala gitti gelicek,
haftaiçi karalamaları
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)