Açtım google'ı. Üşenmeden yazdım phaedrusintheskywithdiamonds.blogspot.com diye. Sonra iki buçuk saat blogger için kullandığım mail adresinin şifresini bulmaya çalıştım. Ve hala Beach House dinleyip şu cümleyi yazmaya çalışıyorum. Geçen iki buçuk saat içinde yazdıklarıma ve yazınlanlara verilen yorumlara bakıp her "hasiktir lan ne güzelmiş" tepkimden sonra biramdan bir yudum aldım. Elimde bir zaman makinesi olsa ilk yapacağım şey zamanı 2009-2010lara döndürmek olurdu. Çünkü hayat acayip keyifliydi o zamanlar. Yuh dedim şu cümleyi yazarken, neredeyse 10 sene olacak. İçeride kedim uyuyor mavili beyazlı battaniye üzerinde. havalar ısındı ama kedi hatrına kaldırmadım battaniyeyi. 20'den sonra bırakayım bu işleri büyümeyeyim artık diyordum da baya baya 25 oldum lan. Eski yazılara bakarken bir dakika durup ne yaptığıma baktım. Elimde tuborg gold (geçtiğimiz yıllarda çok güzel ithal biralar ve şaraplar tadıp damağımı alkol konusunda çok çılgın seviyelere çıkarsam da şu ramazanın ilk gününde gecenin bir yarısı açık olan caanım tekelci amcadan birkaç tane tuborg gold kapmaktan kendimi alıkoyamadım), playlistte Beach House (playlist konusunda biraz gelişme gösterdim sanırım. Artık winamp yerine itunes kullanıyorum ama her geçen gün winampta kendime keyif malzemesi yaptığım winamp ara yüzlerini çok özlüyorum), gözüm bir yandan mubiden izlenecek film seçerken 7-8 sene boyunca bir gram yol katetmediğimi farketmek acayip eğlendirdi beni. Yenilikler; bir adet kahve makinesi (süper bir yenilik), bir adet mısır patlangacı (googleda arattım gerçekten ismi bu), bir adet üç senelik sevdicek (evde oturuyor böyle tatlı tatlı, izlemesi güzel oluyor), camel soft'tan camel deep blue'a geçiş (daha hafif lan), bir adet yüksek lisans (bir olayı yok, hala işsiz işsiz dolaşıyorum ortalıkta. Ama bir dönem çocuklara ingilizce öğretmenliği yaptım ve evet hala çocuklardan nefret ediyorum, sadece seviyeyi artırdım), bolca gelecek kaygısı (akademi kadro açmıyor sevgili okur, açan da özel üniversite oluyor, eşek gibi çalıştırıp kedimin boku kadar para veriyor), az biraz yaşlanma (artık konserlerde dans edince yoruluyorum, o yüzden torununu izlemeye gelmiş nineler gibi "gençler de eğleniyor" deyip kenardan kenardan konser izliyorum -ama Jakuzi diye bir grup dinledim en son, çok hoştu), az biraz da yorgunluk. 2008'den beri blogspot camiasındaysan ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksın sanırım. Artık on sene önceki hırsları taşımıyorum, bir devlet üniversitesi bana kucak açsın, bir masa versinler, ben de "mayışımı" alıp kenarda oturup yazdığım şeylere dair bir fikrim varmış gibi davranıp oraya buraya makale yetiştireyim, akşam da evime dönüp akademiyle alakası olmayan kitaplar okuyup puzzle yapayım istiyorum. Okudukça nostaljiyle karışık bir melankolinin sinir sistemine yavaş yavaş yayıldığını hissedebilirsin, ki tam olarak da bunu hissetmelisin. Şahsen böyle hissediyorum ben ara ara. "Evladım okusun da kpsssss'ye girsin, atansın, devlete sırtını yaslasın, kendi gibi bir memur bulsun, iki çocuk yapsın, mobilya taksidi ödesin bol bol, yaz tatillerinde de Didim'de tam pansiyon otellerde iki bıcı bıcı yapıp 65ine kadar tarla, konut vb yatırımlar için götünü yırtıp sonra çocuklarını evlendirmek için kafa siken bir insan evladı olsun" diye çırpınan ebeveynlere sahip olsaydım gelecekle ilgili bu kadar götüm kalkmazdı, bu kadar hayal kırıklığına uğramazdım, facebookta çirkin ve kıllı çocuklarının fotoğraflarını paylaşıp, en büyük derdi gömlekten yağ lekesi çıkarmak olan tiplemelerden biri olur, kafam rahat geçinirdim memur "mayışımla". Tişörtten yağ lekesi nasıl çıkarılır biliyorum ama, olay karbonat, sirke + çamaşır makinesine bakıyor, bilgin olsun. Sonuç olarak böyle bir insan olmadım ve whatsapp aile grubunda çirkin çocuklarının fotoğrafını paylaşıp "yakışıklı oğluşum" diye geveleyen kuzenlerime cevap olarak "sen insan değil maymun doğurmuşsun" yazıp geri silerek eğleniyorum. Ama bir gün dayanamayıp kedimin fotoğrafını yollayıp "yakışıklı oğluş böyle olur" yazmayı düşünmüyor değilim. Hala eşek gibi para biriktirip Interpol'un Turn on the Bright Lights Avrupa turnesinin ilk ayağı olan Prag'a gidip tüm parayı Kafka müzesine gömmenin Marmaris'te beş yıldızlı otelde geçen açık büfeli, bol çocuk bağrışmalı, sarhoş rus turistli bir haftalık memur tatilinden çok daha başarılı bir etkinlik olduğunu düşündüğüm için kendimle gurur duyuyorum (bu noktada benimle beraber Deerhunter- microcastle aç ki aynı ruh halinde ilerleyelim). Neyse okur, hala buralardaysan bil ki ben de buralarda olmaya çalışıyorum, pek başaramasam da. Hala senin beş sene önce yazdığın yazıları okuyup keyifleniyorum ve hala kanepede oturup Downton Abbey izleyip göt büyütmekten acayip zevk alıyorum.
Son olarak; önünde iki seçenek olsa, biri son zamanlarda karşına çıkan tek iyi iş imkanı olsa, özel bir üniversite araştırma görevliliği kadrosu açsa (eğer kabul etmezsen bir sonraki üniversite kadrosunun kim bilir ne zaman açılacak olması durumunda) ve sen başvurup kabul alırsan bundan bir ay sonra işe başlama imkanına sahip olsan , bir diğeri de bok gibi geçen bir 2016 (eve kendinden nefret ede ede döndüğün dandik bir iş, kanser ve minimal düzeyde bir depresyon, ve dakika başı olan patlamalarla geçen bir sene) ve görece daha iyi geçen bir 2017 boyunca para biriktirip planladığın bir Amsterdam-Barselona-Prag tatilin olsa ve birini seçtiğin takdirde diğerinden vazgeçmen gerekse, hangisini seçerdin lan?
28 Mayıs 2017 Pazar
26 Haziran 2014 Perşembe
La Vie Quotidienne
- "Fransızca çalışmam lazım benim" deyip elimdeki işleri bırakmamın üzerinden bilmiyorum kaç saat geçti ve fransızca kitabını hala elime almış değilim. Oturup bilgisayar ekranına bakarken Wes Anderson'ın son filminin ne kadar da süper olduğunu düşünerek saatler harcamış olabilirim. Filmleri senin benim gibi içselleştiren insanlar için daha çok Anderson-vari film yapılmalı. "Excuse-moi, je ne pensais pas entendre jamais des trucs pareils, et de toi, venant de toi, alors là!" (ara sıra kimsenin duyamayacağı şekilde kendi kendime kitaptan replikleri dramatik tonlarda okuyor (özellikle alors là kısmı çok hoş oluyor), kendi kendime selam çakıp alkış tutuyorum, ne var...).
- Uzun süredir dersler için okumak durumunda kaldığım kitaplar dışında elime kitap alamıyorum. Norton'u bir kenara bıraksam Hamlet alıyorum, bilmem kaç yılında yazılmış bir Restorasyon dönemi oyununu bitirsem kendimi Woolf okurken buluyorum ve okuyucu, inan bana, ben Virginia Woolf'tan hiç haz etmiyorum. Woolf'a karşı duyduğum antipatinin %30'unu edebi temellere dayandırırsak, %70i tamamen kadına duyduğum gıcıklıktandır. Sebepsiz, huysuz, saf bir gıcıklık, evet.
- ... et la mort, c'est aussi un examen?!
-Yukarıdaki paragrafları yazmamın üzerinden 1-2 ay geçmiş bulunuyor ve madem artık düşünecek sınavlar, nefret beslenecek kadın yazarlar kalmadı, bir şeyler karalamamak için bir sebebim yok. O kadar işsiz ve boşum ki, kendimi sürekli kitaplar ve filmlerle meşgul tutuyorum, yapacak bir şeyim olmasa bile "ne güzel yahu o kadar boşum ki istediğim kadar sıkılabilirim bile" diye düşünüp yine keyifleniyorum. İnek bir öğrenci mi yoksa uğraştığı şeylerden garip bir haz alan bir öğrenci mi olduğuma karar veremesem de çok başarılı bir şekilde bu dönemi de kapatmış bulunuyorum. Arkamda şiş parmaklarla yazılmış onlarca sayfa Shakespeare makalesi, bir o kadar 18. yüzyıl şiiri üzerine içten içe küfredilerek yazılan makaleler, 19. yüzyıl şiiri üzerine ise ayrı bir sevgiyle yazılmış bol miktarda sınav kağıdı bıraktım. Şimdiyse okulda okumamızı istedikleri tüm yazarları kitaplığın derin köşelerine kaldırıp elime Woody Allen'lar, Jonathan Safran'lar, Melville'ler aldım. Üzerine bilmem ne formatında 10 sayfalık makale yazmayacak olmanın verdiği rahatlıkla her kitabın keyfini çıkarıyorum. Evet biliyorum benden nefret ediyorsun ama bu Garfield tembelliğini çok özlemiş olduğumu inkar edecek değilim blogger.
- Bu muhhteşem tembelliğin yanında temmuz başı Dublin yolculuğu için çılgınca bucket list hazırlamaya başladım ve evet listeye sadece Trinity College Kütüphanesi'ni talan etmeyi ekleyebildim. Aklıma hiçbir şey gelmiyor ve tek korkum "lanet olası tembellik" yüzünden günlerimi dizi izleyerek geçirmek dostum!
- Bunların hepsini bir kenara bırakırsak, son zamanlarda başıma gelen en atraksiyonlu olay abimin kedisi tarafından saldırıya uğramam oldu (ve daha önce bir kedi saldırısına tanıklık ettiysen ne demek istediğimi anlayabilirsin). Normalde kedi anneliği sıfatıyla bir pro olduğumu rahatlıkla iddia edebilirim ama sanırım hesaba katmadığım tek şey bazı kedilerin (özellikle yeni doğum yapmış anne kedilerin) bir kediden çok bir vaşak kimliğine büründükleriydi ve kanımca tek suçum üstüm başım kendi kedimin kokusuyla kaplıyken ortalıkta gezinmekti. Belki tüm bunların farkında olsaydım ve evden bir adım dışarı atmasaydım, muhtemelen Dublin'de de ağrı sızıyla bana pek rahat vermeyecek gibi görünen paramparça iki bacak ve bir adet topukla, evin içinde Quasimodo yürüşü yapıyor olmayacaktım. "Evin kapısı kapalı mı? Hızlıca içeri girip odama saklanmış olabilir mi? Gece uyurken bir yerlerden fırlayıp suratımı Exorcist-vari bir görünüme sokabilir mi?" vb. paranoyalarla geçen günlerim, gözlerini sürekli kedimin kaldığı balkona diken ve ilk fırsatta eve girip kara kuru kedimin gözlerini oymayı, benim de bağırsaklarımı deşmeyi kafaya koymuş gibi görünen Maya adlı vaşak sayesinde iyice çekilmez oluyor. Yine de her girdiğim odanın kapısını arkamdan hızlıca kapatarak ya da koridora girmeden önce köşeden dış kapının açık olup olmadığını kontrol ederek can güvenliğimi sağlama alıyorum. Sevgili annem minik sevimli vaşağına göz kulak olduğu ve dış kapıyı her daim kapalı tuttuğu sürece hayatta kalabileceğimi düşünüyorum sevgili blog. Yine de belli olmaz, birkaç gün içinde benden haber almazsan polisi ara. Polisin de işin içinde olduğunu düşünürsen kendine craiglist'ten bir özel dedektif tut (mümkünse kısa boylu, cebinde cinayet romanları taşıyan, şarap düşkünü, melankolik ve Ted Danson gibi havalı arkadaşları olan birini bul).
- Uzun süredir dersler için okumak durumunda kaldığım kitaplar dışında elime kitap alamıyorum. Norton'u bir kenara bıraksam Hamlet alıyorum, bilmem kaç yılında yazılmış bir Restorasyon dönemi oyununu bitirsem kendimi Woolf okurken buluyorum ve okuyucu, inan bana, ben Virginia Woolf'tan hiç haz etmiyorum. Woolf'a karşı duyduğum antipatinin %30'unu edebi temellere dayandırırsak, %70i tamamen kadına duyduğum gıcıklıktandır. Sebepsiz, huysuz, saf bir gıcıklık, evet.
- ... et la mort, c'est aussi un examen?!
-Yukarıdaki paragrafları yazmamın üzerinden 1-2 ay geçmiş bulunuyor ve madem artık düşünecek sınavlar, nefret beslenecek kadın yazarlar kalmadı, bir şeyler karalamamak için bir sebebim yok. O kadar işsiz ve boşum ki, kendimi sürekli kitaplar ve filmlerle meşgul tutuyorum, yapacak bir şeyim olmasa bile "ne güzel yahu o kadar boşum ki istediğim kadar sıkılabilirim bile" diye düşünüp yine keyifleniyorum. İnek bir öğrenci mi yoksa uğraştığı şeylerden garip bir haz alan bir öğrenci mi olduğuma karar veremesem de çok başarılı bir şekilde bu dönemi de kapatmış bulunuyorum. Arkamda şiş parmaklarla yazılmış onlarca sayfa Shakespeare makalesi, bir o kadar 18. yüzyıl şiiri üzerine içten içe küfredilerek yazılan makaleler, 19. yüzyıl şiiri üzerine ise ayrı bir sevgiyle yazılmış bol miktarda sınav kağıdı bıraktım. Şimdiyse okulda okumamızı istedikleri tüm yazarları kitaplığın derin köşelerine kaldırıp elime Woody Allen'lar, Jonathan Safran'lar, Melville'ler aldım. Üzerine bilmem ne formatında 10 sayfalık makale yazmayacak olmanın verdiği rahatlıkla her kitabın keyfini çıkarıyorum. Evet biliyorum benden nefret ediyorsun ama bu Garfield tembelliğini çok özlemiş olduğumu inkar edecek değilim blogger.
- Bu muhhteşem tembelliğin yanında temmuz başı Dublin yolculuğu için çılgınca bucket list hazırlamaya başladım ve evet listeye sadece Trinity College Kütüphanesi'ni talan etmeyi ekleyebildim. Aklıma hiçbir şey gelmiyor ve tek korkum "lanet olası tembellik" yüzünden günlerimi dizi izleyerek geçirmek dostum!
- Bunların hepsini bir kenara bırakırsak, son zamanlarda başıma gelen en atraksiyonlu olay abimin kedisi tarafından saldırıya uğramam oldu (ve daha önce bir kedi saldırısına tanıklık ettiysen ne demek istediğimi anlayabilirsin). Normalde kedi anneliği sıfatıyla bir pro olduğumu rahatlıkla iddia edebilirim ama sanırım hesaba katmadığım tek şey bazı kedilerin (özellikle yeni doğum yapmış anne kedilerin) bir kediden çok bir vaşak kimliğine büründükleriydi ve kanımca tek suçum üstüm başım kendi kedimin kokusuyla kaplıyken ortalıkta gezinmekti. Belki tüm bunların farkında olsaydım ve evden bir adım dışarı atmasaydım, muhtemelen Dublin'de de ağrı sızıyla bana pek rahat vermeyecek gibi görünen paramparça iki bacak ve bir adet topukla, evin içinde Quasimodo yürüşü yapıyor olmayacaktım. "Evin kapısı kapalı mı? Hızlıca içeri girip odama saklanmış olabilir mi? Gece uyurken bir yerlerden fırlayıp suratımı Exorcist-vari bir görünüme sokabilir mi?" vb. paranoyalarla geçen günlerim, gözlerini sürekli kedimin kaldığı balkona diken ve ilk fırsatta eve girip kara kuru kedimin gözlerini oymayı, benim de bağırsaklarımı deşmeyi kafaya koymuş gibi görünen Maya adlı vaşak sayesinde iyice çekilmez oluyor. Yine de her girdiğim odanın kapısını arkamdan hızlıca kapatarak ya da koridora girmeden önce köşeden dış kapının açık olup olmadığını kontrol ederek can güvenliğimi sağlama alıyorum. Sevgili annem minik sevimli vaşağına göz kulak olduğu ve dış kapıyı her daim kapalı tuttuğu sürece hayatta kalabileceğimi düşünüyorum sevgili blog. Yine de belli olmaz, birkaç gün içinde benden haber almazsan polisi ara. Polisin de işin içinde olduğunu düşünürsen kendine craiglist'ten bir özel dedektif tut (mümkünse kısa boylu, cebinde cinayet romanları taşıyan, şarap düşkünü, melankolik ve Ted Danson gibi havalı arkadaşları olan birini bul).
29 Mart 2014 Cumartesi
Böyle şeylerin dergilerde işi ne, blog'luk bunlar ayol!
Tanrı Önce Onu Yarattı: Huysuz ve Melankolik Bir İhtiyar Olarak Woody Allen
“Woody Allen
filmleri, annenizin kendi düğününde giyip size bıraktığı gelinlik gibidir, her
zaman tanıdık ve değerlidir.”
–Bir Woody Allen Hayranı
Woody Allen üzerine konuşmadan önce her Woody Allen
izleyicisinin kabullenmesi gereken bir gerçek var ki; Woody Allen hepimizi
mezara taşıyacak ve her sene filmler çekmeye (belki öldükten itibaren bir iki
sene daha) devam edecek bir adam. Bu acı gerçeği kabullendikten sonra bu huysuz
ve garip ihtiyardan bahsetmeye başlayabiliriz.
Bir Woody Allen filmi izlerken kendini her saniye Zizek’ten
Lacan’a uzanan göndermelere odaklayanlardansan eğer, bu yazıdan zevk
alabileceğini sanmıyorum; belki Annie Hall’daki McLuhan’lı sahneye bir nebze de
olsa tolerans gösterebiliriz, ama bunun dışında seni tatmin edebileceğimi pek
düşünmüyorum. Benim için Woody Allen (tüm bu göndermeleri dışarıda bırakmayarak),
ümitsiz bir romantik, ölüm denilen kavramın farkındalığıyla dertlenen bir
çocuk, 70lerin (ilk yarısında) komik ve aynı zamanda romantik oğlanı, 2000
sonrasının turist rehberi, ama en çok da 80lerin iflah olmaz melankoliğidir.
Seneler önce centilmen bir beyden gelen film koleksiyonunda adı geçen Hannah
and Her Sisters’ı izlediğimde, seyrettiğim filmin bir Woody Allen filmi
olduğunu farketmemiştim, zira bu garip, gözlüklü, yahudi ve yahudi olduğu kadar
da cılız adam benim için Bananas ve Everything You Always Wanted To Know About
Sex, But Afraid To Ask ‘dan ilerisi değildi. Ben Woody Allen’ı gevşek bir adam
olarak hayal ettim tüm ergenliğim boyunca, evet ‘gevşek’. Allen hakkında
“Aslında sandığınız gibi değil! Böyle felsefik, şöyle derin, efendime
söyleyeyim şöyle entelektüel, nevi şahsına münhasır bir gözlüklü o!” ve benzeri
laflar söylemeyeceğim, bunları zaten ikimiz de biliyoruz. Ama evet, Woody Allen
gerçekten de gevşek bir adam. 70lerin absürd komik oğlanı, 80lerin melankoliği
diye nitelendiriyor olabilirim, ancak bu etiketlemelerime ciddi anlamda ironi
olabilecek filmler yapmadı da değil (bknz. Interiors (1978) x Sleeper (1973),
veya September (1987) x A Midsummer Night’s Sex Comedy (1982)). Hepsinin
beynimizle oynanan birer oyun olduğunu ya da tüm bunların altında CIA’ın
olduğunu öne sürmeden önce şunu belirtmekte yarar var; Woody Allen bir konsept
yönetmeni değil. Evet, hemen hemen her filminde bir Cole Porter bestesiyle
karşılaşıyoruz, evet hemen hemen her filminde dinamik bir eş değiştirme durumu
var ve evet, hemen hemen her filminin jenerik yazı tipi Windsor’dur, ancak
Woody Allen hemen hemen herkes gibi yaşamla ilgili ruh hali, fikirleri ve
hisleri karman çorman olmuş bir adamdır (2000 sonrası yerleşmiş hafiften bir
bilgelik halini hesaba katmıyorum, 78 yaşındaysan ve karşıma geçip yaşamla
ilgili herhangi bir argümanda bulunuyorsan seninle ben bile tartışmaya girmek
istemem). Ve imdb’ye göre bu 78 yıllık oksijen alıp karbondioksit verme işlemi
sırasında 71 filmin yazarlığını üstlenmiş, bu 71 filmin 49unun da
yönetmenliğini yapmış bu adamın, hayatı boyunca yaşamla ilgili atıp tuttuğu,
beğenip, 5 sene sonra çöpe attığı, 10 sene sonra tekrar gözden geçirdiği ve 2
sene sonra sarkastik bir gülümsemeyle dolabına kaldırdığı argümanları ve
gözlemleri izlemek, o insanla bir ömür geçirmeye yakın bir tecrübedir. Bu
yüzdendir ki, Hannah and Her Sisters ile Bananas arasındaki bağlantıyı ararken
tüm Woody Allen filmografisini bitirdiğinde aslında tüm filmlerinin birbirine
benzediğini, garip ve Freudian bir şekilde birbirini tamamladığını farkettiğin
anda izlediğin filmlerin tümünün bir insanın, dünya üzerinde önemli veya
önemsiz bir insanın, biyografisinden başka bir şey olmadığının bilincine
varırsın (konsept yönetmeni olmaması durumunu tekrar gözden geçirebiliriz).
Hayatının bir noktasında telefonu kaldırıp kendini Woody Allen’ın “gözlüklerim
yüzünden setteki herkes benimle dalga geçmeye başladı, çekimleri bitirmek için
sana ihtiyacım var” şeklinde yakınmasıyla, yahut “Bugün Godard ile tanışmam
üzerine bir belgesel çekildi, sanırım gözlüklerimin çok hipster-vari olduğunu
düşünüyor” şeklinde liseli kız dertleriyle karşı karşıya bulabilirsin. Sakın
yanlış anlama, bu satırları okurken kendini bir anda sokaklarda “Hepimiz Woody
Allen’ız, olmasak da en azından onunla aramızda bir bağ var” şeklinde slogan
atarken bulmanı istemiyorum (fakat kabul etmeliyiz ki gerçekten de son
zamanlarda gerçekleştirilen en eğlenceli organizasyon olurdu), ama dünya
üzerinde Manhattan’ın son sahnesi gibi bir gerçek var okuyucu. Yani aşık olduğu
17lik Tracy’e “Bu kadar olgun olma, 6 ay diyorsun, şaka mı bu? 6 ayda bir sürü
yönetmenle, oyuncuyla tanışacaksın, öğle yemekleri, tiyatrolar… Değişeceksin, 6
ay içinde bambaşka bir insan olacaksın. Sende sevdiğim şeyin değişmesini
istemiyorum” diyerek kalmasını sağlamaya çalışan orta yaş bunalımlı bir Isaac
var ve Woody Allen’ı Woody Allen olarak afişe eden bu ufak tefek sahneler
değildir de “Woody Allen sinemasına Lacan’cı bir yaklaşım” mıdır? Diyorum ki,
McLuhan’lı kuyruk sahnesini hepimiz seviyoruz da sence de başka bir şeyler…
Bahsettiğim durum, biraz daha süslendirmeden, cümle içine
kuramcılar serpiştirmeden, daha basit kelimelerle bir şeyleri anlatmak
(insanları etiketlemeye bayılan bir insan olarak kendimle girdiğim bu çelişki
yalnızca beni ilgilendirir). Evet, Woody Allen sineması (!) deyince böyle bir
durum gereğinden fazla yavan kalıyor, fakat komedi yapması ve ince zekasıyla
herkesi güldürmeyi sürdürmesi beklenirken 1977 yılında tutturup deneysel aşk
filmi çeken de ben değilim. Annie Hall, Allen’ın en bilinen ve belki de en
sevilen filmidir. Burası, “çok pohpohlanmış bir film, abartılmış bir başarı,
oysa ki yönetmenin şu filmi ilgi görmemesine rağmen çok daha iyidir” görüşünü
bir kenara bırakıp, üstümüze bir gömlek geçirip, o gömleğin yakalarından
sarsmaya başlamamız gereken andır. Annie Hall, Allen tarihinin dönüm
noktasıdır. Her ne kadar, güldürmece işini Love and Death’te sorgulamaya
başlasa da ya da sonraki senelerde de önümüze Zelig gibi filmler sürse de,
Woody Allen Annie Hall ile çok farklı bir boyuta geçmiştir. Yapımcılara ve
prodüksiyon şirketine bir aşk hikayesi anlatmak istediğini söylediğinde,
sınavdan 1 saat önce çalışmaya başlayıp başarabileceğini arkadaşlarına ispat
etmeye çalışan ezik öğrencinin aldığı tepkileri almıştır Allen. Birçok insan da
Love and Death’in son sahnesinin bu adamın yaşam-aşk-ölüm temalı monologlarının
başlangıcı olduğunu pek farketmemiştir. Diane Keaton’ın şapşal suratı ve Woody
Allen’ın senaryosu birleşir ve ortaya ıstakoz sahnesi çıkar, ya da Annie’nin
örümcek korkusuyla çağırdığı Alvy ile geçen diyalogu…
Annie Hall’ın beklenmedik başarısından sonra Allen alışılmışın
dışındaki turlarını genişletmeye karar verip 1 sene sonra Interiors’ı çekti.
Allen artık insanları güldürmek yerine kendi limitlerini test etmeye başladı da
diyebilirim. Interiors beğenildiği kadar Ingmar Bergman özentiliğiyle de
suçlanmaktan geri kalmadı. Fakat burada bir çizgi çekmekte yarar var. Özentilik
(esinlenme, etkilenme artık ne dersen) sağlam bir altyapı ve ne yaptığının,
nasıl yaptığının bilincinde olma durumuyla yola çıktığında, ortaya başarılı bir
iş çıkmasının o kadar da imkansız olmadığı bir durumdur sevgili okuyucu. Eğer
özendiğin yönetmeni kendinle karşılaştırma hatasına düşmüyorsan ve işi bir nevi
groupie’liğe dökmüyorsan ortaya koyduğun film üzerinde emanet gibi durmaz.
Aksine samimiyetini ve köklerini yansıtır, geçmişinde etkilendiğin, beslendiğin
kaynağı gözler önüne serer ve seni olgunlaştırır. Nasıl bir insan olduğunu ve
bir sanatçı olarak nereye doğru yol aldığını belgeler. Bu açıdan “Interiors”
Bergman vari bir filmden ziyade Bergman’dan, Bergman sinemasından beslenen
Woody Allen’ın kendi yönünü oluşturma sürecinin bir parçasıdır. “Interiors”
gerçekten de çok özel bir filmdir okuyucu. Sana hayatta bazı insanların Renata
rolünü üstlenirken, bazılarının da Joey olmakla yükümlü olduklarını gösterir.
“I feel the need to express something, but I don’t know what it is I want to
express, or how to express it” der Joey, ablasının başarısının gölgesinde
kalmayı yediremez bir şekilde. Bazı insanlarda bir şey vardır, bir tetikleyici
gibi, bir noktada ortaya çıkar veya hep oradadır, bazılarındaysa bu şeyin
eksikliği, ortaya çıkarmak için uğraştıkları hislerin hayatlarının büyük bir
kısmında ruhlarını kemirmesine yol açar. Joey tüm film boyunca bunun
kompleksini taşır, ta ki ruhen dibe vurmuş olmanın verdiği cesaretle annesine
olan nefretle örülmüş sevgisini dışarı vurana kadar. Joey içinde gerçek
herhangi bir duygu barındıramayan hasta ruhlu annesini öyle affeder ki gözünü
karartıp kendinden vazgeçmeye kadar götürür bu sevgiyi. Bu anlamda, yeteneği ve
Virginia Woolf halleriyle (Diane Keaton tarafından enfes bir şekilde hayat
bulmasına rağmen) Renata’nın gölgesinde kalmasına rağmen Joey filmin en gerçek
karakteridir kanımca. Şehir insanının içine düşebileceği tüm tipik bunalımları
içinde barındırdığı içindir bu gerçekliği, yoksa Renata’nın bir karakter olarak
derinliği pek gözlenmez Joey’de. Interiors Annie Hall’dan sonra gelmesi
şaşırtıcı bir filmdir, tıpkı Annie Hall’ın Love and Death’den sonra yarattığı
şok gibi. Woody Allen’ın bu sefer güldürmediğinin ve bundan sonra da derdinin
sadece güldürmek olmayacağının resmidir. Interiors’dan 1 yıl (haliyle) sonra gelen
Manhattan Annie Hall’ın gölgesinde kalmıştır, ama birçok açıdan Annie Hall’dan
daha şahıs odaklıdır. Annie Hall bir hikaye sunar, çok doğal ve içten bir
hikaye sunar; bir kadın ve bir erkek, iki insan hikayesidir. Manhattan ise biraz
da içe dönüktür. Kadınlar vardır, çok özel kadınlar vardır Isaac’in hayatında,
ancak burada izlediğimiz Isaac’tir, Isaac’in şehri, Isaac’in kadınlarıdır
hatta. Filmin odak noktası Tanrı’yı kendine model olarak benimseyen bir
adamdır. Replikler Isaac’le ilgili betimlemelerle, yargılarla doludur. Tracy
insanlara güvenmesi gerektiğini söylediğinde bile Isaac bunu isteksizce
kabullenir ama Tracy’nin ona Tracy olarak dönmeyeceğinin mağrur kabullenişi
vardır aslında suratında. Film bir bekleyişi kabul ederek biter gibi görünse de
6 ayda insanlar değişir ve kaçırılan fırsatlar kaçırılmış demektir, Isaac de
bunun bilincindedir.
Her zaman olduğu gibi yine 1 sene sonra bir film daha
çıkarır Allen; Stardust Memories. Manhattan duygusal açıdan başarısız bir adamı
ne kadar mahrur bir şekilde anlattıysa, Stardust Memories de o kadar agresif
bir şekilde anlatmıştır. Filmin Fellini-vari’liğinin yanı sıra Allen’in hayata
karşı bitmek bilmeyen memnuniyetsizliği ve çevresindeki insanların beklentileri
altında ezilmesinin verdiği rahatsızlık filmin bu kadar katı ve çirkef
olmasındaki asıl sebeplerdir. Stardust Memories yönetmenin bugüne kadar üstüne
düşünüp kafayı kırdığı tüm sorulara ışık tutar (cümleleri böyle ifadelerle
süslemek onları havalı kılmaktan ziyade kelime tekrarını önlemeye yarıyor, ama
havalı olmadığını da söyleyemeyiz tabi). Film dönemin eleştirmenleri tarafından
şamaroğlanı gibi yerden yere vurulmuştur, çünkü kimse Allen’den böyle bir film
yapmasını istemez, herkes “komik” olanı ister, Sandy’i cevaplarıyla aydınlatması
gereken uzaylı bile. Dönemin izleyicileri bir insanın arayışını merak etmezler,
alışık oldukları güldürünün geri dönmesini beklerler. Bu filmden sonra A
Midsummer Night’s Sex Comedy ve Zelig’in neden çekildiği de rahatlıkla
anlaşılabilir. Hayatınla ne yapmak istediğini ya da ne yapman gerektiğini
bilmiyorsan en iyi bildiğin işi yap; insanları güldür. Tabi ki kadrosuna ve
özel hayatına kattığı Mia Farrow’la da tanışmamız açısından pek de fena olmadı
bu yapımlar. 80ler –daha doğrusu Mia Farrow’lu yıllar- Woody için güldürünün ve
melankolinin dengelendiği dönemlerdi. Tabi ki September ve Another Woman gibi
filmlerde Allen’ın tanıdık bunalımlı karakterlerine rastlamak mümkün ama
filmlerin atmosferi artık genel bir arayıştan ziyade spesifik hikayelerle
döşenmiştir. Woody Allen 80lerin ortalarından itibaren hayatı ve yaşamının
anlamını ellerini titrek titrek oynatarak sorgulayan ve bu soru-cevapları
anlamlandırmaya çalışan absürd mizaçlı, hazır cevap bir adam olmayı bırakıp, bu
sorulara kafa patlatmak yerine çevresindeki insanların sorularına ellerini
titrek titrek oynatarak “anything else” temalı cevaplar veren absürd mizaçlı,
hazır cevap bir ihtiyar olarak devam etmeyi seçmiştir. Son dönem filmleri için
“turist rehberliği” benzetmesi yapmamın en büyük sebeplerinden biri de bu.
Evet, hala kendi benliğiyle ilgili sorunları aşmaya çalışan, kendini
bulma/yaratma arayışı içindeki karakterlerden vazgeçmiş değil Allen,
yeryüzündeki kimlik karmaşası yaşayan son insan ölünceye kadar da filmlerinde
bu karakterlere rastlamaya devam edeceğiz. Fakat yazdığı senaryolara,
karakterlere artık dışarıdan bir gözlemci olarak bakmaya başlayarak bir nevi
durulmuştur. Sevdiği şehirler hakkındaki filmleri anlatmaktan keyif duyduğu
hikayelerle donatarak artık seyirciyi yerinde sakince oturmaya teşfik ediyor.
Muhtemelen gelecekteki filmleriyle de suratımıza “bu sefer neler anlatacaksın
huysuz ve muzır ihtiyar” gülümsemesini yerleştirmeye devam edecek.
Woody Allen 78 yaşında, eski karısı Mia Farrow’un evlatlık kızı olan
Soon-Yi ile 1997’den beri evli ve iki çocuk sahibi, hala nevrotik ve hala
geçmiş tecrübelerinden edindiği hikayelerin filmlerini yapıyor. Ve kendisi hala
ölüme şiddetle karşı.
24 Mart 2014 Pazartesi
Yavaştan Alıştırıyorum
Çok güzel film izledim ve hakkında gevelemek yerine sana Jonas Bjerre'i takdim etmek istiyorum. Belki Mew aracılığıyla tanışmış da olabilirsin ama ben yanında Skyskraber 'ı da vadediyorum. Öperim.
4 Kasım 2013 Pazartesi
Geldik dediysek o kadar da değil
Sen hayatımda gördüğüm en sadık şeysin blogspot. Aylar sonra (ki nerdeyse yıl olmuş) işsiz güçsüz (ki bu işsiz güçsüzlükten kasıt okunması gereken bir Oliver Twist, rönesans döneminde güzellik anlayışı üzerine yazılmış 3 adet makale, 1 adet gayet iddialı ahlak öğretileriyle Everyman ve temize çekilmesi gereken ders notlarıdır, yoksa işim gücüm olsa olsa tüm Woody Allen filmografisini bitirmek -ve yapmışlığım da var, ya da Jurassic Park, Gremlins veya Ghostbusters serisi devirmektir -biz küçükken dünyada süper filmler çıkıyordu, her 2-3 senede bir oturup bunu takdir etmeliyiz biliyorsun) bir şekilde blogger.com'a giriş yaptığımda "hoşgeldin lan şebek!" şeklinde bir ifadeyle sanki daha dün bir şeyler karalamışım gibi bir samimiyetle beni karşıladığın için, işte tam da bu yüzden hayatımda gördüğüm en sadık, bir o kadar da havalı şeysin blogspot.
Seninle münasebetimizin bu kadar uzun bir süreliğine bitmesinin tek sebebi benim kendime söz verdiğimin aksine 20 yaşından sonraki sene 21 yaşına basmış olmam. Yani bu konuda son derece kararlıydım, 20den sonra duracağıma ciddi ciddi inanıyordum ve pat! Ertesi sene 21 oldum. İşte onlar basamağını 2lemenin bünyemde yarattığı hasarları yavaş yavaş ortadan kaldırıyorum derken bu sefer birler basamağını da yükseltince herşey çok üst üste geldi, ben de büyüdüm. Yani en azından winamp listesine Bowie, Suede, Smiths ve benzeri güzellikleri atmaya tekrar başlayana kadar öyle sanıyordum. Burada işin sırrı Bowie, Suede, Smiths ve benzeri güzellikleri yeniden dinlemeye başlamak değil (kimseyi kandırmayalım istersen, bu adamları müzikçalarda yer açmak için varolan ama çok sık dinlenilmeyen şarkıları silerken bile es geçiyoruz, yeniden dinlemeye başlamak diye bir kavram kafamızda hiç varolmadı), bilgisayarın başında oturup, winamp adlı güzide programı başlatıp, başında saatlerce playlist hazırlayıp, son şarkıya kadar dinlemek için zaman ayırmak asıl işin sırrı. O kadar uzun zamandır yapmıyordum ki bunu, gerçekten bir süreliğine 21dim, durduk yere gelen garip dürtü olmasa birkaç ay sonra 22ye basma riskim bile vardı, o derece.
Hayat öyle "büyüyen insanın karşılaştığı sorunsallar" olarak daha komplike bir yapıya da bürünmedi benim için aslında son senelerde. Hiç tecrübe etmediğim şeyler tecrübe edip, kendimden beklemediğim ilginç şeyler yaptım. Ama herkes evine gittiğinde ve ben noel-vari pijamamı üstüme çektiğimde aslında o kadar da değişmiyor olduğumu farkettim. "Hadi len ordan, sen nasıl değiştin haberin yok!" şeklinde iddialarla karşıma geçip akabinde "olm bu şarap çok güzel bunu içelim, sonra şu viskiyi içelim, sonra bir A Single Man patlatalım, ooh" tarzı tepkileriyle dikkat bozukluğunu gözüme gözüme sokan Mimi Wonka'nın söylemlerinin aksine ben gerçekten de "büyüyen insanın karşılaştığı sorunsallar" içerikli tecrübelerden sonra pek de değişmedim. Yani tecrübe edinme sırasında farklılaştım ama tecrübe edinme süreci bittiğinde yine başa dönüp "ben hayatla ilgili ihtiyacım olan herşeyi biliyorum sanırım yahu" şeklinde laklak edip akabinde "balığın yanına beyaz şarap alalım, evet kırmızı benim favorim ama beyaz şaraba şu kısacık hayatımda çok seyrek şans veriyorum, hazır balık yiyoruz bu akşamın kazananı beyaz şarap olsun" tarzı tepkilerle dikkat bozukluğumu hiç gözüme sokmadan devam ediyorum. Ama şu gerçeği kabul etmeden geçersem adi bir Turşu olmanın yanında bir de pis bir Turşu olacağım, pisleşmeyelim. Para artık çok hoş bir şeymiş gibi geliyor.
Yani gerçekten zaman geçtikçe para bana gayet seksi seksi göz kırpan ve çok güzel şeyler vaadeden bir Betty Boop gibi görünmeye başladı. Yani param yok, belki ondan çok güzel geliyordur, ama sanmıyorum yahu, param olursa evime ayaklı oda lambası falan alacağım yani her şekilde yararlı bir şey bu meret. Şu hayatta muhabbet etmekten hoşlandığım ve farklı şehirlerde yaşayan 1-2 tatlı insanı özlediğimde bir telefon açıp "uçak biletini aldım, bu haftasonu bendesin, tekila dolapta" diyebilecek rahatlıkta olmanın o karşı konulamaz cazibesi çok hoş gerçekten. Hiç bir zaman o kadar paraya sahip olamayacağımın bilincinde olmak da fantaziyi hırstan uzak sağlıklı bir konumda tutuyor, o yüzden endişelenme, iyiyim ben. Ama bana şöyle güzel bir ayaklı oda lambası almak istersen karşılaşacağın tepki asla olumsuz olmaz, söylemeden geçmeyeceğim.
Simsiyah bir kedim var (beni 5 senedir tanıyorsun blogspot, ikimiz de bu günün geleceğini biliyorduk), boynunda papyon gibi bir beyazlığı dışında. Hiç bir isim yakıştıramadığım için sürekli farklı isimler arasında gidip gelmemin ve bu yüzden çoğunlukla "annem!" diye seslenmemin sonucu olsa gerek, Annem isminden başka bir şeye tepki vermeyen bir kedi bu. Annem adlı bir kedimin olacağını hiç beklemezdik ama blogspot, en azından Sebastian ya da Bernard Black (şu an düşündüm de süper bir isim olabilirmiş, yazık oldu) isimli bir kedi sahibi imajı çiziyordum, hayat çok farklı sürprizler çıkarabiliyor insanın karşısına. Tabi bu ufak yaratığın olası yaz dönemi yurtdışı planlarımı suya düşürme tehlikesinin olduğunun da bilincindeyim -ki bu durum kimi zaman "ben seni nerden buldum, İrlanda'ya mı götüreyim ne yapayım!" şeklinde iç karartıcı pişmanlık anlarına sebep olsa da 5 dakika sonrasında türlü şaklabanlıklarla boynuma yapışıp süt emer gibi boynumu yalaması salonumuzda tekrar güneş açmasını da sağlayabiliyor. Şu cümleyi kurduktan sonra okuyunca tipik bir kedi sahibi olduğuma kanaat getirdim ve seni de bu yoldan sürüklemeye bir son vermem gerektiğini düşünüyorum, bağışla beni (ama en azından bu küçük yaratığın oturup pür dikkat Wes Anderson filmleri izlediğini bilmek bir nebze de olsa içinde sempati oluşturmuştur hadi itiraf et).
Şubattan beri konuşulacak birçok konu birikmesine rağmen ben son zamanlarda hep Doctor Who'dan bahsetmek istiyorum, bir de neden daha önce Pulp dinlemediğime şaşırıyorum. Ama bu şaşkınlıktan önce değineceğim konu Doctor Who, sevgili blogspot. Bilim kurgu, uzayda ordan oraya koşturmaca münasebetli konulardaki sınırımın Star Wars ve Barbarella ile sınırlı olduğunu biliyoruz zaten. Ancak aynı şekilde, bir insanın BBC tarafından fırından çıkarılan şeylere saygı duyup, ukalalık yapmadan verdiği nimetler için BBC'ye şükretmesi gerektiğinin de bilincindeyiz. Hele ki fırından çıkanda Steven Moffat, Russell Davis, Mark Gatiss, David Tennant, Matt Smith gibi insanların parmağı varsa, verilen genel tepki "ben neden bunu izlemek için 7 sezon bekledim?", "1963'ten başlıyoruz o halde", "1963'ten başlarsak baya yaşlanabiliriz, ama oturup bir The Five Doctors, bir Paul McGann'lı 96' filmi ve daha nice kritik Doctor Who maceralarını izleyebiliriz!" şeklinde olabiliyor. Tabi yıllar önce bir meraklanıp, 2005, 1. sezonu playliste atıp Christopher Eccleston'ın o kadar da efsane olmayan performansı yüzünden senelerce Doctor Who'ya elini sürmeme durumları da yaşanmıyor değil. Lakin Tardis bir David Tennant yüzü gördüğünde, benim gibi "time and space" mevzusundan haz etmeyen bir bünyeye bile 50. yıl özel bölümü için 23 Kasım beklettirebiliyor. Günlük hayatta Doctor Who referanslarını anlayabilme, anlamayanları ayıplama gibi yan etkileri de olabiliyor bu tutkunun, çok ilginç bir durum gerçekten. BBC'nin üzerimizde tarifi imkansız bir etkisi var, diyorum ki sorgulamadan kendimizi bırakalım, BBC bir yolunu bulup hallediyor tüm işleri.
O değil de aylarca ses soluk çıkarmadan geçirip, aylar sonra gelip iki hoş beş edelim dediğimde gayet de oturup fütursuzca dizi anlatabiliyor olmam, seni internet ortamındaki en havalı site yapmıyor da ne yapıyor blogspot?
Şimdilik yeter bu kadar kelime,sonra yine uğrarım, belki iki gün sonra belki iki yıl...
Yok yahu o kadar da değil, sakin ol.
Seninle münasebetimizin bu kadar uzun bir süreliğine bitmesinin tek sebebi benim kendime söz verdiğimin aksine 20 yaşından sonraki sene 21 yaşına basmış olmam. Yani bu konuda son derece kararlıydım, 20den sonra duracağıma ciddi ciddi inanıyordum ve pat! Ertesi sene 21 oldum. İşte onlar basamağını 2lemenin bünyemde yarattığı hasarları yavaş yavaş ortadan kaldırıyorum derken bu sefer birler basamağını da yükseltince herşey çok üst üste geldi, ben de büyüdüm. Yani en azından winamp listesine Bowie, Suede, Smiths ve benzeri güzellikleri atmaya tekrar başlayana kadar öyle sanıyordum. Burada işin sırrı Bowie, Suede, Smiths ve benzeri güzellikleri yeniden dinlemeye başlamak değil (kimseyi kandırmayalım istersen, bu adamları müzikçalarda yer açmak için varolan ama çok sık dinlenilmeyen şarkıları silerken bile es geçiyoruz, yeniden dinlemeye başlamak diye bir kavram kafamızda hiç varolmadı), bilgisayarın başında oturup, winamp adlı güzide programı başlatıp, başında saatlerce playlist hazırlayıp, son şarkıya kadar dinlemek için zaman ayırmak asıl işin sırrı. O kadar uzun zamandır yapmıyordum ki bunu, gerçekten bir süreliğine 21dim, durduk yere gelen garip dürtü olmasa birkaç ay sonra 22ye basma riskim bile vardı, o derece.
Hayat öyle "büyüyen insanın karşılaştığı sorunsallar" olarak daha komplike bir yapıya da bürünmedi benim için aslında son senelerde. Hiç tecrübe etmediğim şeyler tecrübe edip, kendimden beklemediğim ilginç şeyler yaptım. Ama herkes evine gittiğinde ve ben noel-vari pijamamı üstüme çektiğimde aslında o kadar da değişmiyor olduğumu farkettim. "Hadi len ordan, sen nasıl değiştin haberin yok!" şeklinde iddialarla karşıma geçip akabinde "olm bu şarap çok güzel bunu içelim, sonra şu viskiyi içelim, sonra bir A Single Man patlatalım, ooh" tarzı tepkileriyle dikkat bozukluğunu gözüme gözüme sokan Mimi Wonka'nın söylemlerinin aksine ben gerçekten de "büyüyen insanın karşılaştığı sorunsallar" içerikli tecrübelerden sonra pek de değişmedim. Yani tecrübe edinme sırasında farklılaştım ama tecrübe edinme süreci bittiğinde yine başa dönüp "ben hayatla ilgili ihtiyacım olan herşeyi biliyorum sanırım yahu" şeklinde laklak edip akabinde "balığın yanına beyaz şarap alalım, evet kırmızı benim favorim ama beyaz şaraba şu kısacık hayatımda çok seyrek şans veriyorum, hazır balık yiyoruz bu akşamın kazananı beyaz şarap olsun" tarzı tepkilerle dikkat bozukluğumu hiç gözüme sokmadan devam ediyorum. Ama şu gerçeği kabul etmeden geçersem adi bir Turşu olmanın yanında bir de pis bir Turşu olacağım, pisleşmeyelim. Para artık çok hoş bir şeymiş gibi geliyor.
Yani gerçekten zaman geçtikçe para bana gayet seksi seksi göz kırpan ve çok güzel şeyler vaadeden bir Betty Boop gibi görünmeye başladı. Yani param yok, belki ondan çok güzel geliyordur, ama sanmıyorum yahu, param olursa evime ayaklı oda lambası falan alacağım yani her şekilde yararlı bir şey bu meret. Şu hayatta muhabbet etmekten hoşlandığım ve farklı şehirlerde yaşayan 1-2 tatlı insanı özlediğimde bir telefon açıp "uçak biletini aldım, bu haftasonu bendesin, tekila dolapta" diyebilecek rahatlıkta olmanın o karşı konulamaz cazibesi çok hoş gerçekten. Hiç bir zaman o kadar paraya sahip olamayacağımın bilincinde olmak da fantaziyi hırstan uzak sağlıklı bir konumda tutuyor, o yüzden endişelenme, iyiyim ben. Ama bana şöyle güzel bir ayaklı oda lambası almak istersen karşılaşacağın tepki asla olumsuz olmaz, söylemeden geçmeyeceğim.
Simsiyah bir kedim var (beni 5 senedir tanıyorsun blogspot, ikimiz de bu günün geleceğini biliyorduk), boynunda papyon gibi bir beyazlığı dışında. Hiç bir isim yakıştıramadığım için sürekli farklı isimler arasında gidip gelmemin ve bu yüzden çoğunlukla "annem!" diye seslenmemin sonucu olsa gerek, Annem isminden başka bir şeye tepki vermeyen bir kedi bu. Annem adlı bir kedimin olacağını hiç beklemezdik ama blogspot, en azından Sebastian ya da Bernard Black (şu an düşündüm de süper bir isim olabilirmiş, yazık oldu) isimli bir kedi sahibi imajı çiziyordum, hayat çok farklı sürprizler çıkarabiliyor insanın karşısına. Tabi bu ufak yaratığın olası yaz dönemi yurtdışı planlarımı suya düşürme tehlikesinin olduğunun da bilincindeyim -ki bu durum kimi zaman "ben seni nerden buldum, İrlanda'ya mı götüreyim ne yapayım!" şeklinde iç karartıcı pişmanlık anlarına sebep olsa da 5 dakika sonrasında türlü şaklabanlıklarla boynuma yapışıp süt emer gibi boynumu yalaması salonumuzda tekrar güneş açmasını da sağlayabiliyor. Şu cümleyi kurduktan sonra okuyunca tipik bir kedi sahibi olduğuma kanaat getirdim ve seni de bu yoldan sürüklemeye bir son vermem gerektiğini düşünüyorum, bağışla beni (ama en azından bu küçük yaratığın oturup pür dikkat Wes Anderson filmleri izlediğini bilmek bir nebze de olsa içinde sempati oluşturmuştur hadi itiraf et).
Şubattan beri konuşulacak birçok konu birikmesine rağmen ben son zamanlarda hep Doctor Who'dan bahsetmek istiyorum, bir de neden daha önce Pulp dinlemediğime şaşırıyorum. Ama bu şaşkınlıktan önce değineceğim konu Doctor Who, sevgili blogspot. Bilim kurgu, uzayda ordan oraya koşturmaca münasebetli konulardaki sınırımın Star Wars ve Barbarella ile sınırlı olduğunu biliyoruz zaten. Ancak aynı şekilde, bir insanın BBC tarafından fırından çıkarılan şeylere saygı duyup, ukalalık yapmadan verdiği nimetler için BBC'ye şükretmesi gerektiğinin de bilincindeyiz. Hele ki fırından çıkanda Steven Moffat, Russell Davis, Mark Gatiss, David Tennant, Matt Smith gibi insanların parmağı varsa, verilen genel tepki "ben neden bunu izlemek için 7 sezon bekledim?", "1963'ten başlıyoruz o halde", "1963'ten başlarsak baya yaşlanabiliriz, ama oturup bir The Five Doctors, bir Paul McGann'lı 96' filmi ve daha nice kritik Doctor Who maceralarını izleyebiliriz!" şeklinde olabiliyor. Tabi yıllar önce bir meraklanıp, 2005, 1. sezonu playliste atıp Christopher Eccleston'ın o kadar da efsane olmayan performansı yüzünden senelerce Doctor Who'ya elini sürmeme durumları da yaşanmıyor değil. Lakin Tardis bir David Tennant yüzü gördüğünde, benim gibi "time and space" mevzusundan haz etmeyen bir bünyeye bile 50. yıl özel bölümü için 23 Kasım beklettirebiliyor. Günlük hayatta Doctor Who referanslarını anlayabilme, anlamayanları ayıplama gibi yan etkileri de olabiliyor bu tutkunun, çok ilginç bir durum gerçekten. BBC'nin üzerimizde tarifi imkansız bir etkisi var, diyorum ki sorgulamadan kendimizi bırakalım, BBC bir yolunu bulup hallediyor tüm işleri.
O değil de aylarca ses soluk çıkarmadan geçirip, aylar sonra gelip iki hoş beş edelim dediğimde gayet de oturup fütursuzca dizi anlatabiliyor olmam, seni internet ortamındaki en havalı site yapmıyor da ne yapıyor blogspot?
Şimdilik yeter bu kadar kelime,sonra yine uğrarım, belki iki gün sonra belki iki yıl...
Yok yahu o kadar da değil, sakin ol.
28 Şubat 2013 Perşembe
Geri dönmüş olabilirim, bilemiyorum. Dur bakalım...
Ben blog olsam yazı yayımlanılmayan her ay için çok ilginç küfürler sarfederdim kendime. Blog değilim ama güven bana, kendimdeyken bile takdir edilesi şeyler söyleyebiliyorum içten içe. Gerçi sonradan kıyamayıp yanağımdan bir makas alıp güne devam ediyorum ama olsun, bu blogu hayatının merkezine koymuş binlerce okuyucunun hatrına yapıyorum bunu, azarlıyorum kendimi. Ama şunu söylememe izin vermelisin, yani, sakinleş, otur önce, bırak nefes alıp verişin düzene girsin, sana bir kadeh şarap koyabilirim. Neyse. Ağustos'tan beri şu bloga bir tek satır yazasım gelmedi dostum. Bırak onu, araç çubuğuna blogger.com yazasım bile gelmedi. Neredeyse 7 aydır, evet 7 aydır (bunu yazılı bir şekilde ifade edince ne kadar ayıp ettiğimi fark ettim, biliyorum, vur ama sonra bir makas al yanaktan, yazık) 2, bilemedin 3 kere girmişimdir siteye. Oldukça uzatılmış bir "Haaaydi bakalım" eşliğinde de kapattım sayfayı her seferinde.
Koltuğuna kurulmuş, çayını içip dizisini izleyen, tembel bir edebiyat öğrencisi olarak son zamanlarda en çok merak ettiğim konu ilerde nasıl iş güç sahibi olacağım. Daha da önemlisi ise işimin ne olacağı. Bana kalsa herhangi bir sanat dalını icra ederek yaşayıp giderim, ama bana kalmıyor. Tembel olduğumdan bahsetmiş miydim? Sanatçı olma düşünceleri de bir kaşık suda boğulduğu için son bir iki yıldır kendime meslek yakıştırmaları yapmaya çalışıyorum. Şu ana kadar bulabildiğim en çekilebilir iş yayınevlerinde editörlük, çevirmenlik vb. şeyler yapmak. Ama 21 yıllık hayatı boyunca para kazanma adına hiçbir girişimde bulunmamış deneyimsiz bir edebiyat öğrencisi olduğum göz önünde bulundurulursa ondan da pek bir şey beklememekte fayda var. Olur da Mimi Wonka kendi organizasyon şirketini falan kurarsa çay kahve getirip götürebilirim belki. Hayat 4 sene önce o kadar güzel ve kolaydı ki, düşünmem gereken en önemli şey Pink Flamingos'un bu kadar iğrenç bir film olmasına rağmen neden izlerken en çok eğlendiğim filmler arasında yer alıyor oluşuydu. Üniversiteye geldiğimde her şeyin süpsüper olacağını, kafamda kurduğum tüm verimli aktiviteleri gerçekleştirebileceğimi düşünürken ne kadar saf ve şirin bir genç olduğumun farkına vardım geçenlerde. 3 sene boyunca tembelliğin, çevremde gördüklerim yüzünden gelişen hayal kırıklığı ve bezginliğin, en sonunda "siktir git adamım" tepkisinin beni dönüştürdüğü tek şey olası bir Boris Vian kitabı karakteri oldu. Bezginlik dünyanın en korkunç ve en yıkıcı hastalığı sevgili okuyucu. En canlı ve üretken fikirleri, hisleri yiyip bitirebiliyor. Tembellik ve yorgunluk bu aşamadaki en önemli faktörlerden biri. 21 yaşındaki bir insanın böyle cümleler kurması ise çok sinir bozucu. Yani ben ben olmasam, kafamı tutup duvara gömebilirim bunları duyduktan sonra. Şımarık ve şişirilmiş geliyor ikinci kere okuyunca, yani bir süre sonra insan kendine bile samimi gelmemeye başlıyor. Bu yüzden ne yazdığın bir şeye benziyor, ne çizdiğin. Başarısız denemeler olarak çöp kutusunu boyluyorlar. O yüzden artık şikayet etmemeye karar veriyorsun, ama pek de rahat ettirmiyor bu durum, çünkü insan başkalarına söylenmeyi bırakabiliyor ama kafasının içinde dönen dolaşan şeylere hakim olamıyor. Kendi kendini yiyip yok eden çirkin bir sistem yani. Bu saatten sonra dileyebileceğin en önemli şey, birbirlerini tekrar edip kafa şişirmekten başka bir şey yapmayan sinir bozucu yeraltı tiplemelerine dönüşmemek. En azından öyle insanlara dönüşmeyeceğimi biliyorum ve bunu bilmek beni rahatlatıyor. Espri anlayışımı, gözlemlediğim herşeyle dalga geçebilme kabiliyetimi kaybetmediğim sürece sıkıntı yok. Yani bu saatten sonra kaç tane Oblomov ya da Raskolnikov çıkarabilirsiniz sevgili insanlar?
Tam böyle şeyleri düşünüp kendimi rahatlattığım anda da tüm bunların "hiçbir şeyi beğenmemezcilikten" geldiğini farketmem daha büyük bir sıkıntı. Bu noktada da çok bilmişliğin bezginlikten daha tehlikeli bir hastalık olduğunu kabul etmek gerekiyor. Ve tüm bunlara kafa yorup yine aynı karmaşanın içinde debelenmektense Afrika'daki çocukları düşünüp sahip olduklarımızın kıymetini.... Yani hayır tamam, durduk yere Afrika'daki çocukları düşünmüyorum ben, kendimizi kandırmayalım. 21. yüzyıl modern insanının kendi bireyciliği içinde kaybolmuşluğu ve daha neler neler... Hadi ama, her iki taraftan düşünmek de o kadar absürd ki, sen de bana hak vermeye başlıyorsun, evet. Üçüncü bir taraf oluşturup, koltuğa gömülüp çay içip kitap okumak, dizi izleyip beyin dinlendirmek, Truffaut'un Godard'dan daha bireysel filmler yaptığını, haliyle bir süre sonra Godard politikliğinden ziyade Truffaut filmlerinin bir anlamda daha güzel geldiğini kabul edip film izlemekle geçen bir gençlik döneminin daha samimi olduğuna kanaat getirmek. En azından şimdilik yaşamın doğrusu bu şekilde.
1 Ağustos 2012 Çarşamba
böyle günlerde mixtape'lere olan inancımız tazeleniyor
Bundan birkaç gün öncesine kadar geceyi balkona bir yastık atıp geçirdiğim, yine de sıcaktan insanda yerlere yatıp tepinme isteği uyandıran günlerin aksine son günlerde havada gök gürültüsü, bolca rüzgar ve arada serpiştiren yağmur hakim görünüyor. Ben de uyku konusunda sıkıntı çıkarmayacak kadar kahveyi kedili fincanıma boşaltıp ketılın fokurdamasını izliyorum. Sonra bilgisayarın başına geçip çok güzel playlistler hazırlıyorum. Dünya üzerindeki her insan herhangi bir süper güce sahip olsaydı, benimkinin muhteşem playlistler hazırlamak olması su götürmez bir gerçek olurdu. Bu gücün yanında bir de bunu insanların iyiliği için kullanmam bir birayı hakettiğim anlamına gelmiyor da ne demek oluyor, sorarım sana blogger?
I Am Kloot - Sold As Seen
The Decemberists - A Record Year For Rainfall
Great Lake Swimmers - I Could Be Nothing
Andrew Bird - The Giant Of Illinois
Adem - Ringing In My Ear
State Radio - Keep Sake
Kings Of Convenience - Renegade
Feist and Ben Gibbard - Train Song
Fiona Apple - Why Try To Change Me Now
Ane Brun - Easier
Múm - Blow Your Nose
Low Roar - Friends Make Garbage (Good Friends Take It Out)
Beach House - Norway
http://www.mediafire.com/?9g27g8kr2f592eb
Çukurnot: Bu mixtape'e dahil olmayı en çok hak eden kişinin tıpkı bizler gibi karanlık ve yağmurlu bir öğleden sonrayı çay içerek geçirdiği için Ane Brun olması çok da şaşırtıcı değil.
I Am Kloot - Sold As Seen
The Decemberists - A Record Year For Rainfall
Great Lake Swimmers - I Could Be Nothing
Andrew Bird - The Giant Of Illinois
Adem - Ringing In My Ear
State Radio - Keep Sake
Kings Of Convenience - Renegade
Feist and Ben Gibbard - Train Song
Fiona Apple - Why Try To Change Me Now
Ane Brun - Easier
Múm - Blow Your Nose
Low Roar - Friends Make Garbage (Good Friends Take It Out)
Beach House - Norway
http://www.mediafire.com/?9g27g8kr2f592eb
Çukurnot: Bu mixtape'e dahil olmayı en çok hak eden kişinin tıpkı bizler gibi karanlık ve yağmurlu bir öğleden sonrayı çay içerek geçirdiği için Ane Brun olması çok da şaşırtıcı değil.
30 Temmuz 2012 Pazartesi
little boxes made of ticky tacky
Yazın bu sıcağında son iki haftadır aralıksız öksürüyor olmamın tek kötü tarafı aralıksız öksürüyor oluşum değil, alkol alamıyor oluşumdur blogger. Sen de iyi biliyorsun ki alkol almayan bir insan çok sıkıcı bir insandır ve bu sıkıcılıkla 600 sayfalık bir Umberto Eco kitabını bir iki günde bitirebilir. Ayrıca bu insan gün içinde buz gibi bir birayla serinlemek varken elinde boğazı yumuşasın diye tarçınlı ıhlamur fincanıyla gezmek durumunda bile kalabilir. Bu sıkıcı ve aralıksız öksüren insana yazık değildir de nedir? Ve hayal et sevgili blogger, elinde tarçınlı, ballı, limonlu ıhlamurla bir Harmony Korine filmi izlediğini hayal et. Bunu yapabildiğin zaman neler hissettiğimi anlayacaksın.
Annem bugün büyük bir dürüstlük örneği göstererek neden artık eskisi kadar kitap okumadığını açıkladı. Sayın U.D.'ye göre fazla kitap okumanın insana hiçbir faydası yok. İnsanı sadece daha ukala yapıyor, çevresindeki insanlarla iletişim kurmasını engelliyor ve çevreden izole ediyor. Kendisine aslında kendisinin kitap okumayı bırakmasından ziyade çevresindeki insanların daha çok kitap okumasının bu iletişimin daha yararlı bir şekilde oluşmasını etkileyip etkilemeyeceği konusundaki görüşlerini sorduk. Aldığımız yanıt böyle bir uygulamanın mümkün olmadığı, insanların aşırı kitap okumayı bırakmasının işleri daha kolay halledeceği yönünde oldu. Kendisine fikirlerini bizimle paylaştığı için teşekkür edip, bir de çayını içip kalktık.
Geçenlerde dinozor bölüm hocaları yüzünden beğendiğim yazarlardan artık nefret etmeye başladığımı farkettim. 2012 eğitim ve öğretim yılının benden götürdüğü şeylerden biri de Charles Dickens'tır mesela. Şahsın kitaplarına göz ucuyla bakmak bir yana dursun, ismini gugıldan aratmak bile benim için artık dayanılası bir aktivite değil. Gerçekten insanların okul hayatları boyunca sık sık gözlerine sokulan ve kulaklarına işlenen şeylerden tiksinmeleri çok normal. Bu tıpkı bir paket sigarayı 1 saatte bitirmek, klozette uyanmana sebep olacak kadar alkol tüketmek ya da tüm gün televizyonda Salih Güney filmleri görmek gibi bir şey. Evet, mavi gözlü bir incubus tiplemesiyle yeşilçam boyunca idare etmiş olabilirsin ama aileden biri de olma bu saatten sonra. Tek umudum 4 senelik eğitim öğretim hayatını olabilecek minimum zararla kapatmak. Shakespeare ve Dickens'ı gözden çıkardım, İrlandalı'lardan birkaçını kurtarsam kafi. İngiltere Tarihi sınav çalışmalarını bile The Kinks eşliğinde eğlenceli hale getirebilen ben, aynı başarıyı edebiyat alanında gösterememe kaygısı taşıyorum.
Geçenlerde bir şey daha düşündüm ne kadar ilginçtir ki, bundan yaklaşık 1-1,5 sene önce benim kadar olmasa da zeki ve enteresan bir arkadaşla uzun bir aradan sonra bir araya gelip bir barda oturup gelecekten, lisede yaptığımız geyiklerden ve planlardan, onun bir türlü ayrılamadığı kaçık sevgilisinden, benim bir türlü düzenli bir sevdicek ilişkisi kuramamamdan, onun bir türlü alkolü bırakamamasından, biradan ve sonra tekrar gelecekten konuşmuştuk. Kafamda anlatacak milyonlarca fikrin ve hikayenin olduğundan, ama bunları son 1 senedir hiçbir şekilde ifade edemediğimden ve en çok korktuğum şeyin asla bir şeyler üretememek olduğundan bahsettim bir ara. Sonra birer bira daha istedik ve akabinde karşımdaki arkadaşın verdiği cevabın beni bir şeyler üretememek fikrinden daha çok korkuttuğunu farkettim. Ona göre karakterim ve yapım zaten üretmeye değil, üretilen bir şeyi eleştirmeye müsaitti, bir işi değerlendirirken takındığım soğuk, bir nevi mesafeli tavır beni mükemmel bir eleştirmen yapıyordu. Kendisine hemen çenesini kapamasını ve birasını içmesini söyledim ve bu kehanet o günden sonra aklımdan pek de çıkmadı. İşin en kötü tarafı bu yargıyı o günden sonra birden fazla insandan daha duymuş olmamdı. Dünya üzerinde yapılan bir işi eleştirmek kadar saçma bir meslek olduğunu sanmıyorum. Yani saçma olan eleştirmek değil (eleştirmek alışkanlık haline getirilmediği sürece güzel bir çene çalma bahanesidir), saçma olan bu eleştiriyi milyonlarca insanın beynine işlemek ve hayatını bu işi yaparak kazanmak. Uzun süren kafa patlatmaların sonunda kendimi bu kehanetten, olası gelecekten kurtarmanın bir yolunu buldum. Eğer hayatım boyunca üretme özürlü olacaksam, yapacağım şey üretileni eleştirmek değil, onu düzeltmek, yayınlamak, basmak, çevirmek vb. işler olacaktı. Ve Sanılanın aksine, ben bu çözümün beni bir süre idare edebileceğini düşünüyorum, en azından umut ediyorum.
Ama herşeyi bir kenara bırakacak olursak, son zamanlarda beni en çok mutlu eden, günlerimi sabah yapılan krep tadında güzelleştiren şey Mary Louise Parker'ın olaylı dönüşü ve artık Weeds'i yeniden Little Boxes jeneriğiyle izliyor oluşumdur. Bazen diziler tüm kötü şeyleri, 40 derece sıcaklığı, aralıksız öksürüğü, gün içinde gelen sıkıcılık hissini alıp götüren tek çözüm oluyorlar. Güne başlarken bir bölüm Treme, bir iki bölüm Weeds sıcağa çok iyi geliyor, ama birayla daha bir iyi gidiyor sanki.
Annem bugün büyük bir dürüstlük örneği göstererek neden artık eskisi kadar kitap okumadığını açıkladı. Sayın U.D.'ye göre fazla kitap okumanın insana hiçbir faydası yok. İnsanı sadece daha ukala yapıyor, çevresindeki insanlarla iletişim kurmasını engelliyor ve çevreden izole ediyor. Kendisine aslında kendisinin kitap okumayı bırakmasından ziyade çevresindeki insanların daha çok kitap okumasının bu iletişimin daha yararlı bir şekilde oluşmasını etkileyip etkilemeyeceği konusundaki görüşlerini sorduk. Aldığımız yanıt böyle bir uygulamanın mümkün olmadığı, insanların aşırı kitap okumayı bırakmasının işleri daha kolay halledeceği yönünde oldu. Kendisine fikirlerini bizimle paylaştığı için teşekkür edip, bir de çayını içip kalktık.
Geçenlerde dinozor bölüm hocaları yüzünden beğendiğim yazarlardan artık nefret etmeye başladığımı farkettim. 2012 eğitim ve öğretim yılının benden götürdüğü şeylerden biri de Charles Dickens'tır mesela. Şahsın kitaplarına göz ucuyla bakmak bir yana dursun, ismini gugıldan aratmak bile benim için artık dayanılası bir aktivite değil. Gerçekten insanların okul hayatları boyunca sık sık gözlerine sokulan ve kulaklarına işlenen şeylerden tiksinmeleri çok normal. Bu tıpkı bir paket sigarayı 1 saatte bitirmek, klozette uyanmana sebep olacak kadar alkol tüketmek ya da tüm gün televizyonda Salih Güney filmleri görmek gibi bir şey. Evet, mavi gözlü bir incubus tiplemesiyle yeşilçam boyunca idare etmiş olabilirsin ama aileden biri de olma bu saatten sonra. Tek umudum 4 senelik eğitim öğretim hayatını olabilecek minimum zararla kapatmak. Shakespeare ve Dickens'ı gözden çıkardım, İrlandalı'lardan birkaçını kurtarsam kafi. İngiltere Tarihi sınav çalışmalarını bile The Kinks eşliğinde eğlenceli hale getirebilen ben, aynı başarıyı edebiyat alanında gösterememe kaygısı taşıyorum.
Geçenlerde bir şey daha düşündüm ne kadar ilginçtir ki, bundan yaklaşık 1-1,5 sene önce benim kadar olmasa da zeki ve enteresan bir arkadaşla uzun bir aradan sonra bir araya gelip bir barda oturup gelecekten, lisede yaptığımız geyiklerden ve planlardan, onun bir türlü ayrılamadığı kaçık sevgilisinden, benim bir türlü düzenli bir sevdicek ilişkisi kuramamamdan, onun bir türlü alkolü bırakamamasından, biradan ve sonra tekrar gelecekten konuşmuştuk. Kafamda anlatacak milyonlarca fikrin ve hikayenin olduğundan, ama bunları son 1 senedir hiçbir şekilde ifade edemediğimden ve en çok korktuğum şeyin asla bir şeyler üretememek olduğundan bahsettim bir ara. Sonra birer bira daha istedik ve akabinde karşımdaki arkadaşın verdiği cevabın beni bir şeyler üretememek fikrinden daha çok korkuttuğunu farkettim. Ona göre karakterim ve yapım zaten üretmeye değil, üretilen bir şeyi eleştirmeye müsaitti, bir işi değerlendirirken takındığım soğuk, bir nevi mesafeli tavır beni mükemmel bir eleştirmen yapıyordu. Kendisine hemen çenesini kapamasını ve birasını içmesini söyledim ve bu kehanet o günden sonra aklımdan pek de çıkmadı. İşin en kötü tarafı bu yargıyı o günden sonra birden fazla insandan daha duymuş olmamdı. Dünya üzerinde yapılan bir işi eleştirmek kadar saçma bir meslek olduğunu sanmıyorum. Yani saçma olan eleştirmek değil (eleştirmek alışkanlık haline getirilmediği sürece güzel bir çene çalma bahanesidir), saçma olan bu eleştiriyi milyonlarca insanın beynine işlemek ve hayatını bu işi yaparak kazanmak. Uzun süren kafa patlatmaların sonunda kendimi bu kehanetten, olası gelecekten kurtarmanın bir yolunu buldum. Eğer hayatım boyunca üretme özürlü olacaksam, yapacağım şey üretileni eleştirmek değil, onu düzeltmek, yayınlamak, basmak, çevirmek vb. işler olacaktı. Ve Sanılanın aksine, ben bu çözümün beni bir süre idare edebileceğini düşünüyorum, en azından umut ediyorum.
Ama herşeyi bir kenara bırakacak olursak, son zamanlarda beni en çok mutlu eden, günlerimi sabah yapılan krep tadında güzelleştiren şey Mary Louise Parker'ın olaylı dönüşü ve artık Weeds'i yeniden Little Boxes jeneriğiyle izliyor oluşumdur. Bazen diziler tüm kötü şeyleri, 40 derece sıcaklığı, aralıksız öksürüğü, gün içinde gelen sıkıcılık hissini alıp götüren tek çözüm oluyorlar. Güne başlarken bir bölüm Treme, bir iki bölüm Weeds sıcağa çok iyi geliyor, ama birayla daha bir iyi gidiyor sanki.
25 Temmuz 2012 Çarşamba
değerli bir insana...
N.Ş.A. (Normal Şartlar Altındaki) bir ailede her bireyin birbirine karşı bir takım sorumlulukları vardır. Aynı zamanda her bireyin kendi yaşamına karşı da bir takım sorumlulukları vardır. Bu farklı yönlü iki sorumluluğun en çok çatıştığı dönem bireyin kendi geleceğinin temellerini pratik olarak atmaya başladığı dönemdir. Birey kendine göre belli bir mutluluk rotası belirler, bu rotaya göre planlar yapar. Ebeveyn de aynı şekilde çocuğu için kendine göre bir mutluluk rotası belirler ve bu rotaya göre planlar yapar. Birey bu kritik dönemin sonunda genellikle ebeveynin planlarına göre bir yol çizer. Bu, bireyin ebeveynin haklılığını kabul etmesinden kaynaklanan bir yönelnme değil, daha çok ebeveyninin mutluluğunu kendi mutluluğunun önüne koymaktan kaynaklanan bir yönelme olur. Birey (ebeveynin rotasının aksi yönünde) hayallerinin işiyle uğraşıp, hayallerinin kentinde yaşasa bile herşey tam olmaz; yarım yamalak, eksik kalan bir şeyler vardır, birilerini memnun etmemiştir, birilerine yetememiştir. Ebeveynin desteğini hissetmeyen, mutluluğuna ortak olunmadığını bilen bir bireyin ulaştığı hedef kursağında kalır. Böylece, başkalarının memnuniyetsizliği altında ezildiğinden (ki bu çoğu zaman direkt olarak ebeveyn bile olmaz, içinde yaşadığı toplumun memnuniyetsizliğinin ebeveynin zihniyetine yansımasıdır) ve hayatta belki de en çok ihtiyaç duyduğu destek kaynağını kaybetmek istemediğinden milyonlarca insan hayatlarının en önemli dönemlerinde kendilerine ihanet ederler ve hayatlarının geri kalan kısmını kursaklarında kalan zevk ve mutluluk kırıntılarıyla geçirirler. 21. yüzyılın bu standart, rekabetçi ve kotalı yaşam anlayışı yüzünden dünya milyonlarca mutsuz ve memnuniyetsiz insan tarafından işgal ediliyor. Bu insanlar çoğalmaya devam ediyor okuyucu ve sırf insanlar kendilerinden ve birbirlerinden memnun olamadıkları için dünya gittikçe tehlikeli bir yer haline geliyor.
15 Mayıs 2012 Salı
Sabahın 6'sını Birsen Tezer ve Godard'la Görmek
Çarşamba'ya yetişecek essay ödevi için kampüs kütüphanesinde sabahlamış bulundum. Genelde sabahı getirecek birkaç saatlik uyku molası vermek için vakit geçirdiğim kütüphanede ilk defa dişe dokunur bir amaçla oturuyorum. Fransız yeni dalgası neymiş, ne değilmiş, André Bazin neler demiş, neler dememiş, Claude Chabrol çok gerekli bir insan mıymış, değil miymiş irdelemelerinin içinde yıllar sonra tekrar boğulmak iyi midir değil midir, Phaedrus'u bezdirir mi, bezdirmez mi diye pek de düşünmeden oturuyorum bilgisayarın başında saatlerdir. Gece boyunca Dead Can Dance dinlememe rağmen uyku demlerinin gözüme pek uğramaması şaşılacak şey doğrusu. O değil de, 16 yaşımdan beri ilk defa vücudumda o tanıdık mayhoş kaşıntıyı hissettim bu gece boyunca. 50 litrelik sırt çantam odamdaki dolapta tozlu tozlu bekliyor. Diyorum acaba finallerin varlığından bihabermiş gibi davranırsam finaller gerçekten yok olur ve ben de sırt çantama 5 adet temiz iç çamaşırı, bir adet kadife pantolon, birkaç temiz tişört, birkaç adet fuar çalıntısı roman atıp yola vurabilir miyim.. Sonra temiz iç çamaşırım kalmadığı aklıma geliyor, vazgeçiyorum, ve bir şekilde, çok garip ve başarılı bir şekilde önüme engel niyetine temiz iç çamaşırı eksikliğini çıkardığım için kendimi bol bol alkışlıyorum ayakta. Birsen Tezer sabah sabah gidiyormuş, onu farkettim mesela. "Sonra bir ev boyadım sana, kapısı mavi, zili deniz..." diyor hanımefendi. Deniz de ne güzel bir nimet yahu.. İki senedir elimi kolumu sokamadığım, sadece arada bol yosunlu kokusuyla idare ettiğim deniz... Bir arkadaşımın bu yaz "ben uzun zamandır deniz yüzü görmedim, ölüm gibi, deniz görmeden bir insan nasıl yaşayabilir?!" yakarışlarımdan etkilenip, 0.5 litrelik bir pet şişeye deniz suyu ve sahil taşı doldurup aylarca benim için saklayıp ilk fırsatta verişi aklıma geldi. İnsanlar birbirleri için böyle güzel hediye paketleri hazırladıkları zaman çok güzel oluyorlar. İnsanlar hep böyle yapsalar, insanlar o kadar güzel insanlar olur ki... ah ah.. İnsanın gereğinden fazla uykusuzluk çektiğinde doğal bir sarhoşluğa vurduğunu deneyimlemiştim ama birkaç saat önce o kadar çok güldüm ki ben, karnım ağrıdı, inanamadım. Sabahın köründe, sabah ezanı o ürkütücü sesiyle başladığında kampüs köpeklerinin hep bir ağızdan bağırmaya başlaması gerçekten çok komik bir şey değil mi yahu? Köpeklerin durduk yere hep bir ağızdan havlamaya başlaması zaten kendi kendine absürd bir durumken, sabah ezanı gibi korkunç bir pratiğin gerçekleştiği zaman daha bir komik duruyor, komik yahu...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)