Pages

20 Ocak 2010 Çarşamba

Kritikselleştirdiklerimiz-5

Uzun zamandır kritik koymamışım bloga. Halbuki izliyorum ben de film, her ne kadar zamanımın çoğu öss, yds, sss, vbs, pps, ve ve se vesairelere hazırlanmakla geçse de. Aslında bu yoğunluğa rağmen gene baya baya filmlerle haşır neşir olmuşum diyorum. Bazı filmler "şimdi ben şu iki saati bununla mı harcadım?" hissi uyandırsa da içimde bir yerlerde, bazı filmler gördüm ki "sınavı, işi, gücü bıraksam, ölene kadar bunu izlesem pek de iyi bir seçim olmaz mı?" diye yırtınarak günlerce aklımdan çıkaramadım, kafamın içinde defalarca izledim. Herneyse, lafı daha fazla uzatmadan (ki sınırlarımı zorlar, daha iyisini yapabilirdim!) başlıyorum.

La Belle Personne (2008)

Louis Garrel filmografisini sömürme sürecim devam etmekte ve sıra La Belle Personne 'de (The Beautiful Person). Söz konusu güzel insan, başrol oyuncusu, pek sevimli Léa Seydoux olabilir ama Garrel Bey ondan da güzel diyerek sığ bir girişle başlayıp sonradan toparlayayım diyorum. La Belle Personne konu itibariyle ilgimi çekti fakat daha başarılı bir şekilde ele alınabilirdi de. Lafı alttan alttan yönetmen Christophe Honoré' ye gönderip devam ediyorum. Yönetmenin aynılığından mıdır nedir, Les Chansons D'amour kadrosunu filmde sık sık görmek mümkün. Filmin o ilgimi çeken konusuna gelecek olursak; Annesinin ölümü üzerine kuzeni ve ailesinin yanına taşınan 16 yaşındaki Junie (Léa Seydoux) yeni okuluna başladıktan bir süre sonra, bir yandan sevgilisi Otto'yu idare etmeye çalışıp, bir yandan da annesinin ölümünün şokunu üzerinden atma derdindeyken karşısına çıkan tutkulu, bir o kadar da çapkın İtalyanca öğretmeni Nemours (Louis Garrel)'a aşık olur ve film; Junie ve Nemours arasındaki açıklığa bir türlü kavuşamayan garip ilişki etrafında döner. Dediğim gibi, seksi öğretmen-güzel öğrenci fantezisi daha başarılı bir şekilde işlenebilirdi, hele ki söz konusu film bir fransız yapımıysa. Ama benim gibi "salla şimdi sanatsal bütünlüğünü, konunun işlenilebilirliğini falan, koymuşsun güzelim Garrel 'ı oraya, yanına da fotoğrafçı, kıvırcık saçlı entel öğrencileri falan, izlemeyeceksin de ne yapacaksın" diyorsanız, bir buçuk saat zevkle geçer...


Les Amants Du Pont-Neuf (1991)

Hazır açılışı fransız romansıyla yapmışken, aynı kulvarda gidip biraz da Dokuzuncu Köprü Aşıkları 'na dokundurmak gerek. Evet fransız, evet romans, ama güzel insanlar mı? Sanmıyorum efendim. Kahramanlarımız evsiz, alkolik, keş bir sirk cambazı olan Alex (Denis Lavant) ve hastalığı nedeniyle görme duyusunu yavaş yavaş kaybetmekte olan Michéle (Juliette Binoche). Yetenekli bir ressam olan Michéle, hastalığının tedavisinin olmadığını ve bir süre sonra tamamen kör olacağını öğrendiğinde evini terkeder ve sokaklarda yaşamaya başlar. Yolları bir şekilde kesişen Alex 'in yanına, yapım aşamasındaki 9. Köprü'ye yerleşir. Alex hayatına giren bu 'dişi'ye aşık olur, Michéle 'in ise onu koruyacak birine ihtiyacı vardır ve Paris sokakları göz önünde bulundurulursa Alex ideal bir koruyucudur. Birbirlerine destek olarak tutunan bu ikili zamanla birbirlerine iyiden iyiye alışırlar. Fakat bir süre sonra Michéle 'in hastalığının tedavisi bulunur ve yakınları Michéle 'i bulup eve getirmek için seferber olurlar. Şehrin heryerine kayıp ilanları asarlar. Bu ilanlardan birine rastlayan Alex panikler ve Michéle 'i kaybetme korkusuyla bu olayı ondan gizlemek için olmadık şeyler yapar. "Aşk" ın sadece güzel ve normal insanlar arasında hissedilen ve yaşanan bir duygu olduğu düşüncesini temelden sarsan bir Leos Carax filmi 9. Köprü Aşıkları (ya da Köprüüstü Aşıkları). Juliette Binoche 'nin başarılı performansını fazlasıyla takdir ettiğimi söyleyebilirim. Konusu ve karakterleri bakımından bir 'banliyö' aşkı anlatılmış, bazen dramatik, bazen komik, bazen de trajikomik biçimlerde. Hollywood çiftlerinden sıkılanlar için damakta günlerce tad bırakacak bir fransız filmi.


Kinsey (2004)

"Biraz da seksten konuşalım."

1940-50 lerde, insanın cinselliği üzerine yürüttüğü araştırmaları sayesinde adından sık sık söz ettirmiş ve bu araştırmalarla tabiri caizse bir cinsel devrim gerçekleştirmiş olan Alfred Kinsey 'in hayatını anlatan keyifli bir film Kinsey. Mahalle baskısı yüzünden çiftlerin yardım almaktan çekindikleri, eşcinsellerin kendilerini sakladıkları, gayet doğal olmasına karşın merak edilen soruların cevaplanmayı bırakın, sorulmaktan çekinildiği bir dönemde büyük bir açıksözlülükle ortaya çıkmış bir adamın öyküsü aslında. Dini baskıyı temsil eden otoriter, fanatik katolik bir baba figürü, mastürbasyonun cehennem bileti olduğu masalıyla geçirilen bir gençlik, ilk deneyimler, cinsellik üzerine medya faktörü, toplumun katı ahlak kuralları ve bunların ortasında üniversitede cinsellik üzerine dersler veren bir profesör, karısıyla ilişkileri, karşılıklı anlayış ve tabuların yıkılması...

Aslında oturup şöyle bakıldığında, toplumlarda belli konular hakkındaki fikirlerin, üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin sabit kaldığı, yıkılması mümkün olmayan sert kurallar yüzünden de bireylerin bu fikirleri bastırmak zorunda kalmaları gerçeği çok da şaşırtıcı değil. Söz konusu, "toplum" adındaki figürse tabi şaşırtıcı olamaz. Biryerlerdeki birkaç gözlüklü adamın listelediği "iyiler"e ve "kötüler"e göre yaşadığımızı unutmamakta fayda var bu durumda. Cinsellik de bu etiketlenip cıs'lanan konulardan belki de en çok göze batanı. Bu açıdan Kinsey, önyargılara, korkulara, bastırılmış duygulara vb konulara güzel bir dokundurma. Listenin en başına alıp özel bir zaman ayırmaya gerek yok belki ama yine de boş zaman için tavsiye eder, Liam Neeson 'ın başrolde olduğunu hatırlatırım.


Dorian Gray (2009)

Ne yalan söyleyeyim, ilk duyduğumda ve başroldeki beyi gördüğümde (Dorian Gray dediğin sarışındır zira) öyle aman aman birşeyler beklemiyordum. Klasik mantık; "Uyarlama film, %90 başarısız filmdir." gözüyle bakmıştım duruma yani. Ben Barnes 'ın yanında Colin Firth 'i ve The Perfume 'de kızıl kızıl göz kamaştıran Rachel Hurd-Wood 'u görünce yavaştan ısınmıştım da bir yandan. Sonunda izledim. Yönetmen Oliver Parker, orjinal hikayeden kopuk olay örgüsünün usta ellerde işlendiğinde gayet de güzel bir şekilde göze kulağa hitap edebileceğini göstermiş oldu bana. İzlemeden önce filmle ilgili en çok merak ettiğim şey Oscar Wilde 'ın karakterler üzerinden, eşcinselliğe dokundurmalarının filme nasıl yansıtılacağıydı -ya da yansıtılıp yansıtılmayacağı. Ama dokundurmayı falan boşverip -yine orjinale sadık kalmayarak- takdir edilesi sahneler eklemişler, takdir de ettim zaten. Genç Dorian 'ın tablosuyla ilgili komik bulup güldüğüm yerler yok değildi ama fazla göze batmıyordu. Konusunu uzun uzun anlatmaya gerek yoktur diyorum ama yine de kısa bir özet geçmek gerekirse; tüm saflığı, gençliği ve güzelliğiyle Londra 'ya ayak basan Dorian Gray 'in narsist duygularına yenik düşüp bu gençliği sonsuza kadar korumak için Şeytan'la yaptığı anlaşma sonucu başından geçen olaylar ve çürüyen ruhunun tavan arasına saklanan tablosuna yansıması, her geçen gün Dorian 'ın içini kemiren kirlilik hissini anlatan ve yoğun miktarda narsizm kokan bir film Dorian Gray. Oliver Parker 'ı benim için büyük önemi olan bu romanın altından pek de güzel bir şekilde kalktığı için tebrik edip kesiyorum artık.


Das Weisse Band: Eine Deutsche Kindergeschichte (2009)

Funny Games 'leri hayatımıza sokan mühim şahsiyet Michael Haneke 'nin son filmi Beyaz Kurdele. Klasik bir Haneke filmi olması yönüyle oldukça durağan bir anlatımı var. Bu yüzden tek başınıza izlemenizi ve başlamadan önce uykunuzu iyi almış olmanızı, bir fincan da koyu kahve öneririm. Yoksa kendinizi durağanlığa kaptırıp, verilmek istenen mesajı kaçırabilirsiniz. Mesaj demişken; film, mütevazı bir köyde, köy sakinlerinin başından geçen huzursuz olaylar çevresinde dönüyor. Rahibi, köy öğretmeni, baronu, çiftçisi vesairesi ile eksiksiz bir köy. Gözümüze inceden inceye sokulmaya çalışılansa sınıfsal ayrım, dini baskı, erdemli olma (ya da görünme) adına bireylerin üzerinde kurulan baskı ve korkunun şiddetle -yeri geldiğinde çocuklara yönelik cinsel taciz ve sapkınlıkla- dışa vurumu. Üstüne düşülen konu açısından filmi Lars Von Trier 'in Dogville 'sine benzettiğim oldu sık sık. Dışarıdan erdemli ve masum görünen ama tüm kısıtlamaların, sınırlamaların acısını fırsat geçtikçe çıkaran kokuşmuş toplum zihniyetine yapılmış ağır bir eleştiri. Birçok açıdan tehlikeli. Büyüklerin ikiyüzlülüğüne, çürümüş ahlak anlayışlarına çocukların uyum sağlayışı da bir o kadar başarılı aktarılmış siyah-beyaz ekrana. Filmin isminin Beyaz Kurdele olması ise, bir dönem, çocukların saflığını, temizliğini, baştan çıkartılmamışlığını temsilen kollarına bağlanan beyaz kurdelelerin, otoritenin hoşuna gitmeyecek birşey yapıldığında rahip olan babaları (otoritenin temsilcisi) tarafından çocukların kollarına tekrar bağlanmasından geliyor. En başta dediğim gibi durağan bir akışı olmasına rağmen, dikkatinizi verip sonuna kadar izlediğinizde Haneke 'nin anlatmak istediklerini aslında alttan alttan dokundurmakla falan değil, sansürsüzce ve çekinmeden gözünüze sokarak anlattığını fark ediyorsunuz. Üstad yönetmene saygılarımı sunup, kendinizi 2 saat 24 dakikaya hazırlayıp başına oturmanızı tavsiye ediyorum. Şimdiden iyi seyirler efendim...

3 baloncuk:

(Süper)Cem dedi ki...

hocam fransız filmlerini sevmiyorum dedikçe üstüme üstüme geliyorsunuz ama siz! olmuyor yani! ki izliyorum ve "fena değilmiş lan" falan diyorum, bunca yıllık öküzcan kişiliğimle tezatlara düşüp, biz ayrı dünyaların insanıymışız diyip, öpüşüp ayrılıyoruz birbirimizden.. Yapmayın bunu bize.. Yapmayın! Bir kardeş kardeşi vuruyor ne diye? Mahsun filimleri paylaşın benimlen. Bıyıh görmek istiyorum ben! :/

Phaedrus dedi ki...

beni ayartıp torrent listemden teker teker torrent programına yerleşen fransız filmlerinin suçu efendim o! ama sizi temin ederim ki cem bey, sömestr tatili boyunca izlemeyi planladığım filmlerin çoğu fransız değil ve daha da önemlisi aralarında çok güvendiğim "vurmasınlar uçurtmayı anne =/" kıvamında yapımlar da mevcut.

ama yine de öyle demeyin, bir doz les amants du pont-neuf alın, olmadı das weisse band getirin akabinde, sonrasında "4 saatimi harcadın Alasse!" diye kızarsanız bana, yılmayın, kinsey izleyin, sonra siniriniz geçsin, yorumunuzu iliştirin :)

Chopartypical dedi ki...

benim sinirimi bu aralar sadece little miss sunshine filminde ki woswosun takılan kornası alıyor. aklıma geldikçe hala gülüyorum.

salaaam ebet :)