Film kritiği koymayalı olmuş hayli, girişte laf salatasına takılmadan geçeyim diyorum, pek hoş şeyler biriktirdim doğrusu..
Beyond The Sea (2004)
Kevin Spacey'in yazdığı, yönettiği, yapımcılığını üstlendiği, başrolünü oynadığı, üşenmeyip bir de ost'de yer aldığı Bobby Darin'ın hayatının anlatıldığı biyografik, dramatik, ucundan kıyısından da müzikal bir film Beyond The Sea. Kevin Spacey'i sevmeyen var mıdır bilmiyorum ama takdir ettiğim bu adama gerçekten hayran olmamı sağlayan film Shrink'ti. Ve açıkça söylemek gerekirse, Kevin Spacey'i bir Shrink'te bir de Beyond The Sea'de bu kadar içten ve rolüyle kaynayıp bütünleşmiş gördüm. Shrink'in konusu ve Spacey'in karakterinin ruh hali, yapısı bu kanıya varmamda büyük etkendi tabi ki. Ama Bobby Darin rolündeki Spacey'in film boyunca ekrana ışık saçmasının sebebi başta da belirttiğim gibi filmin bir nevi çocuğu olması. Herşeyi üstlenmesinin verdiği heyecanla mıdır nedir çözemedim tam, ahım şahım bir film olmasa bile etkileniyorsunuz Kevin Spacey'i izlerken.
Konuyu anlatmama gerek yok. Müzisyen biyografilerinden bekleyebileceğiniz şeyler. Müzik, aşk, para, şöhret, inişler, çıkışlar vs.. Tabii konu Bobby Darin olunca ost de haliyle Bobby Darin şarkıları ağırlıklı oluyor, Kevin Spacey yorumlarıyla. Güzel de oluyor dinlemesi.
Sade, hoş, kafa yormayan, aksine müzikleriyle pek de neşelendiren bu filmle girişi yapıp, üstüne bir de izlemeden önce atıştırmalık niyetine birkaç parça dizip geçiyorum...
Kevin Spacey- Simple Song Of Freedom
Kevin Spacey- Beyond The Sea
Kevin Spacey- The Curtain Falls
J'ai Tué Ma Mére (2009)
"Biz annemizi tanımadan sevdik,
Son bir hoşçakaldan sonra,
Sevginin ne kadar derin olduğunu anladık."
Xavier Dolan'la tanışmamız, I Killed My Mother'dan öncesine dayanır aslında. (spoiler gibi birşey olabilir) Martyrs filminin ilk 10 dakikasında gözümüze çarpıp, akabinde korku dolu gözlerle, ağlayarak öldürülür, bir daha da görmeyiz zaten kendisini. Açıkçası mutfak masasında yığılıp kalan çocuğun 1 yıl sonra çok konuşulacak bu filmi yazıp yöneteceğini, üstüne de hafife alınmayacak birçok ödül toplayıp götüreceğini tahmin etmezdim. Şimdi kafamda o 10 dakikalık performansıyla değil de "annesini öldüren, bunu da gayet başarılı bir şekilde anlatan çocuk" olarak yer edindi. İyi de yaptı. Filmden biraz bahsedecek olursak; isminden yanlış anlaşılmasın, konunun cinnet geçirip 3. sayfa haberlerine çıkan bunalımlı gençlerle bir ilgisi yok. Bir anne-oğul (hatta bununla sınırlı kalmayıp genelleştirerek ebeveyn-çocuk da diyebiliriz) arasındaki inişli çıkışlı, çoğunlukla agresif ve saplantılı ilişkiyi anlatmış Dolan. Tabi ki beğenmeme rağmen muhteşem diyemem filme. İzlerken "şöyle değil de böyle bir diyalog olsaymış daha başarılı olurmuş bu kısım" dediğim sahneler oldu. Bazen abartı'lar, bazen de yetersiz'ler gördüm. Fakat Xavier Dolan'ın ilk yönetmenlik deneyimi olduğunu göz önünde bulundurursak (ki daha bu yaşta) bir muhteşemlik aramak da yersiz olur zaten. Ayrıca ilk yönetmenlik deneyimi olmasına rağmen samimiliğin dozunu çok iyi tutturmuş Dolan. Herşeye rağmen inandırıcılığını koruyor ana-oğul ilişkisi.
Aslında çoğu ebeveyn ve çocuğun arasındaki iletişim pek de farklı değildir filmdekinden. Tek farkı, bir tarafta bağıra çağıra söylenmek istenenler vardır, öteki taraftaysa sadece ağızdan çıkanlar. Sadece anne-baba-çocuk ilişkisiyle sınırlı değil, insanlar arasındaki birçok ilişkide vardır bu tutum. Saniyelik ruh hali değişimlerimiz çok farklı şeyler söyletebilir bize. Bir an karşımızdakine "seni seviyorum" derken 5 dakika sonra küçük bir hal, hareket, mimik, sözle ya da sadece kafamızdan geçen bir düşünceyle karşımızdakinin suratına bir tane patlatmak isteyebiliriz veya sadece "senden nefret ediyorum" diye bağırırız. Gündelik hayatta bu ani duygu değişikliklerini yansıtmaktan kaçınırız, sonuçta adı üstünde bunlar "ani" değişimlerdir, etkisi 5 saniye süren duygular. Yaratacağı sonuçları (anlık da olsa kırılan insanlar, başkalarıyla kurulan ilişkilerin pamuk ipliğine bağlı hale geleceği düşüncesi, bu tepkilerin dışarıdan kişilik bozukluğu semptomları olarak algılanacak olması fikri...) tahmin edebildiğimiz için çenemizi tutar ve odağımızı değiştiririz, bir süre sonra da unutup gideriz zaten. Bahsettiğim bu genel durum yüzünden filmi izlerken herhangi birinin "ne alaka şimdi niye bağırdı bu herif?" diye sorup burun kıvırması olağan. Bu yüzden, Hubert'ın yemek masasında annesinin dudağının kenarına bulaşmış krem peynire sinir olup sudan sebeplerle tartışma başlatması en başta garipsenebilir ama film ilerledikçe, Hubert'ın annesiyle olan ilişkisinin derinliklerinde tüm bu abartılmış tepkileri tetikleyen çözülmemiş sorunların yattığının farkına varıyor izleyen ama tüm bu sorunlara rağmen "Bugün ölseydim ne yapardın?" diye soran oğlu arkasını dönüp giderken sessizce "Yarın ölürdüm" diyen anneye de; hakaret dolu, şiddetli bir kavgadan sonra kendini banyoya kapatıp, el kamerasının karşısına geçerek "çılgınlık bu, biri onu incitirse o insanı öldürürüm, kesinlikle" diyen çocuğa da sempatiyle bakıyor ve başta da söylediğim gibi çiçeği burnunda yönetmenimizin basit ama gerçekten samimi bir film yapmaya çalıştığına kanaat getiriyor.
Toparlamak gerekirse, J'ai Tué Ma Mére; gerek konunun sadeliği, anlatımın rahatlığı, gerekse müzik seçiminin yerindeliğiyle şöyle sakin bir akşam bir fincan çayla oturup izlenilecek bir film. Xavier Dolan ise takdir edilip, yer imlerine eklenerek gelecekteki projeleri takip edilesi bir yönetmen/oyuncu.
Roman Polanski: Wanted And Desired (2008)
Roman Polanski; kimine göre büyük yönetmen, kimine göre kaçık bir tecavüzcü, kimine göre bir aranan, kimine göre ise bir arzulanan... Kişiliğini sevin ya da sevmeyin ama bir Repulsion'ı, bir Chinatown'ı izlerken Polanski'nin yönetmenliğinin hakkını verin. Belgeseli izleyene kadar yönetmenin özel hayatıyla ilgili pek de bir bilgim yoktu. Hamile karısının Charles Manson fanatikleri tarafından vahşice öldürüldüğü ve 13 yaşındaki bir kızla cinsel ilişkiye girdiği için dava edildiği konuları hakkında çok yüzeysel bir bilgim vardı. Çok da deşelememiştim, soran olursa "Bitter Moon gibi film izledim, bana ne adamın özel hayatından" der geçerdim. Ki hala da geçmişini umursamadan izler, severim Polanski yapımlarını. Amacım da Polanskiyi kakalamak ya da göklere çıkarmak değil. Ancak bu belgeselde, yönetmenin karısının ölümünden sonra başına gelenleri, dava sürecini gerçekten iyi araştırılmış ve sunulmuş bir şekilde izliyorsunuz. Bu yüzden filmin yönetmeni Marina Zenovich'i de ayrıca takdir etmek gerek. Belgeseli izledikten sonra -belki Polanski'nin röportajlardaki tavırlarından, belki Samantha Geimer'ın (Polanski hakkındaki) rahatlığından, belki de olayların basının yansıttığından, kamuoyunun algıladığından çok farklı geliştiğine kanaat getirmemden olacak- Polanski'ye karşı herhangi bir ayıplama geçmedi aklımdan, ya da " 30 sene sonra da olsa çeksin cezasını pis köpek" şeklinde yorumlar yapmadım (Samantha'nın ve annesinin olaylar olmadan önce Polanski ve çevresine karşı tutumlarının da etkisi oldu bu düşüncemde). Geimer tarafından bile affedilen bir adam hakkında ahlak polisliği yapmak en azından kişisel ahlak anlayışıma pek de uygun düşen birşey değil. Her neyse, Polanski'ye aşina değilseniz, tavsiyeme uyup da şöyle bir Bitter Moon izleme düşünceniz de varsa, önce bu belgesele göz atmanızı tavsiye ederim (tabi yönetmenle ilgili sözlüklerdeki yorumları filmden sonraya bırakmanızı da...).
Çukurnot: Belgesel boyunca birkaç kere ekranda görünerek uzun ve boş bakışlarıyla insanı bir anda kahkahaya boğan muhabir Furnell Chatman ise filme ayrı bir hava katmış doğrusu..
Synecdoche, New York (2008)
Charlie Kaufman'ın ilk yönetmenlik deneyimi New York Yanılsamaları. Aslına bakarsanız film hakkında anlatabileceğim pek de birşey yok. Sıralayabileceklerim; başrolde Phillip Seymour Hoffman'ın olduğu ve başarısız bir tiyatro yönetmenini canlandırdığı, filmin çok yorucu, ağır ve bazen de bunaltıcı bir yapısının olduğu, bu yüzden de ikinci bir tekrar gerektirdiği, ağır ve umutsuz replikler cennetini andırdığı vs.'lerle sınırlı. Bu noktada da filmi anlatmak için debelenmek yerine boşluğu repliklerle doldurup hemen bir sonraya atlamaktan başka çarem kalmıyor. Kesinlikle uygun bir ruh halinde izlenmesi gerekir yoksa ya uyutan ya da ekran başında çıldırtan bir filmden ibaret kalır.
"Kimin ki şu an evi yok, asla da olmayacak. Kim ki yalnız, yalnız kalacak. Okuyacak, oturacak, akşam çökünce uzun mektuplar yazacak. Ve volta atacak yollarda, yorulmak bilmeden. Ve etrafında yaprak döken ağaçlar olacak.."
"Herşey senin düşündüğünden daha karmaşık. Doğru olanın sadece 10'da 1'ini görüyorsun. Verdiğin her karardan etkilenecek milyonlarca şey var. Her seçim yaptığında hayatını mahvedebilirsin. Ama belki de aradan 20 yıl geçer ve sen asla ama asla neden böyle olduğunu anlamayabilirsin. Ve doğru işi yapmak için yalnızca tek şansın vardır. Sadece dene ve kendi ayrılığının nedenini bulmaya çalış. Ve kader diye birşeyin olmadığını söylerler ama herkes kendi kaderini belirler. Ve dünya ne kadar uzun süre devam ederse etsin sen sadece saniyelik bir zaman dilimi için buradasın. Zamanın büyük bir kısmı ölüyken ya da doğmamışken harcanır. Ama yaşamak varken, sen, birinin gelip herşeyi düzeltmesini bekliyorsun. Bir telefon için, bir mektup için ya da bir bakış için yıllarını harcıyorsun. Ve gelecek gibi görünmesine rağmen asla gelmiyor. Sonuçta zamanını hayal meyal bir pişmanlık ya da gerçekleşmesi imkansız bir umut ile geçiriyorsun. Sana bağlılık hissettiren birşey... Kendini bir bütün hissetmeni sağlayan şey... Gerçek şu ki...çok kızgınım... Ve gerçek şu ki...çok mutsuzum... Ve gerçek şu ki çok yalnız kaldım ve çok uzun süre acı çektim. Ve yalnız kaldıkça, bütün bu süre zarfında iyiymiş gibi davrandım. Nedenini bilmiyorum. Belki herkes kendi dertleriyle ilgilenirken benim zavallığımı duymak istemediği için. Pekala, herkesin a.ına koyayım. Amen!"
"...Sana tapan insanlar tapmayı bıraktıkça, öldükçe, yollarına devam ettikçe, sen onları çıkarıp attıkça, kendi güzelliğini, gençliğini çıkarıp attıkça, dünya seni unutmaya başladıkça, sen fani olduğunu farkettikçe, özelliklerini bir bir kaybettikçe, seni artık kimsenin izlemediğini, aslında eskiden de hiç izleyenin olmadığını öğrendikçe sadece sürmeyi düşüneceksin. Nereden geldiğini veya nereye gideceğini değil.. Sadece süreceksin, vakit öldüreceksin. Şimdi buradasın, 7.43. Şimdi buradasın, 7.44. Ve şimdi...yoksun."
The Virgin Suicides (1999)
Bir kitap uyarlaması olan The Virgin Suicides; oldukça muhafazakar, bir o kadar da baskıcı bir anneye ve karısının otoritesi altında ezilen pasif bir babaya sahip olan 13, 14, 15, 16 ve 17 yaşlarındaki 5 kızın hayatını, bu hayatı karşı caddedeki evden takip eden bir grup oğlanın gözüyle anlatan bir Sofia Cappola filmi. Kirsten Dunst 'a bayıldığımı söyleyemem ama Lux Lisbon'u canlandırdığı performansını takdir etmeden de geçemedim. Film; kardeşlerin en küçüğü, 13 yaşındaki Cecilia'nın intihar girişimiyle başlar. Yavaş yavaş kızların yaşamlarına konuk oluruz bazen evin içinden, bazen de takıntılı oğlanların gözünden. Spoiler olarak gelebilir ama zaten olay filmin başında gerçekleştiği için büyük bir kayıp olmaz diye düşünüyorum. İntihar nedeni açıklanmadan (filmin ortalarında izleyici bir kanıya varabiliyor ancak), kardeşlerin en küçüğünün ölümüyle gelişir olaylar. Tüm aile için yıkıcı olan bu olaydan sonra çevreden gelen yorumlarla anne baba otorite düşkünlüklerinden tavizler vermeye başlarlar -en azından taviz verdiklerini düşünürler. Yine de Lisbon ailesinin tüm mahalleye konu olan vukuatları en küçük kızın intiharıyla sınırlı kalmaz. Film boyunca kalan dört kızın otoriter ebeveynlerinden kurtulup özgür olmak için verdikleri mücadeleye tanık oluruz. Gençlik filmi olarak görünmesine rağmen (Air 'ın da soundtrack katkılarıyla) aslında gayet rahatsız edici ve huzursuz bir film The Virgin Suicides. Pencereden teleskopla kızların yatak odalarına bakan oğlanlardan biri olabiliyorsunuz ya da Aerosmith plağını yakmamak için annesine yalvaran Kirsten Dunst. Sonunda tüm olanlara kesin bir anlam yükleyemeden bitiriyorsunuz filmi. Yine de izletiyor kendini.
*
Saat sabah 2:54 ve 5'te Ankaraya doğru yola çıkacağım. Daha eklenecek çok film var ama zaman yok. Yazının ikinci partını 3 gün sonra Ankara'dan döndüğümde düzenleyip yayınlarım. Şimdilik bu kadar.
Çukurnot: Beyond The Sea dışında çok rahatsız bir liste oldu, 2. partta telafi ederim artık..
25 Eylül 2010 Cumartesi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)